I want to start with a story, a la Seth Godin, from when I was 12 years old. My uncle Ed gave me a beautiful blue sweater -- at least I thought it was beautiful. And it had fuzzy zebras walking across the stomach, and Mount Kilimanjaro and Mount Meru were kind of right across the chest, that were also fuzzy. And I wore it whenever I could, thinking it was the most fabulous thing I owned.
Bir hikaye ile başlamak istiyorum, 12 yaşında olduğum zamandan. Ed Amcam bana güzel bir mavi süveter hediye etmişti -- en azından güzel olduğunu düşünmüştüm. Süveterin karın bölgesi üstünde tüylü zebralar vardı. ve göğüs kısmının tam karşısında yine tüylü olan Kilimanjaro ve Meru Dağları bulunuyordu. Ve her fırsatım olduğunda onu giyerdim, o süveterin sahip olduğum en harika şey olduğunu düşünerek.
Until one day in ninth grade, when I was standing with a number of the football players. And my body had clearly changed, and Matt, who was undeniably my nemesis in high school, said in a booming voice that we no longer had to go far away to go on ski trips, but we could all ski on Mount Novogratz. (Laughter) And I was so humiliated and mortified that I immediately ran home to my mother and chastised her for ever letting me wear the hideous sweater. We drove to the Goodwill and we threw the sweater away somewhat ceremoniously, my idea being that I would never have to think about the sweater nor see it ever again.
dokuzuncu sınıftaki bir güne kadar, bir dizi futbolcu ile bir aradayken. vücudum açıkça değişmişti, ve Matt Mussolina, ki o lisede benim inkar edilmez en yakın arkadaşımdı, gürleyen bir ses tonu ile artık kaymak için çok uzağa gitmek zorunda olmadığımızı söyledi. ama Novogratz Dağında kayabilirdik. (Gülme) Ve o kadar küçük düşmüş ve utanmıştım ki hemen eve anneme koştum ve onu o iğrenç süveteri giymeme izin verdiği için azarladım. Arabayla Goodwill'e gittik ve süveteri attık. biraz merasimle, niyetim bir daha süveteri ne düşünmek ne de bir daha onu görmek zorunda olmaktı.
Fast forward -- 11 years later, I'm a 25-year-old kid. I'm working in Kigali, Rwanda, jogging through the steep slopes, when I see, 10 feet in front of me, a little boy -- 11 years old -- running toward me, wearing my sweater. And I'm thinking, no, this is not possible. But so, curious, I run up to the child -- of course scaring the living bejesus out of him -- grab him by the collar, turn it over, and there is my name written on the collar of this sweater.
İleri doğru hızlıca -- 11 yıl sonra, 25 yaşında bir çocuğum. Kigali, Rwanda'da çalışıyorum, dik yamaçlar boyunca koşuşuyorum, 3 metre önümde bana doğru koşan ve üzerinde benim süveterim olan 11 yaşında küçük bir oğlan çocuğu gördüm. kendi kendime, hayır, bu mümkün değil diyorum. ama meraklı bir şekilde, çocuğa kadar koşuyorum -- kesinlikle ödü patlıyor -- yakasından yakalayıp, kendime doğru çeviriyorum ve süveterin yakasına yazılmış adımı görüyorum.
I tell that story, because it has served and continues to serve as a metaphor to me about the level of connectedness that we all have on this Earth. We so often don't realize what our action and our inaction does to people we think we will never see and never know. I also tell it because it tells a larger contextual story of what aid is and can be. That this traveled into the Goodwill in Virginia, and moved its way into the larger industry, which at that point was giving millions of tons of secondhand clothing to Africa and Asia. Which was a very good thing, providing low cost clothing. And at the same time, certainly in Rwanda, it destroyed the local retailing industry. Not to say that it shouldn't have, but that we have to get better at answering the questions that need to be considered when we think about consequences and responses.
