My title: "Queerer than we can suppose: the strangeness of science." "Queerer than we can suppose" comes from J.B.S. Haldane, the famous biologist, who said, "Now, my own suspicion is that the universe is not only queerer than we suppose, but queerer than we can suppose. I suspect that there are more things in heaven and earth than are dreamed of, or can be dreamed of, in any philosophy." Richard Feynman compared the accuracy of quantum theories -- experimental predictions -- to specifying the width of North America to within one hair's breadth of accuracy. This means that quantum theory has got to be, in some sense, true. Yet the assumptions that quantum theory needs to make in order to deliver those predictions are so mysterious that even Feynman himself was moved to remark, "If you think you understand quantum theory, you don't understand quantum theory."
Benim başlığım: "Tahmin edebileceğimizden daha tuhaf: Bilimin garipliği." "Tahmin edebileceğimizden daha tuhaf" söylemi ünlü bir biyolog olan J.B.S. Haldane'e ait. Haldane şöyle diyor: "Şu anda benim kuşkum, evrenin sadece tahmin ettiğimizden daha tuhaf değil, fakat tahmin edebileceğimizden de daha tuhaf olduğu. Bana kalırsa cennet ve dünyada hayal edilenden, ya da herhangi bir felsefe dahilinde hayal edilebilecek olandan daha çok şey var." Richard Feynman kuantum teorilerinin deneysel öngörülerinin hassasiyetini, Kuzey Amerika'nın genişliğini bir saç telinin genişliği kadarlık yanılgı ile ifade etmenin keskinliği ile kıyaslamıştır. Bunun anlamı kuantum teorisinin bir anlamda doğru olması gerektiğidir. Öte yandan kuantum teorisinin bu tahminleri gerçekleştirmek için yapması gereken varsayımlar o kadar gizemlidir ki, Feynman'ın kendisi dahi şu şekilde bir açıklama yapmıştır: "Eğer kuantum teorisini anladığınızı düşünüyorsanız, kuantum teorisini anlamıyorsunuz."
It's so queer that physicists resort to one or another paradoxical interpretation of it. David Deutsch, who's talking here, in "The Fabric of Reality," embraces the many-worlds interpretation of quantum theory, because the worst that you can say about it is that it's preposterously wasteful. It postulates a vast and rapidly growing number of universes existing in parallel, mutually undetectable, except through the narrow porthole of quantum mechanical experiments. And that's Richard Feynman.
Öyle tuhaftır ki, fizikçiler teorinin mantığa aykırı görünen izahatlarına başvurmuşlardır. David Deutsch, bu konferansta da konuşacak, "The Fabric of Reality" isimli kitabında, kuantum teorisinin "birçok dünya" yorumunu benimsiyor, çünkü bu yorum hakkında söyleyebileceğiniz en kötü şey, budalalık derecesinde boş olduğu. Yorum, geniş ve hızla büyüyen sayıda evrenin birbirine paralel bir şekilde var olduğunu varsayıyor ve kuantum mekanik deneylerinin dar lombozları olmadan, karşılıklı olarak tespit edilemez olduklarını öngörüyor. Ve bu da Richard Feynman.
The biologist Lewis Wolpert believes that the queerness of modern physics is just an extreme example. Science, as opposed to technology, does violence to common sense. Every time you drink a glass of water, he points out, the odds are that you will imbibe at least one molecule that passed through the bladder of Oliver Cromwell. (Laughter) It's just elementary probability theory.
Biyolog Lewis Wolpert modern fiziğin tuhaflığının çok uç bir örnek olduğuna inanıyor. Bilim, teknolojinin aksine, sağduyuya zorbalık ediyor. Wolpert, içtiğiniz her bardak suyun içerisindeki en az bir molekülün, Oliver Cromwell'in mesanesinden geçmiş olması olasılığına işaret ediyor. (Gülüşmeler) Yalnızca temel olasılık teorisi.
(Laughter)
Bir bardak içerisindeki molekül sayısı, dünyadaki
The number of molecules per glassful is hugely greater than the number of glassfuls, or bladdersful, in the world. And of course, there's nothing special about Cromwell or bladders -- you have just breathed in a nitrogen atom that passed through the right lung of the third iguanodon to the left of the tall cycad tree.
bardakların sayısından da, mesanelerin sayısından da çok daha büyük ve, elbette, Cromwell ya da mesanelerle ilgili özel bir şey yok. Az önceki nefesinizle, uzun palmiye ağacının soldan üçüncü iguandonunun sağ akciğerinden geçen bir azot atomunu içinize çektiniz.
