Being a child, and sort of crawling around the house, I remember these Turkish carpets, and there were these scenes, these battle scenes, these love scenes. I mean, look, this animal is trying to fight back this spear from this soldier. And my mom took these pictures actually, last week, of our carpets, and I remember this to this day. There was another object, this sort of towering piece of furniture with creatures and gargoyles and nudity -- pretty scary stuff, when you're a little kid.
Çocukluğumda evin içinde dolanırken, o Türk halılarını hatırlıyorum ve de o sahneleri, savaş sahnelerini, aşk sahnelerini. Yani, bakın. Bu hayvan, savaşçıdan gelen mızrakla mücadele etmeye çalışıyor. Ve annem bu fotoğrafları çekti, aslında daha geçen hafta, halılarımızın ve bu zamana kadar bunu hatırlıyorum. Bir de başka bir eşya vardı, bu bir çeşit kule gibi yükselen mobilya, üzerinde de yaratıklar, canavarlar ve çıplaklık -- küçük bir çocuk için oldukça korkutucu şeyler.
What I remember today from this is that objects tell stories, so storytelling has been a really strong influence in my work. And then there was another influence. I was a teenager, and at 15 or 16, I guess like all teenagers, we want to just do what we love and what we believe in. And so, I fused together the two things I loved the most, which was skiing and windsurfing. Those are pretty good escapes from the drab weather in Switzerland.
Bütün bunlardan bugün hatırımda kalan, eşyaların hikâyeler anlattığıdır. Yani hikâye anlatımının benim çalışmalarımda gerçekten güçlü bir etkisi olmuştur. Ve sonra başka bir esin kaynağı daha oldu. Gençliğimde, 15-16 yaşlarındayken, diğer bütün gençler gibi, sadece neyi seviyorsak ve neye inanıyorsak, onu yapmak istiyorduk. Ve böylece, en çok sevdiğim iki şeyi bir araya getirdim, kayak ve rüzgâr sörfü.
So, I created this compilation of the two: I took my skis and I took a board and I put a mast foot in there, and some foot straps, and some metal fins, and here I was, going really fast on frozen lakes. It was really a death trap. I mean, it was incredible, it worked incredibly well, but it was really dangerous. And I realized then I had to go to design school. (Laughter) I mean, look at those graphics there. (Laughter)
Bunlar, İsviçre'deki kasvetli havadan kurtulmak için oldukça faydalı. Sonuçta bu ikisinin birleşiminden bunu yarattım: Kayaklarımı aldım ve bir tahta aldım ve oraya bir rüzgâr sörfü direği yerleştirdim ve biraz ayak bantı ve biraz da metal palet ve bu sayede donmuş göllerin üzerinde oldukça hızlı gidebiliyordum. Gerçekten ölüm tuzağıydı. Yani, inanılmazdı, oldukça iyi çalıştı fakat gerçekten tehlikeliydi. Ve bu sayede anladım ki bir tasarım okuluna gitmem gerekiyordu. (Gülüşmeler) Yani şu grafiklere bir bakın.
