Running: it's basically just right, left, right, left, yeah? I mean, we've been doing it for two million years, so it's kind of arrogant to assume that I've got something to say that hasn't been said and performed better a long time ago. But the cool thing about running, as I've discovered, is that something bizarre happens in this activity all the time. Case in point: A couple months ago, if you saw the New York City Marathon, I guarantee you, you saw something that no one has ever seen before.
Koşmak: Basit. Sağ, sol, sağ, sol -- değil mi? Yani, bunu iki milyon yıldır yapıyoruz. Uzun zaman önce söylenmemiş ya da yapılmamış birşeyler söyleyeceğimi varsaymak biraz küstahça görünebilir. Ama keşfettim ki, koşmakla ilgili güzel şey şu; bu etkinlik sırasında sürekli acayip birşeyler oluyor. Örnekle anlatayım: Birkaç ay önce, New York City Maratonu'nu gördüyseniz, garanti ederim ki, hiç kimsenin daha önce görmediği birşey gördünüz.
An Ethiopian woman named Derartu Tulu turns up at the starting line. She's 37 years old. She hasn't won a marathon of any kind in eight years, and a few months previously, she had almost died in childbirth. Derartu Tulu was ready to hang it up and retire from the sport, but she decided she'd go for broke and try for one last big payday in the marquee event, the New York City Marathon. Except -- bad news for Derartu Tulu -- some other people had the same idea, including the Olympic gold medalist, and Paula Radcliffe, who is a monster, the fastest woman marathoner in history by far. Only 10 minutes off the men's world record, Paula Radcliffe is essentially unbeatable. That's her competition.
Derartu Tulu adında Etiyopyalı bir kadın başlama çizgisinde göründü. 37 yaşındaydı, 8 yıl içinde herhangi bir maraton filan kazanmamıştı, ve daha birkaç ay önce bebek doğururken neredeyse ölüyordu. Derartu Tulu sporu bırakıp emekli olmaya hazırdı. Ama dişini tırnağına takıp son bir hesaplaşma için büyük bir koşuda şansını denemeye karar verdi. New York City Maratonu'nda. Ancak -- Derartu Tulu için kötü haber -- aynı hedefe sahip başkaları da vardı. Örneğin, Olimpiyat altın madalyası sahibi Paula Radcliffe -- o bir canavardı. Açık arayla, gelmiş geçmiş en hızlı kadın maratoncu. Erkekler dünya rekorunun sadece 10 dakika gerisinde. Diyebiliriz ki Paula Radcliffe, geçilemez. Girdiği yarış buydu.
The gun goes off, and -- I mean, she's not even an underdog; she's, like, under the underdogs. But the under-underdog hangs tough, and 22 miles into a 26-mile race, there is Derartu Tulu, up there with the lead pack. Now, this is when something really bizarre happens. Paula Radcliffe, the one person who is sure to snatch the big paycheck from Derartu Tulu's under-underdog hands, suddenly grabs her leg and starts to fall back. So we all know what to do in this situation, right? You give her a quick crack in the teeth with your elbow and blaze for the finish line. Derartu Tulu ruins the script. Instead of taking off, she falls back and she grabs Paula Radcliffe, and says, "Come on. Come with us. You can do it." So Paula Radcliffe, unfortunately, does it. She catches up with the lead pack and is pushing toward the finish line. But then she falls back again. The second time, Derartu Tulu grabs her and tries to pull her. And Paula Radcliffe, at that point, says, "I'm done. Go." So that's a fantastic story, and we all know how it ends. She loses the check, but she goes home with something bigger and more important. Except Derartu Tulu ruins the script again. Instead of losing, she blazes past the lead pack and wins. Wins the New York City Marathon, goes home with a big fat check.