Bu hikayeyi anlatıyorum, çünkü bu Yeryüzünde hepimizin birbirimize bağlılığımızın seviyesi hakkında benim için bir metafor olarak hep işe yaradı ve yaramaya devam ediyor. Sıklıkla eylem ve eylemsizliğimizin asla görmeyeceğimizi ve tanımayacağımızı düşündüğümüz insanlara ne yaptığını anlamayız. Ayrıca bu hikayeyi anlatıyorum, çünkü bu yardımın ne olduğu ve ne olabileceği hakkında daha geniş bir bağlamsal hikaye veriyor. Bu süveter Virginia Goodwill'e ve oradan da o noktada Afrika ve Asya'ya milyonlarca ton ikinci el elbise veren daha büyük sanayi bölgesine gitti. Bu düşük maliyetli giyim sağlanması bakımından çok iyi bir şey. Ve aynı zamanda, özellikle Ruanda'da bu ticaret yerli parekende sanayiye çökertti. sahip olunmaması gerektiği demek değil, ama sonuçlar ve cevaplar hakkında düşündüğümüz zaman dikkat edilmesi gereken soruları cevaplandırmakta daha iyi olmak zorundayız.
So, I'm going to stick in Rwanda, circa 1985, 1986, where I was doing two things. I had started a bakery with 20 unwed mothers. We were called the "Bad News Bears," and our notion was we were going to corner the snack food business in Kigali, which was not hard because there were no snacks before us. And because we had a good business model, we actually did it, and I watched these women transform on a micro-level. But at the same time, I started a micro-finance bank, and tomorrow Iqbal Quadir is going to talk about Grameen, which is the grandfather of all micro-finance banks, which now is a worldwide movement -- you talk about a meme -- but then it was quite new, especially in an economy that was moving from barter into trade.
Böylece, 1985, 1986 dolaylarında Ruanda'da takılmaya devam ediyorum, orada iki şey yapıyordum. 20 bekar anne ile bir fırın işine başladık. Kötü Haber Ayıları olarak adlandırılmaktaydık, ve nosyonumuz Kigali'de aperatif yiyecek işini köşe noktalarda yapmak idi. bu zor değildi çünkü bizden önce aperatif yoktu. Ve iyi bir iş modeline sahip olmamızdan dolayı, onu gerçekten başardık, ve mikro seviyede bu kadınların dönüşümünü gözlemledim. Ama aynı zamanda, bir mikro-finans bankası işini başlattım, ve yarın tüm mikro finans bankaların atası olan Iqbal Quadir Grameen mikrofinans hakkında bir konuşma yapacak, ki bu şu anda dünya çapında bir harekettir -- bir kültürel dönüşüm hakkında konuşuyoruz. ama o zaman oldukça yeniydi, özellikle değiş-tokuştan ticarete kayan bir ekonomide.
We got a lot of things right. We focused on a business model; we insisted on skin in the game. The women made their own decisions at the end of the day as to how they would use this access to credit to build their little businesses, earn more income so they could take care of their families better.
Birçok şeye sahip olduk. Bir iş modeline odaklandık, kendi işimize yatırım yapmakta ısrarlı olduk. Günün sonunda kadınlar kendi kararlarını aldılar bu krediye giriş olanağını nasıl kullanacakları hakkında kendi küçük işlerini kurmak, daha fazla para kazanmak için böylece aileleri ile daha iyi ilgilenebileceklerdi.
What we didn't understand, what was happening all around us, with the confluence of fear, ethnic strife and certainly an aid game, if you will, that was playing into this invisible but certainly palpable movement inside Rwanda, that at that time, 30 percent of the budget was all foreign aid. The genocide happened in 1994, seven years after these women all worked together to build this dream. And the good news was that the institution, the banking institution, lasted. In fact, it became the largest rehabilitation lender in the country. The bakery was completely wiped out, but the lessons for me were that accountability counts -- got to build things with people on the ground, using business models where, as Steven Levitt would say, the incentives matter. Understand, however complex we may be, incentives matter.
Anlamadığımız şey, etrafımızda olan şey, korku, etnik kavganın ve kuşkusuzu bir yardım oyununun birbirine karışması ile ve kesinlikle bir yardım oyunu, o zamanlara bütçesinin yüzde 30'u dış yardımdan gelen Ruanda içindeki bu görünmez ama kuşkusuz somut hareket. 1994'de soykırım oldu, bu kadınların bu hayali inşaa etmek için birlikte çalışmaya başlamalarından yedi yıl sonra. Ve iyi haber söz konusu kurum yani bankacılık kurumu, devam etti. Aslında, bu ülkenin en büyük rehabilitasyon amaçlı borç sağlayıcısı oldu. Fırın işi tamamen silinip gitmişti, ama benim için dersler en aşağıdaki insanlarla bir şeyler inşaa etmek zorunda olmaktı, Steven Levitt'in ifade ettiği gibi, teşvikin önemli olduğu iş modellerini kullanmaktı. Ne kadar kompleks olabilirsek olalım, teşvikin önemli olduğunu anlıyorum.