"Queerer than we can suppose." What is it that makes us capable of supposing anything, and does this tell us anything about what we can suppose? Are there things about the universe that will be forever beyond our grasp, but not beyond the grasp of some superior intelligence? Are there things about the universe that are, in principle, ungraspable by any mind, however superior? The history of science has been one long series of violent brainstorms, as successive generations have come to terms with increasing levels of queerness in the universe. We're now so used to the idea that the Earth spins, rather than the Sun moves across the sky, it's hard for us to realize what a shattering mental revolution that must have been. After all, it seems obvious that the Earth is large and motionless, the Sun, small and mobile. But it's worth recalling Wittgenstein's remark on the subject: "Tell me," he asked a friend, "why do people always say it was natural for man to assume that the Sun went 'round the Earth, rather than that the Earth was rotating?" And his friend replied, "Well, obviously, because it just looks as though the Sun is going round the Earth." Wittgenstein replied, "Well, what would it have looked like if it had looked as though the Earth was rotating?"
"Tahmin edebileceğimizden daha tuhaf." Bizi herhangi bir şeyi tahmin edebilir kılan nedir, ve bu bize ne tahmin edebileceklerimize dair bir şey söyler mi? Evren ile ilgili sonsuza değin kavrayamayacağımız, fakat bazı daha üstün canlıların kavrayabileceği şeyler var mı? Evren ile ilgili, ne kadar üstün olursa olsun herhangi bir dimağ tarafından kavranamaz şeyler var mı? Birbirini takip eden nesiller evrenin giderek artan tuhaflıkları ile uzlaştıkça, bilim tarihi, bir dizi uzun ve şiddetli beyin fırtınası ola geldi. Güneş'in gökyüzünde hareket ediyor olduğundan ziyade, Dünya'nın dönüyor olduğu fikrine artık alışığız. Bunun ne kadar allak bullak edici bir düşünsel devrim olmuş olduğunu kavramamız zor. En nihayetinde Dünya'nın büyük ve hareketsiz, Güneş'in ise küçük ve seyyar olduğu aşikar gibi görünüyor. Fakat yine de Wittgenstein'ın bu konudaki yorumu hatırlamaya değer. "Söyle bana," diyor Wittgenstein bir arkadaşına, "herkes neden sürekli insanın Dünya'nın kendi etrafında dönmesi yerine, Güneş'in Dünya etrafında döndüğünü varsaymış olması doğaldı diyorlar?" Arkadaşı yanıtlıyor: "Eh, çünkü gerçekten Güneş Dünya'nın etrafında dönüyormuş gibi görünüyor da ondan." Wittgenstein şöyle yanıt veriyor: "Peki, Dünya kendi etrafında dönüyormuş gibi olsaydı nasıl görünürdü?" (Gülüşmeler)
(Laughter)
Science has taught us, against all intuition, that apparently solid things, like crystals and rocks, are really almost entirely composed of empty space. And the familiar illustration is the nucleus of an atom is a fly in the middle of a sports stadium, and the next atom is in the next sports stadium. So it would seem the hardest, solidest, densest rock is really almost entirely empty space, broken only by tiny particles so widely spaced they shouldn't count. Why, then, do rocks look and feel solid and hard and impenetrable? As an evolutionary biologist, I'd say this: our brains have evolved to help us survive within the orders of magnitude, of size and speed which our bodies operate at. We never evolved to navigate in the world of atoms. If we had, our brains probably would perceive rocks as full of empty space. Rocks feel hard and impenetrable to our hands, precisely because objects like rocks and hands cannot penetrate each other. It's therefore useful for our brains to construct notions like "solidity" and "impenetrability," because such notions help us to navigate our bodies through the middle-sized world in which we have to navigate.
Bilim, tüm önsezilerimize karşın, kristaller ve kayalar gibi katı cisimlerin dahi neredeyse tamamen boşluklardan ibaret olduğunu öğretti. Ve bildik bir örnek de bir atomun çekirdeğinin bir stadyumun ortasındaki sinek olduğu, sonraki atomun ise bir diğer stadyum olduğu. Dolayısıyla en sert, en aralıksız, en yoğun kaya bile gerçekten de neredeyse tamamen birbirinden uzak küçük parçacıklar tarafından bozulan bir boşluktan ibaret. Öyleyse kayalar neden sert ve içinden geçilemez görünüyor ve hissediliyor? Bir evrim biyoloğu olarak şöyle derdim: beyinlerimiz, vücutlarımızın iş gördüğü büyüklük ve hız koşullarında hayatta kalmamızı sağlayacak şekilde evrildi. Hiçbir zaman atomların dünyasında hareket edecek şekilde evrilmedik. Öyle olmuş olsaydı muhtemelen beyinlerimiz kayaları boşluk ile dolu olarak algılardı. Kayalar ellerimiz tarafından sert ve içine girilemez hissediliyor, çünkü kayalar ve eller gibi cisimler birbirlerinin içlerine giremezler. Dolayısıyla beyinlerimizin "sertlik" ve "nüfuz edilemezlik" gibi kavramlar inşa etmiş olması faydalı, çünkü içinde hareket etmemiz gereken orta boy dünyada, vücutlarımızı hareket ettirebilmemize bu gibi kavramlar yardım ediyor.