So, I went to design school, and it was the early '90s when I finished. And I saw something extraordinary happening in Silicon Valley, so I wanted to be there, and I saw that the computer was coming into our homes, that it had to change in order to be with us in our homes. And so I got myself a job and I was working for a consultancy, and we would get in to these meetings, and these managers would come in, and they would say, "Well, what we're going to do here is really important, you know." And they would give the projects code names, you know, mostly from "Star Wars," actually: things like C3PO, Yoda, Luke. So, in anticipation, I would be this young designer in the back of the room, and I would raise my hand, and I would ask questions. I mean, in retrospect, probably stupid questions, but things like, "What's this Caps Lock key for?" or "What's this Num Lock key for?" You know, that thing? "You know, do people really use it? Do they need it? Do they want it in their homes?" (Laughter)
(Gülüşmeler) Böylece tasarım okuluna gittim ve bitirdiğimde 90'ların başlarıydı. Silikon Vadisi'nde olağanüstü şeylerin olmaya başladığını gördüm ve orada olmak istedim ve bilgisayarın evlerimize girmeye başladığını gördüm, evlerimizde olabilmesi için değişmesi gerektiğini. Ve böylelikle kendime bir iş buldum ve bir danışmanlık şirketinde çalışmaya başladım ve o toplantılara giderdik ve bazı yöneticiler gelirdi ve derlerdi ki, "Bakın, burada yapacağımız işler gerçekten önemli, biliyorsunuz." Ve projelere kod isimler verirlerdi, bilirsiniz, genellikle Yıldız Savaşları'ndan, yani C3PO, Yoda, Luke gibi şeyler. Yani beklenileceği gibi, ben genç bir tasarımcı olarak, odanın arkasında, elimi kaldırıp sorular sorardım. Yani geçmişe bakınca, muhtemelen aptalca sorular, yani "Bu Büyük Harf Kilidi tuşu ne için?" gibi şeyler ya da "Bu Sayı Kilidi tuşu ne için?" "Yani, şu şey?" Yani insanlar bunu gerçekten kullanıyor mu? İhtiyaçları var mı? Evlerinde istiyorlar mı? (Gülüşmeler)
What I realized then is, they didn't really want to change the legacy stuff; they didn't want to change the insides. They were really looking for us, the designers, to create the skins, to put some pretty stuff outside of the box. And I didn't want to be a colorist. It wasn't what I wanted to do. I didn't want to be a stylist in this way. And then I saw this quote: "advertising is the price companies pay for being unoriginal." (Laughter)
Sonradan farkına vardım ki, değiştirmek istemiyorlardı kalıcı şeyleri; özündekileri değiştirmek istemiyorlardı. Bizlerin, tasarımcıların, dış kılıfı yaratmasını istiyorlardı, kutunun dışına biraz güzel bir şey koymak adına. Ve ben renk sanatçısı olmak istemedim. Bu yapmak istediğim şey değildi. Bu şekilde bir stilist olmak istemedim. Ve sonra şu alıntıyı gördüm: "Reklam, şirketlerin orijinal olmadıkları için ödedikleri bedeldir." (Gülüşmeler)
So, I had to start on my own. So I moved to San Francisco, and I started a little company, fuseproject. And what I wanted to work on is important stuff. And I wanted to really not just work on the skins, but I wanted to work on the entire human experience. And so the first projects were sort of humble, but they took technology and maybe made it into things that people would use in a new way, and maybe finding some new functionality.
Sonuçta kendi işimi kurmak zorundaydım. Böylece San Francisco'ya taşındım ve Fuseproject adında küçük bir şirket kurdum. Ve yapmak istediğim işler önemli şeylerdi. Ve gerçekten sadece dış kılıf üzerinde çalışmak istemiyordum. Komple insan deneyimi üzerinde çalışmak istiyordum. Bu arada ilk projeler mütevaziydi fakat teknolojiyi aldılar ve belki de bir şeyler hâline getirdiler, insanların yeni bir şekilde kullanabildiği ve belki de yeni bir fonksiyonellik buldular.
This is a watch we made for Mini Cooper, the car company, right when it launched, and it's the first watch that has a display that switches from horizontal to vertical. And that allows me to check my timer discretely, here, without bending my elbow. And other projects, which were really about transformation, about matching the human need. This is a little piece of furniture for an Italian manufacturer, and it ships completely flat, and then it folds into a coffee table and a stool and whatnot. And something a little bit more experimental: this is a light fixture for Swarovski, and what it does is, it changes shape. So, it goes from a circle, to a round, to a square, to a figure eight. And just by drawing on a little computer tablet, the entire light fixture adjusts to what shape you want.
Bu saati, otomobil şirketi Mini Cooper için yaptık, piyasaya yeni çıktığı sıralardı ve ilk defa olarak bu saatin ekranı yataydan dikeye doğru değişebiliyor. Ve saate farklı açılardan bakmamı sağlıyor, şöyle, dirseğimi bükmeden. Ve diğer projeler gerçekten dönüşüm ile ilgiliydi, insanın ihtiyaçlarını karşılamakla ilgili. Bu İtalyan bir üretici için küçük bir mobilya ve tamamen düz olarak taşınıyor ve sonra katlanıp orta sehpa hâline geliyor ya da bir iskemle ve bunun gibi şeyler. Ve biraz daha deneysel bir şey: Bu, Swarovski için bir aydınlatma donanımı ve yaptığı şey şekil değiştirmek. Yani daireden yuvarlağa, kareye, sekiz şekline, ve sadece küçük bir tablet bilgisayarında çizerek, bütün aydınlatma donanımı istediğin şekle giriyor.