Tabanca patladığında, kaybetmeye mahkum demeye bile gerek yok. Mahkumdan daha mahkumdu. Ama, bizim mahkum-mahkum sıkı çıkar. 26 millik (42 km) yarışın 22. milinde Derartu Tulu lider grup içindedir. İşte acayip şey, orada olur. Paula Radcliffe, büyük ödül çekini Derartu Tulu'nun kaybeden ellerinden alıp eve götürmesi kesin olan kişi birden bire bacağını tutar ve geride kalmaya başlar. Böyle bir durumda yapmamız gerekeni hepimiz biliyoruz, öyle değil mi? Dirseğinizle çenesine şöyle bir çarpıp bitiş çizgisine doğru uçarsınız. Derartu Tulu, bu senaryoyu çöpe attı. Uçup gitmek yerine, o da geride kalır, Paula Radcliffe'i tutar ve der ki, "Haydi. Bizimle gel. Yapabilirsin." Ve Paula Radcliffe, maalesef, bunu başarır. Lider grubu yakalar ve bitiş çizgisine doğru hamle yapar. Ama sonra, yeniden geriye düşer. İkinci kez, Derartu Tulu onu yakalar ve çekmeye çalışır. Ve o noktada Paula Radcliffe der ki, "Ben bittim. Koş." Bu masal gibi bir hikaye, ve sonunu hepimiz biliriz. Çeki kaybeder, ama eve daha büyük ve daha önemli birşeyle döner. Ancak, Derartu Tulu senaryoyu bir kez daha bozar. Kaybetmek yerine, lider grubu da geride bırakır ve kazanır. New York City Maratonu'nu kazanır ve eve büyük bir ödül çekiyle döner.
It's a heartwarming story, but if you drill a little bit deeper, you've got to sort of wonder about what exactly was going on there. When you have two outliers in one organism, it's not a coincidence. When you have someone who is more competitive and more compassionate than anybody else in the race, again, it's not a coincidence. You show me a creature with webbed feet and gills; somehow water's involved.
Kalbimizi ısıtan bir hikaye bu. Ama biraz daha derine bakarsanız, orada olan biteni merak edebilirsiniz. Bir aykırılık, aynı organizma içinde iki kez tekrar ediyorsa, bu tesadüf değildir. Yarıştaki herkesten daha yarışçı ve daha şefkatli birisi varsa yine, bu tesadüf değildir. Bana ayakları perdeli ve solungaçlı bir yaratık gösterirseniz, bir şekilde suyla ilgisi olduğunu bilirim.
Someone with that kind of heart, there's some kind of connection there. And the answer to it, I think, can be found down in the Copper Canyons of Mexico, where there's a reclusive tribe, called the Tarahumara Indians. Now, the Tarahumara are remarkable for three things. Number one is: they have been living essentially unchanged for the past 400 years. When the conquistadors arrived in North America you had two choices: you either fight back and engage or you could take off. The Mayans and Aztecs engaged, which is why there are very few Mayans and Aztecs. The Tarahumara had a different strategy. They took off and hid in this labyrinthine, networking, spider-webbing system of canyons called the Copper Canyons. And there they've remained since the 1600s, essentially the same way they've always been.
Öyle bir kalbi olan birisi varsa, ortada bir tür bağlantı olmalı. Ve bunun cevabı, bence Meksika'daki Bakır Kanyonlar'da bulunabilir. Orada, uzak bir kabile, Tarahumara yerlileri yaşıyor. Tarahumaralar, üç konuda dikkat çekiciler. Birincisi, son 400 yıl içinde temel hiçbir değişim geçirmemişler. İspanyol istilacılar Kuzey Amerika'ya ulaştığında, iki seçenek vardı: Ya savaşıp karşı koymak, ya da kaçıp uzaklaşmak. Mayalar ve Aztekler savaştılar. Bu nedenle bugün çok az Maya ve Aztek var. Tarahumaralar'ın farklı bir stratejisi vardı. Kaçtılar ve saklandılar. Labirent yapıdaki kanyonlardan oluşan örümcek ağı sisteminde, Bakır Kanyonlar'da. Ve 1600'lerden beri orada kaldılar, hep oldukları şekilde.
The second thing remarkable about the Tarahumara is: deep into old age -- 70 to 80 years old -- these guys aren't running marathons; they're running mega-marathons. They're not doing 26 miles, they're doing 100, 150 miles at a time, and apparently without injury, without problems.
Tarahumaralar hakkındaki ikinci dikkat çekici şey şu ki, ilerleyen yaşlarında dahi -- 70-80 yaşlarında -- maratonlar değil mega-maratonlar koşuyorlar. 26 mil (42 km) değil, her seferinde 100-150 mil (160-240 km) koşuyorlar, hem de bir sakatlık ya da sorun yaşamadan.
The last thing that's remarkable about the Tarahumara is: all the things we're going to be talking about today, all the things we're trying to use all of our technology and brain power to solve -- things like heart disease and cholesterol and cancer; crime, warfare and violence; clinical depression -- all this stuff -- the Tarahumara don't know what you're talking about. They are free from all of these modern ailments.