So when Chris raised to me how wonderful everything that was happening in the world, that we were seeing a shift in zeitgeist, on the one hand I absolutely agree with him, and I was so thrilled to see what happened with the G8 -- that the world, because of people like Tony Blair and Bono and Bob Geldof -- the world is talking about global poverty; the world is talking about Africa in ways I have never seen in my life. It's thrilling. And at the same time, what keeps me up at night is a fear that we'll look at the victories of the G8 -- 50 billion dollars in increased aid to Africa, 40 billion in reduced debt -- as the victory, as more than chapter one, as our moral absolution.
Böylece, Chris dünyada meydana gelen herşeyin genel görüşde bir değişimi görüyor olduğumuz ne kadar harika olduğunu bana söylediğinde bir yandan kesinlikle onunla aynı fikirdeydim, ve G8 ile ilgili olan şeyi görmekte o kadar heyecanlanmıştım ki Tony Blair ve Bono ve Bob Geldof gibi kişiler sayesinde -- dünya küresel yoksulluk hakkında konuşuyor. dünya Afrika hakkında konuşuyor. hayatımda hiç görmediğim şekilde. Heyecan vericiydi. Ve aynı zamanda, geceleri beni ayakta tutan G8 başarılarını bakacağımız korkusuydu -- Afrika'ya 50 milyar dolar artırılmış yardım, 40 milyar dolar düşürülmüş borç -- başarı olarak, bölüm birden daha fazla olarak, ahlaki temizlenme olarak.
And in fact, what we need to do is see that as chapter one, celebrate it, close it, and recognize that we need a chapter two that is all about execution, all about the how-to. And if you remember one thing from what I want to talk about today, it's that the only way to end poverty, to make it history, is to build viable systems on the ground that deliver critical and affordable goods and services to the poor, in ways that are financially sustainable and scaleable. If we do that, we really can make poverty history.
Ve aslında, yapmamız gereken şey bölüm bir olarak, onu kutlama, onu kapatma, ve bölüm ikiye ihtiyacımız olduğunu anlama hepsi iş yapma hakkında --- hepis nasıl hakkında. Ve bu gün hakkında bahsetmek istediğim şeyi hatırlarsanız, yoksulluğu ortadan kaldırmanın, tarihe gömmenin tek yolu hayati ve ulaşılabilir mal ve hizmetleri yoksullara dağıtan temelde yaşayabilir sistemler kurmaktan geçmektedir. Bunu yaparsak, yoksulluğu gerçekten tarihe gömebiliriz.
And it was that -- that whole philosophy -- that encouraged me to start my current endeavor called "Acumen Fund," which is trying to build some mini-blueprints for how we might do that in water, health and housing in Pakistan, India, Kenya, Tanzania and Egypt. And I want to talk a little bit about that, and some of the examples, so you can see what it is that we're doing. But before I do this -- and this is another one of my pet peeves -- I want to talk a little bit about who the poor are. Because we too often talk about them as these strong, huge masses of people yearning to be free, when in fact, it's quite an amazing story. On a macro level, four billion people on Earth make less than four dollars a day.
Ve -- bütün bir felsefe olarak -- Acumen Fonu adlı şimdiki teşebbüsümü başlatmam için beni cesaretlendiren budur. ki bu teşebbüs Pakistan, Hindistan, Kenya, Tanzanya ve Mısır'da su, sağlık ve konutta bunu nasıl başarabileceğimiz ile ilgili küçük uygulama planları oluşturmaya çalışıyor. Ve bunun hakkında biraz konuşmak isterim, bir kaç örnekle böylece ne yapıyor olduğumuzu görebilirsiniz. Ama bunu yapmadan önce -- ve bu benim canımı sıkanlardan bir başkasıdır -- Yoksulun kim olduğu hakkında biraz bahsetmek istiyorum. Çünkü bizler onlar hakkında özgür olmak için özlem duyan büyük, geniş insanlar topluluğu olarak konuşuruz, aslında, bu oldukça hayret verici bir hikayedir. Bir makro seviyede, Yeryüzündeki dört milyar insan günde dört dolardan daha az kazanıyor.
