I thought in getting up to my TED wish I would try to begin by putting in perspective what I try to do and how it fits with what they try to do. We live in a world that everyone knows is interdependent, but insufficient in three major ways. It is, first of all, profoundly unequal: half the world's people still living on less than two dollars a day; a billion people with no access to clean water; two and a half billion no access to sanitation; a billion going to bed hungry every night; one in four deaths every year from AIDS, TB, malaria and the variety of infections associated with dirty water -- 80 percent of them under five years of age.
TED dileğim üzerinde düşünürken, kendi çalışmalarımı bir perspektifte değerlendirip, TED'in çalışmalarıyla nasıl örtüştüğünden yola çıkmak istedim. Hepimizin bildiği gibi, birbirine bağımlı fakat üç temel noktada yetersiz kalmış bir dünyada yaşıyoruz. İlk olarak, dünyada çok derin eşitsizlikler var. Dünya nüfusunun yarısı günde iki doların altında bir gelirle yaşıyor. Bir milyar kişinin temiz su kaynaklarına erişimi yok. İki buçuk milyar insan sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor. Bir milyar kişi her gece aç yatıyor. Yılda her dört ölümden birinin sebebi AIDS, verem, sıtma ve kirli sulardan kaynaklanan çeşitli enfeksiyonlar -- bu hastalıklardan ölenlerin yüzde 80'i beş yaşın altındaki çocuklar.
Even in wealthy countries it is common now to see inequality growing. In the United States, since 2001 we've had five years of economic growth, five years of productivity growth in the workplace, but median wages are stagnant and the percentage of working families dropping below the poverty line is up by four percent. The percentage of working families without health care up by four percent. So this interdependent world which has been pretty good to most of us -- which is why we're all here in Northern California doing what we do for a living, enjoying this evening -- is profoundly unequal. It is also unstable. Unstable because of the threats of terror, weapons of mass destruction, the spread of global disease and a sense that we are vulnerable to it in a way that we weren't not so many years ago. And perhaps most important of all, it is unsustainable because of climate change, resource depletion and species destruction.
Bugün artık refaha kavuşmuş ülkelerde bile eşitsizliğin büyüdüğüne tanık oluyoruz. ABD'de, 2001 yılından beri beş yıl boyunca ekonomimiz büyüdü, beş yıl boyunca iş yerlerinde üretim arttı. Fakat orta düzey maaşlar değişmedi. Üstelik yoksulluk sınırının altındaki çalışan ailelerin sayısı yüzde 4 arttı. Sağlık sigortası olmadan çalışan ailelerin sayısı da yüzde dört arttı. Çoğumuza pek iyi gelen bu birbirine bağımlı dünya -- zaten hepimiz bu yüzden Kuzey Kaliforniya'da toplandık, para kazanıyoruz, güzel bir akşam geçiriyoruz -- dediğim gibi son derece adaletsizdir. Dünyada aynı zamanda istikrar da yok. Terör tehditleri, kitle imha silahları, hastalıkların küresel çapta yayılması yüzünden istikrarsız; ve yakın geçmişte hiç olmadığımız kadar bu istikrarsızlığa karşı hassasız. Belki de hepsinden önemlisi dünyamız; iklim değişikliği, kaynakların tükenmesi ve türlerin yok olması yüzünden sürdürülebilir değil.
When I think about the world I would like to leave to my daughter and the grandchildren I hope to have, it is a world that moves away from unequal, unstable, unsustainable interdependence to integrated communities -- locally, nationally and globally -- that share the characteristics of all successful communities: a broadly shared, accessible set of opportunities, a shared sense of responsibility for the success of the common enterprise and a genuine sense of belonging. All easier said than done. When the terrorist incidents occurred in the United Kingdom a couple of years ago, I think even though they didn't claim as many lives as we lost in the United States on 9/11, I think the thing that troubled the British most was that the perpetrators were not invaders, but homegrown citizens whose religious and political identities were more important to them than the people they grew up with, went to school with, worked with, shared weekends with, shared meals with. In other words, they thought their differences were more important than their common humanity. It is the central psychological plague of humankind in the 21st century.