Tarahumaralar hakkındaki son dikkat çekici şey de şu ki, bugün üzerinde konuşacağımız tüm şeylerden, -- çözmeye çalışmak için tüm teknolojimiz ve beyin gücümüzle uğraştığımız kalp hastalığı, kolesterol ve kanser, suç, savaş, şiddet ve klinik depresyon -- tüm bunlardan Tarahumaralar'ın haberi bile yoktur. Onlar özgürdür tüm bu 'modern' hastalıklardan.
So what's the connection? Again, we're talking about outliers; there's got to be some kind of cause and effect. Well, there are teams of scientists at Harvard and the University of Utah that are bending their brains and trying to figure out what the Tarahumara have known forever. They're trying to solve those same kinds of mysteries. And once again, a mystery wrapped inside of a mystery -- perhaps the key to Derartu Tulu and the Tarahumara is wrapped in three other mysteries, which go like this: Three things -- if you have the answer, come up and take the microphone, because nobody else knows the answer. If you know it, you're smarter than anybody on planet Earth.
Peki bağlantısı nedir? Yine, aykırılıklardan bahsediyoruz. Burada bir tür neden - sonuç ilişkisi olmalı. Bilim insanlarından oluşan takımlar, Harvard ve Utah üniversitelerinde beyinlerini sonuna kadar zorlayarak Tarahumaraların her zaman bilegeldiği şeyi anlamaya çalışıyorlar. Aynı tür gizemleri çözmeye çalışıyorlar. Ve bir kez daha, gizem gizem içinde. Belki de Derartu Tulu ve Tarahumaralar da üç başka gizem içine sarmalanmış, ve böyle sürüp gidiyor: Üç şey -- eğer yanıtlarını biliyorsanız, gelin ve mikrofonu alın. Çünkü başka hiç kimse bilmiyor. Eğer siz biliyorsanız, dünyadaki herkesten daha akıllısınız.
Mystery number one is this: Two million years ago, the human brain exploded in size. Australopithecus had a tiny little pea brain. Suddenly humans show up, Homo erectus, big old melon head. To have a brain of that size, you need to have a source of condensed caloric energy. In other words, early humans are eating dead animals -- no argument, that's a fact. The only problem is, the first edged weapons only appeared about 200,000 years ago.
Birinci gizem şu: İki milyon yıl önce, insan beyni boyut olarak bir patlama yaşadı. Australopithecus'un bezelye boyutlarında minik bir beyni vardı. Birden insanlar sahneye çıktı -- Homo erectus -- büyük, eski koca kafa. O büyüklükte bir beyne sahip olmak için, yoğunlaştırılmış bir enerji kaynağına ihtiyacınız vardır. Diğer bir deyişle, ilk insanlar ölü hayvanları yiyiyordu. Tartışma yok, bu bir gerçek. Tek sorun şu ki, ilk keskin silahlar ancak 200,000 yıl kadar önce ortaya çıktı.
So somehow, for nearly two million years, we are killing animals without any weapons. Now, we're not using our strength, because we are the biggest sissies in the jungle. Every other animal is stronger than we are, they have fangs, they have claws, they have nimbleness, they have speed. We think Usain Bolt is fast. Usain Bolt can get his ass kicked by a squirrel. We're not fast. That would be an Olympic event: turn a squirrel loose, whoever catches it gets a gold medal.
Yani bir şekilde, neredeyse iki milyon yıl boyunca hayvanları herhangi bir silah kullanmadan öldürdük. Kullandığımız şey kuvvetimiz de değildi çünkü biz ormandaki en büyük süt çocuklarıydık. Tüm diğer hayvanlar bizden daha güçlüdür. Sivri dişleri, pençeleri vardır. Çevik ve hızlıdırlar. Biz Usain Bolt'un hızlı olduğunu sanırız. Bir sincap bile Usain Bolt'a dersini verebilir. Hızlı değiliz. Şu Olimpik bir oyun olabilirdi: Bir sincabı salıverin, kim yakalarsa altın madalya alsın. Yani silah yok, hız yok, kuvvet yok, sivri diş yok, pençe yok.
(Laughter)
So no weapons, no speed, no strength, no fangs, no claws. How were we killing these animals? Mystery number one.