Moving to the other end of the scale, our ancestors never had to navigate through the cosmos at speeds close to the speed of light. If they had, our brains would be much better at understanding Einstein. I want to give the name "Middle World" to the medium-scaled environment in which we've evolved the ability to take act -- nothing to do with "Middle Earth" -- Middle World.
Ölçeğin diğer ucuna gittiğimizde, atalarımız hiçbir zaman kainat içerisinde ışık hızına yakın hızlarla hareket etmek zorunda kalmadı. Kalmış olsalardı, beyinlerimiz Einstein'ı anlamakta çok daha iyi olurlardı. İçinde hareket etme becerisine sahip olacak şekilde evrildiğimiz orta ölçekli ortama "Ortanca Dünya" adını vermek istiyorum -- Tolkien'in "Orta Dünya"sı ile ilgisi yok. "Ortanca Dünya". (Gülüşmeler)
(Laughter)
We are evolved denizens of Middle World, and that limits what we are capable of imagining. We find it intuitively easy to grasp ideas like, when a rabbit moves at the sort of medium velocity at which rabbits and other Middle World objects move, and hits another Middle World object like a rock, it knocks itself out.
Ortanca Dünya'nın sakinleri olarak evrildik ve bu da ne hayal edebileceğimizi kısıtlıyor. Bir tavşanın, diğer Ortanca Dünya tavşanları ve objeleri gibi ortalama bir hızla hareket edişini, bir diğer Ortanca Dünya objesine, mesela bir kayaya çarpışını kolayca kavrayabilir, hayal edebilirsiniz.
May I introduce Major General Albert Stubblebine III, commander of military intelligence in 1983.
Size 1983 yılında askeri haber alma şefi olan Tümgeneral Albert Stubblebine III'ü tanıtmak isterim.
"...[He] stared at his wall in Arlington, Virginia, and decided to do it. As frightening as the prospect was, he was going into the next office. He stood up and moved out from behind his desk. 'What is the atom mostly made of?' he thought, 'Space.' He started walking. 'What am I mostly made of? Atoms.' He quickened his pace, almost to a jog now. 'What is the wall mostly made of?'
Arlington, Virginia'da gözlerini duvarına dikti ve yapmaya karar verdi. Hedefi bitişikteki ofis odasına gitmekti. Ayağa kalktı, masasının arkasından çıktı. Atom ağırlıklı olarak neyden oluşuyor? diye düşündü. Boşluk. Yürümeye başladı. Ben ağırlıklı olarak neyden oluşuyorum? Atomlar. Adımlarını sıklaştırdı. Duvar ağırlıklı olarak neyden oluşuyordu? Atomlar.
(Laughter)
'Atoms!' All I have to do is merge the spaces. Then, General Stubblebine banged his nose hard on the wall of his office. Stubblebine, who commanded 16,000 soldiers, was confounded by his continual failure to walk through the wall. He has no doubt that this ability will one day be a common tool in the military arsenal. Who would screw around with an army that could do that?"
Tek yapmam gereken boşlukları denk getirmek. General Stubblebine burnunu ofisinin duvarına sağlam bir şekilde çarpmıştı. 16,000 askeri komuta eden Stubblebine, duvardan geçmekteki mütemadi başarısızlığı karşısında şaşkındı. Bu becerinin, bir gün, genel bir askeri araç haline geleceğinden şüphesi yoktu. Kim bunu yapabilen bir orduya dalaşabilirdi? Bu, geçen gün Playboy dergisinde
That's from an article in Playboy, which I was reading the other day.
okuduğum bir makaledendi. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Bunun doğru olmadığını düşünmem için sebep yok.
I have every reason to think it's true; I was reading Playboy because I, myself, had an article in it.
Playboy okuyordum, çünkü içinde benim yazdığım bir makale de vardı. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Ortanca Dünya'da yetişmiş ham insan sezgisi, Galileo,
Unaided human intuition, schooled in Middle World, finds it hard to believe Galileo when he tells us a heavy object and a light object, air friction aside, would hit the ground at the same instant. And that's because in Middle World, air friction is always there. If we'd evolved in a vacuum, we would expect them to hit the ground simultaneously. If we were bacteria, constantly buffeted by thermal movements of molecules, it would be different. But we Middle-Worlders are too big to notice Brownian motion. In the same way, our lives are dominated by gravity, but are almost oblivious to the force of surface tension. A small insect would reverse these priorities.
havanın sürtünmesi yok sayıldığında ağır ve hafif bir obje yere aynı anda düşer dediğinde, buna inanamaz. Çünkü Ortanca Dünya'da havanın sürtünmesi hep oradadır. Eğer boşluk içerisinde evrilmiş olsaydık, yere aynı anda çarpmalarını beklerdik. Eğer bakteri olsaydık, ve sürekli moleküllerin termal hareketleri ile boğuşsaydık durum farklı olurdu, fakat biz Ortanca Dünyalılar Brownian hareketini fark etmek için çok büyüğüz. Aynı şekilde hayatlarımız yer çekiminin tahakkümünde, fakat yüzey geriliminden neredeyse habersiziz. Küçük bir böcek bu öncelikleri tersine çevirirdi.