And then finally, the leaf lamp for Herman Miller. This is a pretty involved process; it took us about four and a half years. But I really was looking for creating a unique experience of light, a new experience of light. So, we had to design both the light and the light bulb. And that's a unique opportunity, I would say, in design. And the new experience I was looking for is giving the choice for the user to go from a warm, sort of glowing kind of mood light, all the way to a bright work light. So, the light bulb actually does that. It allows the person to switch, and to mix these two colorations. And it's done in a very simple way: one just touches the base of the light, and on one side, you can mix the brightness, and on the other, the coloration of the light.
Ve en sonunda, Herman Miller için yaprak lamba. Bu oldukça kapsamlı bir süreç; dört buçuk sene sürdü. Fakat ben eşsiz bir aydınlatma deneyimi yaratmak istiyordum, yeni bir aydınlatma deneyimi. Sonuçta hem aydınlatmayı, hem de ampulü tasarlamamız gerekiyordu. Ve bunun tasarımda eşsiz bir imkân olduğunu söyleyebilirim. Ve istediğim yeni deneyim seçenekleri kullanıcıya vererek sıcak, ışıldayan bir çeşit loş ışıktan, parlak çalışma lambasına kadar giden seçenekler. Aslında ampul bunu yapıyor. Kişinin bu iki renk düzenini değiştirmesine ve karıştırmasına izin veriyor. Ve bu çok basit bir şekilde yapılıyor: Kişi aydınlatmanın tabanına değiyor ve bir tarafta parlaklığı karıştırabilirsiniz ve diğerinde ışığın rengini.
So, all of these projects have a humanistic sense to them, and I think as designers we need to really think about how we can create a different relationship between our work and the world, whether it's for business, or, as I'm going to show, on some civic-type projects. Because I think everybody agrees that as designers we bring value to business, value to the users also, but I think it's the values that we put into these projects that ultimately create the greater value. And the values we bring can be about environmental issues, about sustainability, about lower power consumption. You know, they can be about function and beauty; they can be about business strategy. But designers are really the glue that brings these things together.
Sonuçta bütün bu projeler insani bir anlayışa sahip ve bence tasarımcı olarak gerçekten düşünmeliyiz, çalışmalarımız ve dünya arasında, nasıl farklı bir ilişki yaratabiliriz diye, iş için olsun ya da birazdan göstereceğim gibi, birtakım kentsel projeler olsun. Çünkü bence herkesin hemfikir olduğu gibi tasarımcılar olarak bizler işe değer katarız, kullanıcılara da fakat bence bu projelere kattığımız değerler sonuç olarak daha büyük değerler yaratır. Ve getirdiğimiz bu değerler çevresel problemler hakkında olabilir, sürdürülebilirlik hakkında, daha az enerji tüketimi hakkında. Bilirsiniz, fonksiyon ve güzellik hakkında olabilir; iş stratejisi hakkında olabilir. Fakat tasarımcılar gerçekten tutkaldır, bütün bu şeyleri bir araya getirirler.
So Jawbone is a project that you're familiar with, and it has a humanistic technology. It feels your skin. It rests on your skin, and it knows when it is you're talking. And by knowing when it is you're talking, it gets rid of the other noises that it knows about, which is the environmental noises.
Sonuç olarak, Jawbone tanıdık olduğunuz bir proje ve insancıl bir teknolojiye sahip. Teninizi hissediyor; teninize dayanıyor ve ne zaman konuştuğunuzu biliyor. Ve ne zaman konuştuğunuzu bilerek, bildiği diğer bütün sesleri yok ediyor, yani çevresel gürültüleri.