Bu hayvanları nasıl öldürüyorduk? Birinci gizem. İkinci gizem:
Mystery number two: Women have been in the Olympics for quite some time now, but one thing that's remarkable about all women sprinters: they all suck; they're terrible. There's not a fast woman on the planet and there never has been. The fastest woman to ever run a mile did it in 4:15. I could throw a rock and hit a high-school boy who can run faster than 4:15. For some reason, you guys are just really slow. But --
Kadınlar uzun süredir Olimpiyatlara katılıyorlar. Ama tüm kadın kısa mesafe koşucularının dikkat çekici özelliği, hepsi kötüdür, berbattırlar. Bu gezegene hızlı bir kadın yoktur ve asla da olmamıştır. 1 mili (1.6 km) en kısa sürede koşan kadın, 4.15'te koştu. Şuradan hangi liseli genci çevirsem 4.15'ten daha iyi koşar. Bir nedenle, gerçekten yavaşsınız! (Gülüşmeler)
(Laughter)
Ama az önce bahsettiğimiz maratona geldiğinizde --
But, you get to the marathon we were just talking about -- you've only been allowed to run the marathon for 20 years, because prior to the 1980s, medical science said if a woman tried to run 26 miles -- does anyone know what would happen if you tried to run 26 miles? Why you were banned from the marathon before the 1980s?
maraton koşmanıza sadece 20 yıldır izin veriliyor. Çünkü 1980'lerden önce tıp bilimi derdi ki, eğer bir kadın 26 mil (42 km) koşmayı denerse -- 26 mil koşmayı denerseniz ne olacaktı, bilen var mı? 1980'lerden önce maraton koşmanızın neden yasak olduğunu? (Bir dinleyici: Rahmi yırtılırdı.) Rahmi yırtılırdı.
Audience Member: Her uterus would be torn.
Christopher McDougall: Her uterus would be torn, yes. Torn reproductive organs. The uterus would literally fall out of the body.
Evet. Üreme organlarınız yırtılırdı. Rahmi vücudundan düşecekti, kelimenin tam anlamıyla. Çok sayıda maratonda bulundum,
(Laughter)
Now, I've been to a lot of marathons, and I've yet to see any ...
ama henüz düşeni görmedim. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Sonuçta, sadece 20 yıldır kadınların maraton koşmasına izin veriliyor.
So it's only been 20 years that women have been allowed to run the marathon. In that very short learning curve, you've gone from broken organs up to the fact that you're only 10 minutes off the male world record.
Bu çok kısa öğrenme eğrisinde, sizler yırtılan organlardan kalkıp, 10 dakika yakınına kadar geldiniz erkek dünya rekorunun.
Then you go beyond 26 miles, into the distance that medical science also told us would be fatal to humans -- remember Pheidippides died when he ran 26 miles -- you get to 50 and 100 miles, and suddenly, it's a different game. You take a runner like Ann Trason or Nikki Kimball or Jenn Shelton, put them in a race of 50 or 100 miles against anybody in the world, and it's a coin toss who's going to win. I'll give you an example. A couple years ago, Emily Baer signed up for a race called the Hardrock 100, which tells you all you need to know about the race. They give you 48 hours to finish this race. Well, Emily Baer -- 500 runners -- she finishes in eighth place, in the top 10, even though she stopped at all the aid stations to breastfeed her baby during the race.
Sonra 26 milin ötesine geçersek, tıp biliminin insanlar için ölümcül olduğunu söylediği mesafelere -- hatırlayın, Pheidippides 26 mil koştuğunda öldü -- 50 ve 100 mile (80-160 km) geldiğinizde, birden oyun değişir. Ann Trason, Nikki Kimball ya da Jenn Shelton gibi bir koşucuyu alıp, 50 ya da 100 millik bir mesafede yarıştırıp, rakip dünyada kim olursa olsun kimin kazanacağına dair bahse girebilirsiniz. Size bir örnek vereceğim. Birkaç yıl önce, Emily Baer Hardrock 100 adlı bir yarışa katıldı. (100 mil=160 km) Yarışın adı herşeyi açıklıyor. Bu yarışı bitirmeniz için size 48 saat veriyorlar. Emily Baer, 500 koşucu içinde yarışı ilk 10 içinde, sekizinci olarak bitirdi. Hem de her bir yardım noktasında durup bebeğini emzirdiği hâlde -- yarış sırasında.
(Laughter)
Ve buna rağmen, 492 kişiyi geçti.