Steve Grand -- he's the one on the left, Douglas Adams is on the right. Steve Grand, in his book, "Creation: Life and How to Make It," is positively scathing about our preoccupation with matter itself. We have this tendency to think that only solid, material things are really things at all. Waves of electromagnetic fluctuation in a vacuum seem unreal. Victorians thought the waves had to be waves in some material medium: the ether. But we find real matter comforting only because we've evolved to survive in Middle World, where matter is a useful fiction. A whirlpool, for Steve Grand, is a thing with just as much reality as a rock.
Steve Grand -- soldaki. Sağdaki de Douglas Adams -- Steve Grand, "Creation: Life and How to Make It" isimli kitabında maddenin kendisi ile ilgili meşguliyetimizi emin bir şekilde yaralıyor. Yalnızca katı, maddi şeyleri gerçek şeylerden saymaya dair bir eğilimimiz var. Bir boşluk içerisindeki elektromanyetik dalgalar bize gerçek dışı görünüyor. Muhafazakarlar dalgaların bir şekilde maddesel bir ortam içinde olmak zorunda olduğunu düşündüler -- eter (beşinci element). Fakat biz gerçek maddeyi sadece, maddenin faydalı bir kurgu olduğu Ortanca Dünyada evrildiğimiz için konforlu buluyoruz. Grand'e göre bir anafor, bir kayanın sahip olduğu kadar gerçekliğe sahiptir.
In a desert plain in Tanzania, in the shadow of the volcano Ol Doinyo Lengai, there's a dune made of volcanic ash. The beautiful thing is that it moves bodily. It's what's technically known as a "barchan," and the entire dune walks across the desert in a westerly direction at a speed of about 17 meters per year. It retains its crescent shape and moves in the direction of the horns. What happens is that the wind blows the sand up the shallow slope on the other side, and then, as each sand grain hits the top of the ridge, it cascades down on the inside of the crescent, and so the whole horn-shaped dune moves. Steve Grand points out that you and I are, ourselves, more like a wave than a permanent thing. He invites us, the reader, to think of an experience from your childhood, something you remember clearly, something you can see, feel, maybe even smell, as if you were really there. After all, you really were there at the time, weren't you? How else would you remember it? But here is the bombshell: You weren't there. Not a single atom that is in your body today was there when that event took place. Matter flows from place to place and momentarily comes together to be you. Whatever you are, therefore, you are not the stuff of which you are made. If that doesn't make the hair stand up on the back of your neck, read it again until it does, because it is important.
Tanzanya'daki bir çöl ovasında, Ol Donyo Lengai yanardağının gölgesinde, volkanik küllerden oluşmuş bir kumul vardır. Güzel olan, bu kumul hareket eder. Bu, teknik olarak 'barchan' olarak bilinen olaydır ve bütün kumul çöl boyunca yılda 17 metre hızla batı istikametinde yürür. Hilal şeklindeki gidişatını korur ve hilalin boynuzlarına doğru hareket eder. Olan şey şu: rüzgar, kum tanelerini diğer taraftan rampanın tepesine doğru üfler, kum sırtın tepesine ulaşınca, kumulun diğer tarafındaki hilâlin içine doğru akar, bu yolla boynuz şekilli kumulun tamamı hareket eder. Steve Grand, sizin ve benim, bizlerin, sabit bir şeyden ziyade dalga gibi olduğumuzu söyler. Okuyucusunu düşünmeye davet eder: "çocukluk günlerinizden kalma, net bir şekilde hatırladığınız, gerçekten oradaymış gibi görebildiğiniz, hissedebildiğiniz bir deneyimi düşünün. Sonuçta gerçekten her an oradaydınız, değil mi? Yoksa nasıl hatırlardınız? Sürpriz ise burada: Orada değildiniz. Hatırladığınız olay gerçekleşirken, bugün vücudunuzda olan hiçbir atom orada değildi. Madde mekândan mekâna akar, "siz" olmak için anlık olarak biraraya gelir. Dolayısıyla her ne iseniz, aslında sizi meydana getiren şey değilsiniz. Bu önemli. Bu yüzden eğer tüyleriniz diken diken olmadıysa tekrar okuyun, ta ki olana kadar. Çünkü bu önemli."
So "really" isn't a word that we should use with simple confidence. If a neutrino had a brain, which it evolved in neutrino-sized ancestors, it would say that rocks really do consist of empty space. We have brains that evolved in medium-sized ancestors which couldn't walk through rocks. "Really," for an animal, is whatever its brain needs it to be in order to assist its survival. And because different species live in different worlds, there will be a discomforting variety of "reallys." What we see of the real world is not the unvarnished world, but a model of the world, regulated and adjusted by sense data, but constructed so it's useful for dealing with the real world.