Kendi kızıma ve gelecekteki torunlarıma bırakmak istediğim dünya ise; adaletsizlikten, istikrarsızlıktan ve sürdürülemez bir yapıdan uzaklaşmış, bütün başarılı toplumların özelliklerine haiz, -- yerel, ulusal ve küresel çapta -- bütünleşmiş toplumların olduğu bir dünyadır. Hayal ettiğim, herkesin paylaşabileceği, erişilebilir fırsatların olduğu, ortak girişimlerin başarıya ulaşması için ortak bir sorumluluk duygusu ve gerçek bir aidiyet duygusunun hissedildiği bir dünya. Bütün bunlar dile kolay. Bundan birkaç yıl önce Birleşik Krallık'ta terör olayları meydana geldiğinde, ABD'de gerçekleşen 11 Eylül saldırılarındaki kadar can kaybı yaşanmamıştı ama, zannedersem, İngilizleri en çok kaygıya düşüren, saldırganların yabancılar değil de kendi vatandaşları olmasıydı. Bu kişiler için dini ve siyasi kimlikleri, birlikte büyüdükleri, okula gittikleri, çalıştıkları, hafta sonlarını geçirdikleri ve yemeklerini paylaştıkları insanlardan daha önemliydi. Bir başka deyişle, sahip oldukları farklılıklar, ortak insanlıklarından önce geliyordu. Bu sözünü ettiğim, 21. yüzyıl insanının en önemli psikolojik vebasıdır.
Into this mix, people like us, who are not in public office, have more power to do good than at any time in history, because more than half the world's people live under governments they voted in and can vote out. And even non-democratic governments are more sensitive to public opinion. Because primarily of the power of the Internet, people of modest means can band together and amass vast sums of money that can change the world for some public good if they all agree. When the tsunami hit South Asia, the United States contributed 1.2 billion dollars. 30 percent of our households gave. Half of them gave over the Internet. The median contribution was somewhere around 57 dollars. And thirdly, because of the rise of non-governmental organizations. They, businesses, other citizens' groups, have enormous power to affect the lives of our fellow human beings. When I became president in 1993, there were none of these organizations in Russia. There are now a couple of hundred thousand. None in India. There are now at least a half a million active. None in China. There are now 250,000 registered with the government, probably twice again that many who are not registered for political reasons.
Bütün bunlar karşısında, bizler gibi devlet görevlisi olmayan kişiler, iyilik yapmak için tarihte ilk kez bu kadar nüfuza sahibiz. Çünkü, dünya nüfusunun yarısı hükümetlerini seçimle başa getirip, seçimle görevden alabiliyor. Hatta, demokratik olmayan hükümetler bile kamuoyunu daha çok önemsemekte. Bunun nedeni, en başta internet aracılığıyla, mütevazı olanakları olan insanlar biraraya gelip, büyük meblağlar toplayabiliyor. Herkes katılsa, bu paralar dünyayı halkın yararına değiştirebilir. Tsunami Güney Asya'yı vurduğu zaman, ABD 1.2 milyar dolar yardımda bulundu. Halkın yüzde 30'u yardım gönderdi. Bu insanların yarısı yardımı internet üzerinden yaptı. Ortalama katkı miktarı ise 57 dolar civarındaydı. Ayrıca, sivil toplum kuruluşları da yükselişe geçmiştir. Şirketler ve diğer topluluklar, insan kardeşlerimizin hayatlarını değiştirecek müthiş bir gücü ellerinde bulunduruyor. 1993 yılında başkan olduğumda, Rusya'da bu kuruluşların hiçbiri yoktu. Şimdi ise, birkaç yüzbin kuruluş var. Hindistan'da yoktu. Şu anda en az yarım milyon aktif kuruluş var. Çin'de yoktu. Bugün ise resmi kayıt altında 250.000, bu sayının iki katı kadar da siyasi nedenlerden kayıt altına alınmamış kuruluş faaliyette.