And yet, she beat 492 other people. The last mystery: Why is it that women get stronger as distances get longer? The third mystery is this: At the University of Utah, they started tracking finishing times for people running the marathon. What they found is that if you start running the marathon at age 19, you'll get progressively faster, year by year, until you reach your peak at age 27. And then after that, you succumb to the rigors of time. And you'll get slower and slower, until eventually you're back to running the same speed you were at age 19. So about seven, eight years to reach your peak, and then gradually you fall off your peak, until you go back to the starting point. You'd think it might take eight years to go back to the same speed, maybe 10 years -- no, it's 45 years. 64-year-old men and women are running as fast as they were at age 19. Now, I defy you to come up with any other physical activity -- and please don't say golf -- something that's actually hard --
Son gizem: Nasıl oluyor da kadınlar mesafe arttıkça güçleniyor? Üçüncü gizem şu: Utah Üniversitesi'nde, maraton koşanların bitiriş zamanlarını izlemeye başladılar. Buldular ki, eğer maraton koşmaya 19 yaşında başlarsanız, her yıl gittikçe hızlanırsınız, 27 yaşınızda zirvenize ulaşıncaya kadar. Bundan sonra, zamanla geri düşer ve yavaşlamaya başlarsınız, 19 yaşınızda koştuğunuz hıza geri gelene kadar. Yani yaklaşık 7-8 yılda zirvenize ulaşır, sonra yavaşça zirveden iner, başladığınız noktaya dönersiniz. Bu hıza dönmenizin de yine 8 yıl süreceğini düşünebilirsiniz, ya da 10 yıl -- hayır, cevap 45 yıldır. 64 yaşında erkekler ve kadınlar 19 yaşlarında koştukları kadar hızlı koşarlar. Başka hangi fiziksel etkinlikte -- lütfen golf demeyin, zor birşey olsun --
(Laughter)
ileri yaştaki yaşlılar
where geriatrics are performing as well as they did as teenagers.
delikanlı performansı sergiler?
So you have these three mysteries. Is there one piece in the puzzle which might wrap all these things up? You've got to be careful anytime someone looks back in prehistory and tries to give you a global answer because, it being prehistory, you can say whatever the hell you want and get away with it. But I'll submit this to you: If you put one piece in the middle of this jigsaw puzzle, suddenly it all starts to form a coherent picture. If you're wondering why the Tarahumara don't fight and don't die of heart disease, why a poor Ethiopian woman named Derartu Tulu can be the most compassionate and yet the most competitive, and why we somehow were able to find food without weapons, perhaps it's because humans, as much as we like to think of ourselves as masters of the universe, actually evolved as nothing more than a pack of hunting dogs.
İşte size üç gizem. Bu bulmacada öyle bir parça olabilir mi ki, tüm bunları açıklasın? Ne zaman biri tarih öncesine bakarak size küresel bir yanıt vermeyi denerse gerçekten dikkatli olmalısınız. Çünkü, ne de olsa tarih öncesi olduğundan, canınız ne isterse söyleyip sıvışabilirsiniz. Ama ben size şunu sunacağım: Bu bulmacanın tam ortasına öyle bir parça koyabilirsiniz ki, birdenbire tutarlı bir resim oluşmaya başlar. Eğer merak ediyorsanız, Tarahumaralar neden savaşmıyor ve kalp hastalığından ölmüyor, neden Derartu Tulu adlı fakir bir Etiyopyalı kadın aynı anda hem en şefkatli, hem de en yarışçı kişi olabiliyor, ve nasıl bir şekilde silahlarımız olmadan yiyecek bulabiliyoruz? Belki bunların nedeni, biz her ne kadar kendimizi evrenin hâkimleri saysak da, aslında sadece bir av köpeği sürüsü olmak üzere evrimleşmiş olmamızdır.
Maybe we evolved as a hunting pack animal. Because the one advantage we have in the wilderness -- again, it's not our fangs, our claws or our speed -- the only thing we do really well is sweat. We're really good at being sweaty and smelly. Better than any other mammal on Earth, we can sweat really well. But the advantage of that little bit of social discomfort is the fact that, when it comes to running under hot heat for long distances, we're superb -- the best on the planet. You take a horse on a hot day, and after about five or six miles, that horse has a choice: it's either going to breathe or it's going to cool off. But it ain't doing both. We can. So what if we evolved as hunting pack animals? What if the only natural advantage we had in the world was the fact that we could get together as a group, go out there on that African savanna, pick out an antelope, go out as a pack, and run that thing to death? That's all we could do. We could run really far on a hot day.