Dolayısıyla "gerçekten", yalın bir güven ile kullanabileceğimiz bir kelime değil. Eğer nötrinonun, nötrino-boy atalarından evrilmiş bir beyni olsaydı, kayaların gerçekten boşluktan ibaret olduğunu söylerdi. Bizim, taşların içinden yürüyemeyen, orta-boy atalarımızdan evrilmiş beyinlerimiz var. Bir hayvan için "gerçekten", beynin hayvanın hayatta kalması için ihtiyacı neyse odur, farklı türler farklı dünyalarda yaşadıkları için de, rahatsız edecek kadar çeşitli "gerçekten"ler ortaya çıkar. Gerçek dünya olarak gördüğümüz şey yalın dünya değil, dünyanın, algının sağladığı verilerle düzenlenen ve ayarlanan bir modelidir, fakat gerçek dünyayla başa çıkmakta faydalı olacak şekilde inşa edilmiştir.
The nature of the model depends on the kind of animal we are. A flying animal needs a different kind of model from a walking, climbing or swimming animal. A monkey's brain must have software capable of simulating a three-dimensional world of branches and trunks. A mole's software for constructing models of its world will be customized for underground use. A water strider's brain doesn't need 3D software at all, since it lives on the surface of the pond, in an Edwin Abbott flatland.
Modelin doğası nasıl bir hayvan olduğumuza bağlıdır. Uçan bir hayvan, yürüyen, tırmanan ya da yüzen bir hayvandan farklı bir modele ihtiyaç duyar. Bir maymunun beyni yazılımsal olarak ağaç gövdeleri ve dalların üç boyutlu simülasyonunu yapabilir olmalıdır. Bir köstebeğin dünyayı modelleyen yazılımı, yeraltı kullanımı için uyarlanmış olur. Bir su sineğinin beyninin üç boyutlu modellemeye ihtiyacı yoktur, çünkü Edwin Abbott'un yaylasındaki bir göletin yüzeyinde yaşar.
I've speculated that bats may see color with their ears. The world model that a bat needs in order to navigate through three dimensions catching insects must be pretty similar to the world model that any flying bird -- a day-flying bird like a swallow -- needs to perform the same kind of tasks. The fact that the bat uses echoes in pitch darkness to input the current variables to its model, while the swallow uses light, is incidental. Bats, I've even suggested, use perceived hues, such as red and blue, as labels, internal labels, for some useful aspect of echoes -- perhaps the acoustic texture of surfaces, furry or smooth and so on -- in the same way as swallows or indeed, we, use those perceived hues -- redness and blueness, etc. -- to label long and short wavelengths of light. There's nothing inherent about red that makes it long wavelength.
Yarasaların renkleri kulakları ile görebileceğini ortaya atmıştım. Yarasaların üçüncü boyutta hareket etmek ve böcek yakalamak için ihtiyaç duyduğu dünya modeli, kırlangıç gibi gündüz uçan bir kuşun benzer işleri gerçekleştirmek için oluşturduğu modele epeyce benzer olmalıdır. Serçe modelinin girdileri olarak ışığı kullanırken, yarasanın zifiri karanlıkta ekoları kullanıyor olması tesadüfidir. Yarasaların, ekoları kullanışlı şekilde etiketlemek için, algıladıkları renk tonlarını kullanıyor olduklarını da ortaya atmıştım, -- bunlar belki yüzeylerin akustik dokuları; tüylü, pürüzsüz gibi -- aynen kırlangıçların ve tabi bizim algıladığımız renk tonlarını -- kırmızılık ve mavilik gibi -- ışığın uzun ve kısa dalga boylarını etiketlemekte kullanışımız gibi. Kırmızının doğasında, onu uzun dalgaboylu yapan hiç bir şey yok.
The point is that the nature of the model is governed by how it is to be used, rather than by the sensory modality involved. J.B.S. Haldane himself had something to say about animals whose world is dominated by smell. Dogs can distinguish two very similar fatty acids, extremely diluted: caprylic acid and caproic acid. The only difference, you see, is that one has an extra pair of carbon atoms in the chain. Haldane guesses that a dog would probably be able to place the acids in the order of their molecular weights by their smells, just as a man could place a number of piano wires in the order of their lengths by means of their notes. Now, there's another fatty acid, capric acid, which is just like the other two, except that it has two more carbon atoms. A dog that had never met capric acid would, perhaps, have no more trouble imagining its smell than we would have trouble imagining a trumpet, say, playing one note higher than we've heard a trumpet play before. Perhaps dogs and rhinos and other smell-oriented animals smell in color. And the argument would be exactly the same as for the bats.