But the other thing that is humanistic about Jawbone is that we really decided to take out all the techie stuff, and all the nerdy stuff out of it, and try to make it as beautiful as we can. I mean, think about it: the care we take in selecting sunglasses, or jewelry, or accessories is really important, so if it isn't beautiful, it really doesn't belong on your face. And this is what we're pursuing here.
Fakat Jawbone ile ilgili diğer insani şey, gerçekten bütün teknolojik şeyleri çıkartmaya karar verdik ve bütün acayip şeyleri ve yapabildiğimiz kadar güzel yapmaya çalıştık. Yani, düşünün bir kere: Güneş gözlüğü ya da mücevher ya da aksesuar seçerken gösterilen özen, gerçekten önemli. Yani eğer güzel değilse, gerçekten yüzünüze ait değildir. Ve burada buna ulaşmaya çalışıyorduk.
But how we work on Jawbone is really unique. I want to point at something here, on the left. This is the board, this is one of the things that goes inside that makes this technology work. But this is the design process: there's somebody changing the board, putting tracers on the board, changing the location of the ICs, as the designers on the other side are doing the work. So, it's not about slapping skins, anymore, on a technology. It's really about designing from the inside out. And then, on the other side of the room, the designers are making small adjustments, sketching, drawing by hand, putting it in the computer. And it's what I call being design driven. You know, there is some push and pull, but design is really helping define the whole experience from the inside out.
Fakat Jawbone üzerinde çalışma şeklimiz gerçekten benzersiz. Solda bir şeye işaret etmek istiyorum. Bu devre, bu içine giren şeylerden biri, bu teknolojinin çalışmasını sağlıyor. Fakat işte bu tasarım süreci: Birisi devreleri değiştiriyor, devrelerin üzerine izleyici koyuyor, tümleşik devrelerin yerini değiştiriyor, diğer tarafta tasarımcılar işlerini yaparken. Sonuç olarak, bu artık teknoloji üzerine kılıf geçirmek değil. Gerçekten de içini ve dışını tasarımlamakla ilgili. Ve odanın diğer tarafında, tasarımcılar küçük değişiklikler yapıyor, taslak çizim, elle çizim, bilgisayara aktarma ve işte ben buna tasarım odaklı diyorum. Yani, biraz itme ve çekme var fakat yine de tasarım gerçekten bunu tanımlamaya yardımcı oluyor, tüm deneyimi her şeyiyle.
And then, of course, design is never done. And this is -- the other new way that is unique in how we work is, because it's never done, you have to do all this other stuff. The packaging, and the website, and you need to continue to really touch the user, in many ways. But how do you retain somebody, when it's never done? And Hosain Rahman, the CEO of Aliph Jawbone, you know, really understands that you need a different structure. So, in a way, the different structure is that we're partners, it's a partnership. We can continue to work and dedicate ourselves to this project, and then we also share in the rewards.
Ve tabii ki tasarım hiçbir zaman bitmez. Ve bir diğer eşsiz olan yeni olay da bu, nasıl çalıştığımız, çünkü hiçbir zaman bitmiyor, bütün diğer şeyleri de yapmamız gerekiyor. Paketleme ve web sitesi ve devam etmeniz gerekir, kullanıcıya gerçekten pek çok açıdan ulaşmak için. Peki hiçbir zaman bitmezse kişiyi nasıl elde tutabilirsiniz? Ve Aliph Jawbone'nun genel müdürü Hosain Rahman, yani gerçekten de farklı bir yapıya ihtiyaç duyduğunuzu anlıyor. Yani bir anlamda, farklı yapı demek biz ortağız demek, bu bir ortaklık. Çalışmaya devam edebiliriz ve kendimizi bu projeye adayabiliriz ve sonra da ödülleri paylaşabiliriz.