Belki evrimimiz, bir av sürüsü hayvanı olmaktı. Çünkü vahşi doğada sahip olduğumuz tek avantaj, -- sivri dişlerimiz, pençelerimiz ya da hızımız değil -- gerçekten iyi yaptığımız tek şey, terlemektir. Terli ve kokmuş olmakta gerçekten iyiyiz. Dünyadaki tüm diğer memelilerden daha iyi terleriz. Bu durum sosyal hayatta biraz rahatsızlık yaratsa da, iş koşmaya geldiğinde, yüksek sıcaklıklarda yapılan uzun mesafelerde fevkaladeyiz, dünyanın en iyisiyiz. Sıcak bir günde bir atı çıkarın, 5-6 mil sonra, atın önünde bir seçim vardır. Ya nefes alacak, ya da serinleyecektir. Ancak ikisini birden yapamaz -- biz yapabiliriz. Peki ya bir av sürüsü hayvanı olarak evrimleştiysek? Bu dünyadaki tek doğal avantajımız, bir grup olarak biraraya gelip Afrika bozkırlarında bir antilop seçip sürü hâlinde onun ölümüne kadar koşmaksa? Tüm yapabildiğimiz budur; sıcak bir günde gerçekten uzağa koşabiliriz.
Well, if that's true, a couple other things had to be true as well. The key to being part of a hunting pack is the word "pack." If you go out by yourself and try to chase an antelope, I guarantee there will be two cadavers out in the savanna. You need a pack to pull together. You need to have those 64- and 65-year-olds who have been doing this for a long time to understand which antelope you're trying to catch. The herd explodes and it gathers back again. Those expert trackers have to be part of the pack. They can't be 10 miles behind. You need the women and the adolescents there, because the two times in your life you most benefit from animal protein is when you're a nursing mother and a developing adolescent. It makes no sense to have the antelope over there, dead, and the people who want to eat it 50 miles away. They need to be part of the pack. You need those 27-year-old studs at the peak of their powers ready to drop the kill, and you need those teenagers who are learning the whole thing involved. The pack stays together.
Eğer bu doğruysa, doğru olması gereken birkaç şey daha var. Bir av sürüsünün kilit kavramı "sürüdür" Tek başınıza gider de bir antilop kovalamaya kalkarsanız, Size garanti ederim ki, bozkırda iki ceset olacaktır. Birlikte çalışmak için bir sürüye ihtiyacınız var. Orada 64-65 yaşındakilere ihtiyacınız var, bu işi uzun süredir yapanlar onlar. Hangi antilobu yakalamaya çalışacağınızı onlar anlar. Antiloplar patlayıp dağılır, sonra yeniden toplanır. O uzman izcilerin sürünün bir parçası olması gerekir. 10 mil geride olamazlar. Kadınların ve ergenlerin orada olması gerekir. Çünkü hayatınızda hayvan proteininden en çok yararlandığınız iki zaman emziren bir anne ya da gelişen bir ergen olduğunuz zamandır. Antilop orada ölü yatarken, onu yemek isteyen insanların 50 mil (80 km) uzakta olması anlamsız. Onların da sürünün parçası olması gerekli. O gücünün zirvesindeki, 27 yaşındaki avı indirmeye hazır gençlere de ihtiyacınız var. Ve o yeni yetmelere de ihtiyacınız var, tüm süreci yaşayarak öğrenmeleri için. Sürü birarada kalır.
Another thing that has to be true: this pack cannot be materialistic. You can't be hauling all your crap around, trying to chase the antelope. You can't be a pissed-off pack. You can't be bearing grudges, like, "I'm not chasing that guy's antelope. He pissed me off. Let him go chase his own antelope." The pack has got to be able to swallow its ego, be cooperative, and pull together. What you end up with, in other words, is a culture remarkably similar to the Tarahumara, a tribe that has remained unchanged since the Stone Age. It's a really compelling argument that maybe the Tarahumara are doing exactly what all of us had done for two million years, that it's us in modern times who have sort of gone off the path.
Doğru olması gereken bir başka şey: bu sürü gerçekten maddeci olamaz. Antilobu kovalamaya çalışırken, tüm ıvır zıvırınızı peşinizde sürükleyemezsiniz. Huzursuz bir sürü olamazsınız, kin güdemezsiniz. Mesela "O herifin antilobunu kovalamıyorum. Beni gıcık etti. Gitsin kendi kovalasın." diyemezsiniz. Sürü, egosunu yutabilmeli, işbirliği içinde çalışabilmeli. Sonuçta ortaya çıkan, diğer bir deyişle, dikkat çekici derecede benzer Tarahumaralar'a. Öyle bir kabile ki değişmeden kalmış taş devrinden beri. Gerçekten geçerli bir iddia şu ki, belki de Tarahumaralar'ın yaptığı, hepimizin iki milyon yıl boyunca yaptığı şeydir. Modern zamanda yoldan çıkmış olanlar bizleriz.