When I organized my foundation, and I thought about the world as it is and the world that I hope to leave to the next generation, and I tried to be realistic about what I had cared about all my life that I could still have an impact on. I wanted to focus on activities that would help to alleviate poverty, fight disease, combat climate change, bridge the religious, racial and other divides that torment the world, but to do it in a way that would either use whatever particular skills we could put together in our group to change the way some public good function was performed so that it would sweep across the world more.
Vakfımı kurduğum zaman, önce dünyayı şu anki halini düşündüm, sonra gelecek nesillere bırakmayı umduğum dünyayı düşündüm. Hayatım boyunca önemsediğim ve üzerinde etki yaratabileceğim şeylerle ilgili gerçekçi olmaya çalıştım. Yoksulluğu azaltacak, hastalıklar ve iklim değişikliği ile mücadele edecek, dünyada acı yaratan, din, ırk ayrılıkları ve diğerlerini silecek faaliyetler üzerinde yoğunlaşmak istedim. Fakat bunları yaparken elimizdeki tüm beceri ve imkanları biraraya getirmemiz, böylece kamu hizmetlerinin ifa şeklini değiştirmemiz, ve bu hizmetlerin dünyaya daha iyi yayılmasını sağlamamız gerekiyor.
You saw one reference to that in what we were able to do with AIDS drugs. And I want to say that the head of our AIDS effort, and the person who also is primarily active in the wish I'll make tonight, Ira Magaziner, is here with me and I want to thank him for everything he's done. He's over there. (Applause) When I got out of office and was asked to work, first in the Caribbean, to try to help deal with the AIDS crisis, generic drugs were available for about 500 dollars a person a year. If you bought them in vast bulks, you could get them at a little under 400 dollars. The first country we went to work in, the Bahamas, was paying 3,500 dollars for these drugs. The market was so terribly disorganized that they were buying this medicine through two agents who were gigging them sevenfold. So the very first week we were working, we got the price down to 500 dollars. And all of a sudden, they could save seven times as many lives for the same amount of money.
AIDS ilaçlarıyla hayata geçirdiğimiz proje bunun bir örneği olmuştur. AIDS projemizin sorumlusu olan, aynı zamanda bu akşam tutacağım dilekle ilgili faaliyetle en yakından ilgilenen kişi Ira Magaziner, aramızda olduğunu belirtmek ve kendisine bütün yaptıkları için teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Kendisi şurada oturuyor. (Alkışlar) Görev sürem dolduktan sonra ilk önce Karayiplerde, AIDS krizi ile mücadelede yer almam istendiğinde, jenerik ilaçların bir kişi için yıllık maliyeti yaklaşık 500 dolardı. Bunlar çok sayıda alındıklarında, fiyat 400 doların çok az altına iniyordu. Çalışmalarımız için gittiğimiz ilk ülke, Bahama adaları, bu ilaçları 3.500 dolara satın almaktaydı. Piyasa o kadar kötü düzenlenmişti ki, ilaçların fiyatını yediye katlayarak tedarik eden iki ayrı acentadan satın alıyorlardı. Daha çalışmaya başladığımız ilk hafta fiyatı 500 dolara indirttik. Bir anda, aynı miktarda parayla daha öncekine oranla yedi kat fazla hayat kurtarmaya başladılar.
Then we went to work with the manufacturers of AIDS medicines, one of whom was cited in the film, and negotiated a whole different change in business strategy, because even at 500 dollars, these drugs were being sold on a high-margin, low-volume, uncertain-payment basis. So we worked on improving the productivity of the operations and the supply chain, and went to a low-margin, high-volume, absolutely certain-payment business. I joked that the main contribution we made to the battle against AIDS was to get the manufacturers to change from a jewelry store to a grocery store strategy. But the price went to 140 dollars from 500. And pretty soon, the average price was 192 dollars. Now we can get it for about 100 dollars. Children's medicine was 600 dollars, because nobody could afford to buy any of it. We negotiated it down to 190. Then, the French imposed their brilliantly conceived airline tax to create a something called UNITAID, got a bunch of other countries to help. That children's medicine is now 60 dollars a person a year.