And here's another project, another partnership-type approach. This is called Y Water, and it's this guy from Los Angeles, Thomas Arndt, Austrian originally, who came to us, and all he wanted to do was to create a healthy drink, or an organic drink for his kids, to replace the high-sugar-content sodas that he's trying to get them away from. So, we worked on this bottle, and it's completely symmetrical in every dimension. And this allows the bottle to turn into a game. The bottles connect together, and you can create different shapes, different forms. (Laughter) (Applause) Thank you. (Applause)
Ve şimdi de başka bir proje, diğer bir ortaklık-tipi yaklaşım. Buna Y Su diyoruz ve bu adam Los Angeles'dan, Thomas Arndt, aslen Avusturyalı, bize geldi ve tek yapmak istediği sağlıklı bir içecek yaratmaktı ya da çocukları için organik bir içecek, yüksek şeker içerikli gazlı içeceklerin yerine geçecek, çocuklarının içmesini istemediği. Böylece bu şişe üzerinde çalıştık ve her yönden tamamen simetrik. Ve bu da şişeyi bir oyun hâline getiriyor. Şişeler birbirine bağlanıyor ve değişik şekiller, farklı formlar yaratabilirsiniz. (Gülüşmeler) (Alkış) Teşekkür ederim. (Alkış)
And then while we were doing this, the shape of the bottle upside down reminded us of a Y, and then we thought, well these words, "why" and "why not," are probably the most important words that kids ask. So we called it Y Water. And so this is another place where it all comes together in the same room: the three-dimensional design, the ideas, the branding, it all becomes deeply connected. And then the other thing about this project is, we bring intellectual property, we bring a marketing approach, we bring all this stuff, but I think, at the end of the day, what we bring is these values, and these values create a soul for the companies we work with. And it's especially rewarding when your design work becomes a creative endeavor, when others can be creative and do more with it.
Ve sonra bunu yaptığımız sırada, şişenin şekli yukarıdan aşağıya bize Y'yi anımsattı ve düşündük, yani bu kelimeler, "neden" ve "neden değil", muhtemelen çocukların kullandığı en önemli iki kelime. Sonuçta buna Y Su adını verdik. Ve bu her şeyin aynı odada bir araya geldiği diğer bir durum: Üç boyutlu tasarım, fikirler, markalaşma, her şey derinden bağlı bir hâle geliyor. Ve bu proje ile ilgili diğer bir şey de fikri mülkiyet getiriyoruz, pazarlama yaklaşımını getiriyoruz, bütün bu şeyleri bir araya getiriyoruz fakat bence sonuçta getirdiğimiz şey bu değerler ve bu değerler çalıştığımız şirketlerin ruhunu yaratıyor. Ve bu özellikle ödüllendirici, tasarımınız yaratıcı bir çalışmaya dönüşünce, diğerleri yaratıcı olup daha fazlasını yapabilince.
Here's another project, which I think really emulates that. This is the One Laptop per Child, the $100 laptop. This picture is incredible. In Nigeria, people carry their most precious belongings on their heads. This girl is going to school with a laptop on her head. I mean, to me, it just means so much. But when Nicholas Negroponte -- and he has spoken about this project a lot, he's the founder of OLPC -- came to us about two and a half years ago, there were some clear ideas. He wanted to bring education and he wanted to bring technology, and those are pillars of his life, but also pillars of the mission of One Laptop per Child. But the third pillar that he talked about was design. And at the time, I wasn't really working on computers. I didn't really want to, from the previous adventure. But what he said was really significant, is that design was going to be why the kids were going to love this product, how we were going to make it low cost, robust. And plus, he said he was going to get rid of the Caps Lock key -- (Laughter) -- and the Num Lock key, too.
İşte bir diğer proje, bence gerçekten bunu yansıtıyor. Bu, her çocuk için bir dizüstü bilgisayar, 100 dolarlık dizüstü bilgisayar. Bu fotoğraf inanılmaz. Nijerya'da insanlar en değerli eşyalarını başları üzerinde taşırlar. Bu kız başında dizüstü bilgisayarla okula gidiyor. Yani, bu benim için çok anlamlı. Fakat, Nicholas Negroponte -- ki bu proje üzerinde çok konuştu, OLPC'nin kurucusudur -- bize geldiğinde, yaklaşık iki buçuk sene önce, bazı net fikirler vardı. Eğitim götürmek istiyordu ve teknoloji götürmek istiyordu ve bunlar hayatının temelleriydi fakat her çocuğa bir dizüstü bilgisayar misyonunun da temelleriydi. Ancak bahsettiği üçüncü temel de tasarımdı. Ve o sırada gerçekten de bilgisayarlar üzerinde çalışmıyordum. Önceki tecrübemden dolayı, gerçekten de istemiyordum. Fakat söylediği şey gerçekten önemliydi, çocukların tasarım yüzünden bu ürünü sevecekleri. Nasıl düşük maliyetli, sağlam yapacaktık, artı, Büyük Harf Kilidi tuşundan kurtulacağını söyledi -- (Gülüşmeler) -- ve Sayı Kilidi tuşundan da.