Önemli olan ve modelin doğasını terbiye eden şey, algılama yönteminden ziyade, modelin nasıl kullanılacağı. J. B .S. Haldane'in dünyasında kokunun hüküm sürdüğü canlılara dair söyleyeceği bir şeyi vardı: Köpekler çok benzer, oldukça seyreltilmiş iki yağ asidini ayırt edebilirler: kaprilik asit ve kaproik asit. Görebileceğiniz gibi tek fark, zincir içerisindeki ekstra iki karbon atomu. Heldane'in tahminine göre bir köpek, asitleri kokularından yola çıkarak moleküler ağırlıklarına göre, aynen bir insanın piyano tellerini seslerinden yola çıkarak uzunluklarına göre sıralayabileceği gibi sıralayabiliyor. Şimdi, bir yağ asidi daha var, kaprik asit, diğer ikisi gibi, tek farkı iki tane daha karbon atomu. Daha önce kaprik asit ile hiç karşılaşmamış bir köpek, muhtemelen, onun kokusunu hayal etmekte, daha önce duyduğumuz trompet notalarından bir nota daha yüksekten çalan bir trompeti hayal ederken zorlanacağımız kadar zorlanır. Belki köpekler, gergedanlar ve diğer koku odaklı hayvanlar renklerle kokluyorlar. Ve iddia yarasalarla ilgili olanın aynısı olurdu.
Middle World -- the range of sizes and speeds which we have evolved to feel intuitively comfortable with -- is a bit like the narrow range of the electromagnetic spectrum that we see as light of various colors. We're blind to all frequencies outside that, unless we use instruments to help us. Middle World is the narrow range of reality which we judge to be normal, as opposed to the queerness of the very small, the very large and the very fast. We could make a similar scale of improbabilities; nothing is totally impossible. Miracles are just events that are extremely improbable. A marble statue could wave its hand at us; the atoms that make up its crystalline structure are all vibrating back and forth anyway. Because there are so many of them, and because there's no agreement among them in their preferred direction of movement, the marble, as we see it in Middle World, stays rock steady. But the atoms in the hand could all just happen to move the same way at the same time, and again and again. In this case, the hand would move, and we'd see it waving at us in Middle World. The odds against it, of course, are so great that if you set out writing zeros at the time of the origin of the universe, you still would not have written enough zeros to this day.
Ortanca Dünya, -- sezgisel olarak rahat hissedecek şekilde evrildiğimiz büyüklükler ve hızlar -- elektromanyetik tayfın, ışığı çeşitli renkler olarak gördüğümüz dar aralığı gibidir. Bir takım araçlardan yardım almadığımız sürece, bu aralığın dışında kalan frekanslara körüz. Ortanca Dünya, gerçekliğin, çok küçük, çok büyük ve çok hızlı olanın tuhaflığı aksine "normal" kabul ettiğimiz dar bir aralığı. Olasılıksızlıkların benzer bir ölçeklendirmesini yapabilirdik; hiçbir şey tamamen imkansız değil. Mucizeler, muazzam düşük olasılıklardan başka bir şey değiller. Mermer bir heykel bize el sallayabilirdi; kristal yapıyı meydana getiren atomlar, zaten hali hazırda ileri geri titreşiyorlar. Çok fazla oldukları için ve tercih ettikleri hareket yönüne dair bir anlaşmaları olmadığı için, Ortanca Dünya'da gördüğümüz mermer, kaya gibi hareketsiz. Fakat eli oluşturan atomlar aynı anda aynı yöne tekrar tekrar hareket etselerdi, Ortanca Dünya'da elin hareket ettiğini ve bize el salladığını görürdük. Elbette bunun olma ihtimali çok çok düşük, öyle ki, virgülden sonraki sıfırları yan yana yazmaya evren oluştuğu anda başlamış olsaydınız, bu gün, halâ yazıyor olurdunuz.
Evolution in Middle World has not equipped us to handle very improbable events; we don't live long enough. In the vastness of astronomical space and geological time, that which seems impossible in Middle World might turn out to be inevitable. One way to think about that is by counting planets. We don't know how many planets there are in the universe, but a good estimate is about 10 to the 20, or 100 billion billion. And that gives us a nice way to express our estimate of life's improbability. We could make some sort of landmark points along a spectrum of improbability, which might look like the electromagnetic spectrum we just looked at.
Ömrümüz kısa, bu yüzden Ortanca Dünya'da olasılığı çok düşük olayları kavrayacak şekilde evrilmedik. Ortanca Dünya'da "imkansız" görünen bir şey, evren ve zamanın enginliği içerisinde "kaçınılmaz" olabilir. Gezegenleri sayarak bunu düşünebiliriz. Evrende kaç gezegen olduğunu bilmiyoruz, ama iyi bir tahminle 10, 20 ya da 100 milyar kere milyar taneler. Bu da bize canlılığın olasılıksızlığını ifade için iyi bir yol veriyor. Bir olasılıksızlık spektrumunda, gördüğümüz elektromanyetik tayf gibi bir takım sınır noktaları belirleyebilirdik.