You know, we look at running as this kind of alien, foreign thing, this punishment you've got to do because you ate pizza the night before. But maybe it's something different. Maybe we're the ones who have taken this natural advantage we had and we spoiled it. How do we spoil it? Well, how do we spoil anything? We try to cash in on it. Right? We try to can it and package it and make it "better" and then sell it to people. And then what happened was, we started creating these fancy cushioned things which can make running "better," called running shoes.
Bilirsiniz, koşmaya uzak, yabancı birşey gibi bakarız. Önceki gece pizza yediğiniz için yerine getirmeniz gereken bir ceza. Ama belki de başka birşeydir. Belki de sahip olduğumuz bu doğal avantajımızı alıp bozan bizleriz. Nasıl bozuyoruz? Herhangi birşeyi nasıl bozarız? Ondan para kazanmaya çalışarak. Kutulayıp, paketleyip daha iyi hâle getirmeye ve insanlara satmaya çalışırız. Olan da budur bizler o süslü-yastıklı şeyleri yaratmaya başladığımızda. Koşu ayakkabısı denen, koşmayı daha iyi hâle getirecek şeyleri.
The reason I get personally pissed-off about running shoes is because I bought a million of them and I kept getting hurt. And I think if anybody in here runs -- I just had a conversation with Carol. We talked for two minutes backstage, and she talked about plantar fasciitis. You talk to a runner, I guarantee within 30 seconds, the conversation turns to injury. So if humans evolved as runners, if that's our one natural advantage, then why are we so bad at it? Why do we keep getting hurt?
Koşu ayakkabılarının şahsen beni sinirlendirmesinin nedeni, onlardan bir milyon tane almış ve sakatlanıp durmuş olmamdır. Ve sanırım, eğer burada koşan birileri varsa -- daha az önce Carol ile bir konuşmam oldu; iki dakika konuştuk ve konu plantar fasciitis'e (taban rahatsızlığı) geldi. Bir koşucuyla konuşursanız, garanti ederim ki 30 saniyede konu sakatlığa gelir. Peki eğer insanlar koşucu olarak evrimleştiyse, bu bizim tek doğal avantajımızsa, neden bu kadar kötüyüz? Neden sakatlanıp duruyoruz? Koşu ve koşu sakatlıkları hakkındaki ilginç şey,
A curious thing about running and running injuries is that the running injury is new to our time. If you read folklore and mythology, any kind of myths, any kind of tall tales, running is always associated with freedom and vitality and youthfulness and eternal vigor. It's only in our lifetime that running has become associated with fear and pain. Geronimo used to say, "My only friends are my legs. I only trust my legs." That's because an Apache triathlon used to be you'd run 50 miles across the desert, engage in hand-to-hand combat, steal a bunch of horses, and slap leather for home. Geronimo was never saying, "You know something, my Achilles -- I'm tapering. I've got to take this week off." Or, "I need to cross-train. I didn't do yoga. I'm not ready."
koşu sakatlıklarının zamanımıza özgü, yeni oluşudur. Eğer halk hikayeleri ve mitoloji okursanız, her tür destanda, uzun hikayede koşmak her zaman özgürlük, canlılık, gençlik ve sonsuz zindelik ile ilişkilendirilir. Sadece bizim zamanımızda koşmak korku ve acıyla ilişkili olmuştur. Geronimo derdi ki, "Tek dostlarım bacaklarımdır. Sadece bacaklarıma güvenirim." Nedeni şuydu ki, Apaçi triatlonunda çölde uçtan uca 50 mil (80 km) koşar, yumruk yumruğa dövüşür, birkaç at çalar ve silah çekerdiniz eve dönmek için. Geronimo asla şunu demedi: "Ah, biliyor musun, şu aşillerim -- Bitiyorum, bu hafta bir ara vermem gerek" ya da "Biraz farklı tür çalışmalıyım.
(Laughter)
Yogamı yapmadım. Hazır hissetmiyorum."
Humans ran and ran all the time. We are here today. We have our digital technology. All of our science comes from the fact that our ancestors were able to do something extraordinary every day, which was just rely on their naked feet and legs to run long distances.
İnsanlar her zaman koştular, koştular. Bugün buradayız. Dijital teknolojiye sahibiz. Tüm bilimimiz, atalarımız her gün olağanüstü birşey yapabildikleri için mümkün oldu. Bu da, sadece çıplak ayaklarına ve bacaklarına güvenerek uzun mesafeler koşmalarıydı.