So, I was convinced. We designed it to be iconic, to look different. To look like it's for a kid, but not like a toy. And then the integration of all these great technologies, which you've heard about, the Wi-Fi antennas that allow the kids to connect; the screen, which you can read in sunlight; the keyboard, which is made out of rubber, and it's protected from the environment.
Sonuçta ikna oldum. İkon olarak tasarladık, farklı görünecek, bir çocuğa ait olduğu belli olacak fakat oyuncak gibi olmayacak. Ve sonra entegrasyonu o duyduğunuz harika teknolojilerin, çocukların bağlanmasını sağlayacak kablosuz ağ antenleri; güneş ışığında okunabilecek ekran; lastikten yapılan klavye ve çevreye karşı korumalı.
You know, all these great technologies really happened because of the passion and the OLPC people and the engineers. They fought the suppliers, they fought the manufacturers. I mean, they fought like animals for this to remain they way it is. And in a way, it is that will that makes projects like this one -- allows the process from not destroying the original idea. And I think this is something really important.
Yani, bütün bu harika teknolojiler cidden gerçekleşti, tutku sayesinde ve de OLPC çalışanları ve mühendisleri. Tedarikçilerle mücadele ettiler, imalatçılarla mücadele ettiler. Yani demek istediğim hayvanlar gibi mücadele ettiler, olduğu gibi kalması için. Ve o istek, bir anlamda projeleri bu proje gibi yapan şey, süreç esnasında orijinal fikrin bozulmamasını sağlar. Ve bence bu gerçekten önemli bir şey.
So, now you get these pictures -- you get up in the morning, and you see the kids in Nigeria and you see them in Uruguay with their computers, and in Mongolia. And we went away from obviously the beige. I mean it's colorful, it's fun. In fact, you can see each logo is a little bit different. It's because we were able to run, during the manufacturing process, 20 colors for the X and the O, which is the name of the computer, and by mixing them on the manufacturing floor, you get 20 times 20: you get 400 different options there. So, the lessons from seeing the kids using them in the developing world are incredible.
Sonuçta şimdi bu fotoğrafları alıyoruz -- sabah kalkıyorsunuz ve Nijerya'daki bu çocukları görüyorsunuz ve Uruguay'dakileri görüyorsunuz bilgisayarlarıyla ve Moğolistan'dakileri. Ve göründüğü üzere bejden uzaklaştık -- Yani rengarenk, eğlenceli. Aslında, her logonun biraz farklı olduğunu görebilirsiniz. Nedeni imalat sırasında X ve O için yirmi renk çıkarabilmemiz, bu zaten bilgisayarın ismi ve bunları imalat alanında karıştırarak, yirmi çarpı yirmi: 400 farklı seçenek elde ediyorsunuz. Sonuçta gelişmekte olan ülkelerde çocukları onu kullanırken görmenin getirisi inanılmaz.
But this is my nephew, Anthony, in Switzerland, and he had the laptop for an afternoon, and I had to take it back. It was hard. (Laughter) And it was a prototype. And a month and a half later, I come back to Switzerland, and there he is playing with his own version. (Laughter) Like paper, paper and cardboard.
Ancak, bu benim İsviçre'deki yeğenim Anthony ve bir öğleden sonrayı bilgisayarla geçirdi ve geri almak zorundaydım. Çok zordu. (Gülüşmeler) Ve bir prototipti. Ve bir buçuk ay sonra, İsviçre'ye geri gittim ve burada kendi versiyonuyla oynuyor. (Gülüşmeler) Kâğıttan, kâğıt ve mukavva.