That's who we talk about when we think about "the poor." If you aggregate it, it's the third largest economy on Earth, and yet most of these people go invisible. Where we typically work, there's people making between one and three dollars a day. Who are these people? They are farmers and factory workers. They work in government offices. They're drivers. They are domestics. They typically pay for critical goods and services like water, like healthcare, like housing, and they pay 30 to 40 times what their middleclass counterparts pay -- certainly where we work in Karachi and Nairobi. The poor also are willing to make, and do make, smart decisions, if you give them that opportunity.
Yoksul hakkında konuştuğumuz zaman kim hakkında konuştuğumuz işte budur. Eğer toplarsanız, Yeryüzündeki üçüncü en büyük ekonomidir. ve bu insaların çoğu görünmezler. Tipik olarak çalıştığımız yerde, günde bir ila üç dolar arasında kazanan insanlar vardır. Bu insalar kimdir? Bunlar çiftçiler ve fabrika işçileridir. Bunlar kamuda çalışıyorlar. Bunlar sürücülerdir. Bunlar yerlidirler. Bunlar genel olarak su, sağlık, barınma gibi hayati mal ve hizmetleri satın alırlar, orta sınıf emsallerinin ödediklerinin 30 ila 40 katı fazlasını ödeyerek. çalıştığımız yer Karachi ve Nairobi. Yoksullar ayrıca zekice kararlar almak istiyorlar onlara bu fırsatı verirseniz.
So, two examples. One is in India, where there are 240 million farmers, most of whom make less than two dollars a day. Where we work in Aurangabad, the land is extraordinarily parched. You see people on average making 60 cents to a dollar. This guy in pink is a social entrepreneur named Ami Tabar. What he did was see what was happening in Israel, larger approaches, and figure out how to do a drip irrigation, which is a way of bringing water directly to the plant stock. But previously it's only been created for large-scale farms, so Ami Tabar took this and modularized it down to an eighth of an acre. A couple of principles: build small. Make it infinitely expandable and affordable to the poor.
İşte, iki örnek. Birisi 240 milyon çiftçinin olduğu Hindistan'dan, ki çoğu günde iki dolardan az kazanmakta. Aurangabad'da çalıştığımızda, toprak olağandışı şekilde kavrulmuştu. 60 sentle bir dolara kadar ortalama kazanan insanlar görüyorsunuz. Bu pembeli adam Ami Tabar adında bir sosyal müteşebbis. Yaptığı şey Israil'de olanı görmekti, daha geniş yaklaşımlar, ve bir damla sulamayı nasıl yapacağını öğrendi. yani bu suyu bitki yığınına direk olarak getirmenin bir yöntemi. Ama daha önce geniş ölçekli tarlalar için tasarlanmıştı, böylece Ami Tabar bunu aldı ve bir hektarın sekizde birine indirerek değiştirdi. bir çift ilke -- küçük inşaa et. onu yoksullara genişletilebilir ve ulaşılabilir kıl.
This family, Sarita and her husband, bought a 15-dollar unit when they were living in a -- literally a three-walled lean-to with a corrugated iron roof. After one harvest, they had increased their income enough to buy a second system to do their full quarter-acre. A couple of years later, I meet them. They now make four dollars a day, which is pretty much middle class for India, and they showed me the concrete foundation they had just laid to build their house. And I swear, you could see the future in that woman's eyes. Something I truly believe.
Bu aile, Sarita ve kocası bir 15 dolarlık bir birim aldılar burada literal olarak üçduvarlı bir eğimde olmuklu demir çatılı bir yerde yaşıyorlardı. bir hasattan sonra, gelirlerini yeterince artırdılar tam çeyrek hektar yapmak için ikinci bir sistem satın aldılar. bir çift yıl sonra, onlarla görüştüm. Günde dört dolar kazanıyorlar, Hindistan için oldukça iyi orta sınıf, ve kendi evleri inşaa etmek için daha henüz döktükleri beton temeli bana gösterdiler. Ve yemin ederim, geleceği o kadının gözlerinde görebilirsiz. Hakikaten inandığım bir şey.
You can't talk about poverty today without talking about malaria bed nets, and I again give Jeffrey Sachs of Harvard huge kudos for bringing to the world this notion of his rage -- for five dollars you can save a life. Malaria is a disease that kills one to three million people a year. 300 to 500 million cases are reported. It's estimated that Africa loses about 13 billion dollars a year to the disease. Five dollars can save a life. We can send people to the moon; we can see if there's life on Mars -- why can't we get five-dollar nets to 500 million people?