If life has arisen only once on any -- life could originate once per planet, could be extremely common or it could originate once per star or once per galaxy or maybe only once in the entire universe, in which case it would have to be here. And somewhere up there would be the chance that a frog would turn into a prince, and similar magical things like that. If life has arisen on only one planet in the entire universe, that planet has to be our planet, because here we are talking about it. And that means that if we want to avail ourselves of it, we're allowed to postulate chemical events in the origin of life which have a probability as low as one in 100 billion billion. I don't think we shall have to avail ourselves of that, because I suspect that life is quite common in the universe. And when I say quite common, it could still be so rare that no one island of life ever encounters another, which is a sad thought.
Eğer hayat her bir şey için -- eğer --- demek istediğim, hayat her gezegende ortaya çıkmış olabilirdi, çok sıradan olabilirdi, ya da her yıldız ya da galaksi başına bir kez ortaya çıkabilirdi, ya da belki evren başına bir tane, ki bu durumda da hayat sadece burada olurdu. Ve oralarda bir yerlerde, bir kurbağanın prense dönüşmesine benzer büyülü şeyler için bir şans olabilirdi. Eğer hayat evrende sadece bir gezegende ortaya çıktıysa, o gezegen bu olmak zorunda, çünkü buradayız ve hakkında konuşuyoruz. Bu durumda bundan bir yarar sağlamak istersek, hayatın ortaya çıkmasına yol açacak kimyasal olayların olma olasılığının 100 milyar milyarda bir olduğunu öne sürebilirdik. Öte yandan bence, bundan böyle bir yarar sağlamamalıyız, çünkü hayatın evren içerisinde bayağı sıradan olduğundan şüpheleniyorum. Bayağı sıradan derken, halâ o kadar ender olabilir ki üzücü bir şekilde, hiçbir yaşam formu diğeri ile hiç karşılaşmayabilir.
How shall we interpret "queerer than we can suppose?" Queerer than can in principle be supposed, or just queerer than we can suppose, given the limitations of our brain's evolutionary apprenticeship in Middle World? Could we, by training and practice, emancipate ourselves from Middle World and achieve some sort of intuitive as well as mathematical understanding of the very small and the very large? I genuinely don't know the answer. I wonder whether we might help ourselves to understand, say, quantum theory, if we brought up children to play computer games beginning in early childhood, which had a make-believe world of balls going through two slits on a screen, a world in which the strange goings-on of quantum mechanics were enlarged by the computer's make-believe, so that they became familiar on the Middle-World scale of the stream. And similarly, a relativistic computer game, in which objects on the screen manifest the Lorentz contraction, and so on, to try to get ourselves -- to get children into the way of thinking about it.
"Hayal edebileceğimizden daha tuhaf"ı nasıl yorumlayalım? Esas olarak hayal edilebilirden daha tuhaf olarak mı, yoksa Ortanca Dünya'da evrilmiş beyinlerimizin koyduğu limitler yüzünden, "bizim" hayal edebileceğimizden daha tuhaf olarak mı? Kendimizi eğitim ve pratik ile Ortanca Dünya'dan azat edip, hem matematik hem de sezgisel bir seviyede çok küçük ve çok büyük olanı anlayabilir miyiz? Yanıtı gerçekten bilmiyorum. Merak ediyorum kendimize, kuantum teorisini anlamak için yardım edebilir miyiz. Çocukları erken yaşlardan itibaren ekran üzerindeki yarıklardan geçen topların olduğu inandırıcı bilgisayar oyunları oynatsak, içinde kuantum mekaniğinin garipliklerinin döndüğü bir dünyayı büyüterek bilgisayarın inandırıcılığı ile önlerine koysak, bu şekilde Ortanca Dünya ölçeğindeki akış içinde anlaşılır hale gelseler. Ya da mesela, çocukları üzerinde düşünecek noktaya getirmek için nesnelerin Lorenz Transformasyonu'nu ekranda gösteren bir rölativistik bilgisayar oyunu, vesaire.
I want to end by applying the idea of Middle World to our perceptions of each other. Most scientists today subscribe to a mechanistic view of the mind: we're the way we are because our brains are wired up as they are, our hormones are the way they are. We'd be different, our characters would be different, if our neuro-anatomy and our physiological chemistry were different. But we scientists are inconsistent. If we were consistent, our response to a misbehaving person, like a child-murderer, should be something like: this unit has a faulty component; it needs repairing. That's not what we say. What we say -- and I include the most austerely mechanistic among us, which is probably me -- what we say is, "Vile monster, prison is too good for you." Or worse, we seek revenge, in all probability thereby triggering the next phase in an escalating cycle of counter-revenge, which we see, of course, all over the world today. In short, when we're thinking like academics, we regard people as elaborate and complicated machines, like computers or cars. But when we revert to being human, we behave more like Basil Fawlty, who, we remember, thrashed his car to teach it a lesson, when it wouldn't start on "Gourmet Night."