So, I'm going to finish with one last project, and this is a little bit more of adult play. (Laughter) Some of you might have heard about the New York City condom. It's actually just launched, actually launched on Valentine's Day, February 14, about 10 days ago. So, the Department of Health in New York came to us, and they needed a way to distribute 36 million condoms for free to the citizens of New York. So a pretty big endeavor, and we worked on the dispensers. These are the dispensers. There's this friendly shape. It's a little bit like designing a fire hydrant, and it has to be easily serviceable: you have to know where it is and what it does. And we also designed the condoms themselves.
Evet, son bir projeyle bitireceğim ve bu biraz daha yetişkin eğlencesi. (Gülüşmeler) Belki bazılarınız New York şehri kondomunu duymuştur. Aslında daha yeni piyasaya çıktı, Sevgililer Günü'nde, 14 Şubat, yaklaşık on gün önce. Şöyle ki, New York Sağlık Departmanı bize geldi ve bunun dağtımı için bir yola ihtiyaçları vardı, New York sakinlerine 36 milyon bedava kondom. Yani oldukça büyük bir iş ve dağıtım kutuları üzerinde çalıştık; bunlar dağıtım kutuları. Canayakın görünüşlü. Biraz yangın musluğu tasarlamak gibi bir şey ve kolayca hizmet edebilir olmalı: Nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmeniz lazım. Ve kondomları da kendimiz tasarladık.
And I was just in New York at the launch, and I went to see all these places where they're installed: this is at a Puerto Rican little mom-and-pop store; at a bar in Christopher Street; at a pool hall. I mean, they're being installed in homeless clinics -- everywhere. Of course, clubs and discos, too. And here's the public service announcement for this project. (Music) (Laughter) Get some. (Applause)
Ve henüz New York'ta açılıştaydım ve konulduğu bütün yerleri ziyaret ettim. Bu Porto Rikolu küçük bir bakkalda, Christopher Caddesi'nde bir barda, bir bilardo salonunda. Yani her yerdeki evsizlerin bakımevlerine konuluyor. Tabii ki kulüplere ve diskolara da. Ve işte bu proje için halka yapılan duyuru. (Müzik) (Gülüşmeler) Haydi alın. (Alkış)
So, this is really where design is able to create a conversation. I was in these venues, and people were, you know, really into getting them. They were excited. It was breaking the ice, it was getting over a stigma, and I think that's also what design can do. So, I was going to throw some condoms in the room and whatnot, but I'm not sure it's the etiquette here. (Laughter) Yeah? All right, all right. I have only a few. (Laughter) (Applause) So, I have more, you can always ask me for some more later. (Laughter) And if anybody asks why you're carrying a condom, you can just say you like the design. (Laughter)
Yani bu gerçekten de dizaynın sohbet başlatabileceği bir durum. Toplantılara katılıyordum ve insanlar almak için oldukça hevesliydi yani. Heyecanlıydılar. Aradaki buzları çözüyordu, bir tabunun üstesinden geliyordu ve bence bu da tasarımın yapabileceği bir şey. Aslında burada biraz kondom atacaktım yani, fakat buradaki adaba uygun mudur bilmiyorum. (Gülüşmeler) Evet, tamam, tamam. Sadece birkaç tane var. (Gülüşmeler) (Alkış) Bu arada bende daha var, daha sonra almak isterseniz her zaman sorabilirsiniz. (Gülüşmeler) Eğer birisi neden kondom taşıdığınızı sorarsa, sadece tasarımını sevdim diyebilirsiniz. (Gülüşmeler)
So, I'll finish with just one thought: if we all work together on creating value, but if we really keep in mind the values of the work that we do, I think we can change the work that we do. We can change these values, can change the companies we work with, and eventually, together, maybe we can change the world. So, thank you. (Applause)
Pekâlâ, sadece bir fikirle bitireceğim: Eğer hep birlikte bir değer yaratmak için çalışırsak fakat yaptığımız işin değerini gerçekten de hep aklımızda tutarsak, bence yaptığımız işi değiştirebiliriz. Değerleri değiştirebiliriz, çalıştığımız şirketleri değiştirebiliriz ve sonunda, hep beraber, belki dünyayı değiştirebiliriz. Evet, teşekkür ederim. (Alkış)