Sıtma yatak tülleri hakkında konuşmaksızın bu gün yoksulluk hakkında konuşamazsınız, ve tekrardan Harvad'dan Jeffrey Sachs'a dört dolara bir hayat kurtarabilrsin -- şeklindeki fikrini dünyaya getirmesinden dolayı büyük övgüde bulunmak istiyorum. Sıtma yılda bir ila üç milyon insanı öldüren bir hastalık. 300 ila 500 milyon vaka raporlanıyor. Afrikanın bu hastalık nedeniyle yılda 13 milyar dolar kaybettiği tahmin ediliyor. Beş dolar bir hayat kurtarabilir. İnsanları aya gönderebiliriz, Mars'ta hayat olup olmadığını görebiliriz -- neden 500 milyon insana beş dolarlık tül veremiyoruz?
The question, though, is not "Why can't we?" The question is how can we help Africans do this for themselves? A lot of hurdles. One: production is too low. Two: price is too high. Three: this is a good road in -- right near where our factory is located. Distribution is a nightmare, but not impossible. We started by making a 350,000-dollar loan to the largest traditional bed net manufacturer in Africa so that they could transfer technology from Japan and build these long-lasting, five-year nets. Here are just some pictures of the factory.
Mesele, bununla beraber, niçin yapamadığımız değil, mesele Afrikalılara bunu kendileri için nasıl yapabilmelerine nasıl yardım edebilmemizdir? bir çok engel var. Birisi: üretim çok düşük. İkincisi: fiyat çok yüksek. Üçüncüsü: bu bir yol -- tam fabrikamızın yerleştirildiği yer Dağıtım bir kabus, fakat imkansız değil. Afrika'daki en büyük geleneksel yatak tülü üreticisine 350,000 dolar borç yaparak işe başladık, ki böylece teknolojiyi Japonya'dan transfer edebilsinler. ve uzun ömürlü ve beş yıl tülleri yapabilsinler diye. İşte fabrikdan bir kaç resim.
Today, three years later, the company has employed another thousand women. It contributes about 600,000 dollars in wages to the economy of Tanzania. It's the largest company in Tanzania. The throughput rate right now is 1.5 million nets, three million by the end of the year. We hope to have seven million at the end of next year. So the production side is working. On the distribution side, though, as a world, we have a lot of work to do. Right now, 95 percent of these nets are being bought by the U.N., and then given primarily to people around Africa. We're looking at building on some of the most precious resources of Africa: people. Their women.
Bu gün, üç yıl sonra, şirket 1000 kadın daha istihdam etti Tanzan'ya ekonomisine ücret olarak yaklaşık 600,000 dolar katkıda bulunuyor. Tanzan'yadaki en büyük şirket. Çıktı oranı şu anda 1.5 milyon tül, yılın sonuna doğru üç milyon olacak. gelecek yıl sonunda yedi milyona sahip olacağımızı umut ediyoruz. Böylecek üretim tarafı işliyor. Dağıtım tarafında, bununla beraber, bir dünya olarak, yapacak çok şeyimiz var. Şimdi, bu tüllerin yüzde 95'i BM tarafında satın alınıyor, ve temel olarak Afrika'daki insanlara veriliyor. binaya bakıyoruz Afrika'nın en değerli kaynaklarından bazısı -- insanlar. Kadınları.
And so I want you to meet Jacqueline, my namesake, 21 years old. If she were born anywhere else but Tanzania, I'm telling you, she could run Wall Street. She runs two of the lines, and has already saved enough money to put a down payment on her house. She makes about two dollars a day, is creating an education fund, and told me she is not marrying nor having children until these things are completed. And so, when I told her about our idea -- that maybe we could take a Tupperware model from the United States, and find a way for the women themselves to go out and sell these nets to others -- she quickly started calculating what she herself could make and signed up.