Ortanca Dünya fikrini birbirimizin algılarına uygulayarak bitirmek istiyorum. Bugün bir çok bilim insanı algıya dair mekanik bir görüşe bağlı: biz olduğumuz gibiyiz, hormonlarımız oldukları gibiler, çünkü beynimiz bu şekilde kablolanmış. Eğer nöroanatomimiz ve fizyolojik kimyamız farklı olsaydı, karakterlerimiz farklı olurdu, biz farklı olurduk. Fakat bilim insanları olarak çelişkiliyiz. Tutarlı olsaydık, yanlış davranan birisine, mesela bir çocuk katiline karşı tutumumuz şöyle olurdu: "bu fert hatalı bir bileşene sahip, düzeltilmeye ihtiyacı var". Fakat öyle demiyoruz. Aramızdaki en mekaniksel kişileri de -- ki en mekanik kişi ben olabilirim -- içine dahil ettiğim bizler bile, "Alçak canavar, hapis senin için fazla iyi" diyoruz. Ya da daha fenası, bunu bugün dünyanın her yanında gördüğümüz gibi, bir sonraki döngüsünde muhtemelen daha kuvvetli karşı intikamları doğuracak intikamlar arıyoruz. Kısacası, akademikler gibi düşündüğümüzde, insanları ayrıntılı ve karmaşık makineler olarak görüyoruz, arabalar ya da bilgisayarlar gibi, fakat insan olmaya döndüğümüzde, daha çok, bir gurme gecesinde bir türlü çalışmayan arabasına bir ders vermek için onu hurdaya çeviren Basil Fawlty gibi davranıyoruz. (Gülüşmeler)
(Laughter)
The reason we personify things like cars and computers is that just as monkeys live in an arboreal world and moles live in an underground world and water striders live in a surface tension-dominated flatland, we live in a social world. We swim through a sea of people -- a social version of Middle World. We are evolved to second-guess the behavior of others by becoming brilliant, intuitive psychologists. Treating people as machines may be scientifically and philosophically accurate, but it's a cumbersome waste of time if you want to guess what this person is going to do next. The economically useful way to model a person is to treat him as a purposeful, goal-seeking agent with pleasures and pains, desires and intentions, guilt, blame-worthiness. Personification and the imputing of intentional purpose is such a brilliantly successful way to model humans, it's hardly surprising the same modeling software often seizes control when we're trying to think about entities for which it's not appropriate, like Basil Fawlty with his car or like millions of deluded people, with the universe as a whole.
Arabalar, bilgisayar gibi şeylere kişilik verişimizin nedeni, maymunların bir ağaç dünyasında, köstebeklerin bir yeraltı dünyasında, su sineklerinin yüzey geriliminin hakim olduğu ovalarda yaşaması gibi, bizim de sosyal bir dünya içinde yaşıyor olmamız. Bir insan denizinde yüzüyoruz -- -- Ortanca Dünya'nın sosyal versiyonu. Başkalarının davranışlarını tahmin edecek müthiş, sezgisel psikologlar olarak evrildik. İnsanlara makine gibi muamele etmek bilimsel ve felsefik olarak isabetli olabilir, fakat bu yöntemle bir kişinin yapacağı sonraki şeyi tahmin etmek istiyorsanız, bu vakit kaybıdır. Bir kişiyi hesaplı şekilde moedellemenin yolu onu zevk ve acı duyan, arzu ve gaye sahibi, suçluluk hisseden, amaç sahibi ve başarı odaklı birisi olarak görmektir. Kişileştirme, insanları modellemek için öylesine başarılı bir yoldur ki, kullanılmasının uygun olmadığı varlıklar üstünde çalıştırıldığında Basil Fawlty ve arabası ya da evrenin tamamı ile ilgili yanlış fikirlere sahip milyonlarda olduğu gibi, aynı modelleme yazılımının kontrolü sık sık ele geçirdiğini görmek şaşırtıcı değildir. (Gülüşmeler)
(Laughter)
If the universe is queerer than we can suppose, is it just because we've been naturally selected to suppose only what we needed to suppose in order to survive in the Pleistocene of Africa? Or are our brains so versatile and expandable that we can train ourselves to break out of the box of our evolution? Or finally, are there some things in the universe so queer that no philosophy of beings, however godlike, could dream them?
Eğer evren varsayabileceğimizden daha tuhaf ise, bunun sebebi buzul çağının Afrika'sında hayatta kalmak için, "sadece varsaymamız gerektiği kadarını" varsaydığımız için doğal seçilmiş olmamız olabilir mi? Yoksa beyinlerimiz evrimimizin yarattığı ilk izlenimi kıracak şekilde eğitilecek kadar çok yönlü ve genişleyebilir bir şey mi? Ya da, son olarak, evrende, ne kadar tanrısal olursa olsun hiçbir şey tarafından hayal edilemeyecek kadar tuhaf şeyler var mı?
Thank you very much.
Çok teşekkürler.
(Applause)