So how do we get back to that again? Well, I would submit to you the first thing is: get rid of all packaging, all the sales, all the marketing. Get rid of all the stinking running shoes. Stop focusing on urban marathons, which, if you do four hours, you suck, and if you do 3:59:59, you're awesome, because you qualified for another race. We need to get back to that sense of playfulness and joyfulness and, I would say, nakedness, that has made the Tarahumara one of the healthiest and serene cultures in our time. So what's the benefit? So what? So you burn off the Häagen-Dazs from the night before.
Peki buna nasıl geri döneceğiz? Size söyleyeceğim ilk şey, tüm ambalajdan, satışlardan, pazarlamadan kurtulun. Tüm o pis kokulu koşu ayakkabılarından kurtulun. Şehir maratonlarına odaklanmaktan vazgeçin. Orada 4 saatte koşarsanız berbatsınızdır, 3.59.59'da koşarsanız harikasınızdır, çünkü bir diğer yarışa girmeye hak kazanmışsınızdır. O oyun ve keyif hissine geri dönmemiz gerekli. Ve bence bir de çıplaklığa. Bu, Tarahumaralar'ı zamanımızın en sağlıklı ve rahat kültürlerinden biri yapmıştır. Peki ne yararı var? Ne olacak? Önceki gece yediğiniz dondurmayı yakmanızı mı sağlayacak?
But maybe there's another benefit there as well. Without getting too extreme about this, imagine a world where everybody could go out the door and engage in the kind of exercise that's going to make them more relaxed, more serene, more healthy, burn off stress -- where you don't come back into your office a raging maniac anymore, or go home with a lot of stress on top of you again. Maybe there's something between what we are today and what the Tarahumara have always been. I don't say let's go back to the Copper Canyons and live on corn and maize, which is the Tarahumara's preferred diet, but maybe there's somewhere in between. And if we find that thing, maybe there is a big fat Nobel Prize out there. Because if somebody could find a way to restore that natural ability that we all enjoyed for most of our existence up until the 1970s or so, the benefits -- social and physical and political and mental -- could be astounding.
Ama belki burada başka bir yarar daha vardır. Bunda uç bir noktaya gitmeden, bir dünya hayal edin ki herkes kapısından dışarı çıkıp öyle bir egzersiz yapabilse ki, bu onları daha dingin, daha rahat, daha sağlıklı yapsa. Streslerinizi yaksa, artık ofisinize öfke saçan bir manyak gibi gelmeseniz, eve üzerinizde yine bir sürü stresle dönmeseniz. Belki bizim bugünkü hâlimizle Tarahumaralar arasında birşey vardır. Bakır Kanyon'a geri dönelim ve Tarahumaralar gibi mısır yiyerek yaşayalım demiyorum. Ama belki arada bir yer vardır. Ve onu bulursak, belki orada büyük, kocaman bir Nobel Ödülü vardır. Çünkü eğer birisi varlığımızın büyük bölümü boyunca keyfini sürdüğümüz o doğal yeteneği yeniden kurmak için bir yol bulsa, -- 1970'lere kadar tadını çıkardığımız gibi -- bunun sosyal ve fiziksel, ve politik, ve zihinsel yararları hayret verici olurdu.
What I've been seeing today is there is a growing subculture of barefoot runners, people who've gotten rid of their shoes. And what they have found uniformly is, you get rid of the shoes, you get rid of the stress, you get rid of the injuries and the ailments. And what you find is something the Tarahumara have known for a very long time: that this can be a whole lot of fun. I've experienced it personally myself. I was injured all my life; then in my early 40s, I got rid of my shoes and my running ailments have gone away, too.
Bugün benim gördüğüm, giderek büyüyen bir alt kültür var. Çıplak ayaklı koşucular, ayakkabılarından kurtulmuş insanlar. Her birinin bulduğu şey, ayakkabılardan kurtulunca, stresten kurtulursunuz. Sakatlıklardan ve hastalıklardan kurtulursunuz. Ve bulduğunuz şey, Tarahumaraların çok uzun süredir bildiği birşey: Bunun çok eğlenceli olabildiği gerçeği. Kendim bizzat deneyimledim. Tüm hayatım boyunca sakatlandım, ve sonra kırklarımın başında ayakkabılarımdan kurtuldum ve koşu hastalıklarım da kayboldu.
So hopefully it's something we can all benefit from. I appreciate your listening to this story.
Umarım ki, bu hepimizin yarar göreceği birşeydir. Ve hikayeyi dinleyen sizlere minnettarım. Çok teşekkürler.
Thanks very much.
(Alkışlar)
(Applause)