Ve Jacqueline ile tanışmanızı istiyorum, benim adaşım, 21 yaşında. Tanzanya'dan başka bir yerde doğmuş olsaydı, size söylüyorum, Wall Street'i yönetebilirdi. Hatların ikisini yönetiyor, ve kendi evini ödeyebilmek yapmak için yeterince para tasarruf etti. günde iki dolar kazanıyor, bir eğitim fonu oluşturuyor, ve evlenmeyeceğini ve çocuk yapmayacağını söyledi, bu şeyler tamamlanana kadar. ve böylece, ona fikrimi söylediğimde -- belki Birleşik Devletlerden bir Tupperware almamız, ve kadınların kendileri için dışarıya çıkıp bu tülleri diğerlerine satmalarının bir yolunu bulmamız -- hemen kendisinin ne yapabileceğini hesaplamaya başladı ve kayıt oldu.
We took a lesson from IDEO, one of our favorite companies, and quickly did a prototyping on this, and took Jacqueline into the area where she lives. She brought 10 of the women with whom she interacts together to see if she could sell these nets, five dollars apiece, despite the fact that people say nobody will buy one, and we learned a lot about how you sell things. Not coming in with our own notions, because she didn't even talk about malaria until the very end. First, she talked about comfort, status, beauty. These nets, she said, you put them on the floor, bugs leave your house. Children can sleep through the night; the house looks beautiful; you hang them in the window. And we've started making curtains, and not only is it beautiful, but people can see status -- that you care about your children. Only then did she talk about saving your children's lives. A lot of lessons to be learned in terms of how we sell goods and services to the poor.
Gözde şirketlerimizden biri olan IDEO'dan ders aldık, ve bunun üzerinde bir prototip yaptık, ve Jacqueline'i yaşadığı yere götürdük. Kendisi ile etkileşimde olan kadınlardan 10'nunu insanların hiç kimsenin satın almayacağını söylemelerine rağmen, parçası beş dolara, birlikte bu tülleri satıp satamayacağını görmek için getirdi. ve bu şeyleri nasıl satabilceğiniz hakkında çok şey öğrendik. Kendi fikirlerimizle ortaya çıkmaktan ziyade, günün sonuna kadar sıtmadan bile bahsetmemişti. İlk önce, rahatlık, statü, güzellik hakkında konuştu. Dedi ki, bu tülleri yere koyun, böcekler evinizi terk edecekler. Gece boyunca çocuklar uyuyabilirler, ev gözel görünür, onları pencereye asarsanız. Ve perde yapmaya başladık, ve sadece güzeli değil, insanlar statüyü de görebiliyorlar -- çocuklarınızla ilgilenmenizi. Sadece ondan sonra çocuklarınızın hayatlarını kurtarma hakkında konuştu. Mal ve hizmeleri yoksullara nasıl sattığımıza ilişkin öğrenilecek birçok ders.
I want to end just by saying that there's enormous opportunity to make poverty history. To do it right, we have to build business models that matter, that are scaleable and that work with Africans, Indians, people all over the developing world who fit in this category, to do it themselves. Because at the end of the day, it's about engagement. It's about understanding that people really don't want handouts, that they want to make their own decisions; they want to solve their own problems; and that by engaging with them, not only do we create much more dignity for them, but for us as well. And so I urge all of you to think next time as to how to engage with this notion and this opportunity that we all have -- to make poverty history -- by really becoming part of the process and moving away from an us-and-them world, and realizing that it's about all of us, and the kind of world that we, together, want to live in and share. Thank you. (Applause)
Yoksulluğu tarihe gömmek için muazzam fırsat olduğunu söyleyerek bitirmek istiyorum. Doğru şekilde yapmak için, bu konuda ölçülebilir ve Afrikalılar, Yerliler, bu kategoriye uyan gelişmekte olan dünyadaki herkes bakımından işleyebilir iş modelleri oluşturmak zorundayız. Çünkü her şeyden önce, bu işe koyulma ile ilgilidir. İnsanların gerçekten bildiriler istememelerini, kendi kararlarını kendilerinin vermelerini istemelerini, kendi problemlerini çözmek istemelerini, onlarla birlikte işe koyularak, sadece onları çok daha fazla onurlandırdığımızı değil, kendimizi de onurlandırdığımızı anlamakla ilgilidir. Ve bundan dolayı hepinizi bir daha ki sefere bu fikre ve bu fırsata nasıl angaje olacağımız, sürecin gerçekten parçası olarak ve bizler-ve-onlar dünyasından uzaklaşarak ve bunun hepimiz ile ilgili olduğunu anlayarak ve birlikte yaşamak ve paylaşmak istediğimiz bir dünya hakkında düşünmeye çağırıyorum. Teşekkür ederim. (Alkışlar)