Daha sonra, AIDS ilaçlarının üreticileriyle birlikte çalışmaya başladık, Üreticilerden bir tanesi filmde yer almıştı ve iş stratejisine bambaşka bir değişim getirdi. Çünkü, 500 dolar karşılığında bile bu ilaçlar, yüksek kâr, düşük hacim, belirsiz ödeme temelinde satılmaktaydı. Biz de, yapılan işlemlerin ve tedarik zincirinin verimini iyileştirmek üzerinde çalıştık ve düşük kâr, yüksek hacim ve kesin ödeme temelli bir iş sistemine geçtik. Şaka yollu, AIDS ile mücadeleye temel katkımızın, üreticilerin mücevherci stratejisinden manav stratejisine geçmelerini sağlamak olduğunu söylerdim. Ancak fiyat 500 dolardan 140 dolara indi. Yakın zamana kadar, ortalama fiyat 192 dolardı. Şimdi ise, ilacın fiyatı 100 dolar civarında. Çocuklar için olan ilaçlar ise 600 dolardı, çünkü bu parayı ödemeye kimsenin gücü yetmiyordu. Fiyatı pazarlıkla 190'a çektik. Daha sonra, Fransızlar zekice tasarlanmış havayolu vergisini uygulayarak UNITAID adında bir şey yarattılar, başka ülkelerin de yardım etmesini sağladılar. Bugün çocuk ilaçları kişi başı yıllık 60 dolara mal oluyor.
The only thing that is keeping us from basically saving the lives of everybody who needs the medicine to stay alive are the absence of systems necessary to diagnose, treat and care for people and deliver this medicine. We started a childhood obesity initiative with the Heart Association in America. We tried to do the same thing by negotiating industry-right deals with the soft drink and the snack food industry to cut the caloric and other dangerous content of food going to our children in the schools. We just reorganized the markets. And it occurred to me that in this whole non-governmental world, somebody needs to be thinking about organizing public goods markets. And that is now what we're trying to do, and working with this large cities group to fight climate change, to negotiate huge, big, volume deals that will enable cities which generate 75 percent of the world's greenhouse gases, to drastically and quickly reduce greenhouse gas emissions in a way that is good economics. And this whole discussion as if it's some sort of economic burden, is a mystery to me. I think it's a bird's nest on the ground.
Hayatta kalabilmek için ilaca ihtiyacı olan herkesin hayatını kurtarmaktan bizi alıkoyan tek şey, teşhis, tedavi ve bakım ve ilacın insanlara ulaştırılması için gerekli sistemlerin olmayışıdır. Amerika'daki Kalp Derneği ile birlikte, çocuk obezitesi girişimini başlattık. Aynı şeyi, alkolsüz içecek ve atıştırmalık gıda üreticileri ile sanayi haklarını görüşerek yapmaya çalıştık. Amacımız, kalorili ve tehlikeli içerikteki diğer gıdaların okul çağındaki çocuklara ulaşmasını önlemekti. Sadece piyasaları yeniden düzenledik. Bana öyle geldi ki, koskoca sivil toplum dünyasında birisinin çıkıp kamu malları piyasası diye bir şey yaratması gerekiyordu. Bizim şu anda gerçekleştirmek istediğimiz de budur. Bu büyük şehir gruplarıyla; iklim değişikliği ile mücadele etmek, dünyada mevcut sera gazının yüzde 75'ini üreten şehirlerin sera gazı salınımlarını büyük ölçüde ve hızla azaltmalarını, hem de bunu ekonomik bir şekilde gerçekleştirmelerini sağlayacak, çok büyük hacimli anlaşmalara varmak için çalışıyoruz. Bu konunun sanki bir tür ekonomik yükmüş gibi ele alınması ise benim için tam bir muamma. Bana kalırsa bu iş çantada keklik.
When Al Gore won his well-deserved Oscar for the "Inconvenient Truth" movie, I was thrilled, but I had urged him to make a second movie quickly. For those of you who saw "An Inconvenient Truth," the most important slide in the Gore lecture is the last one, which shows here's where greenhouse gases are going if we don't do anything, here's where they could go. And then there are six different categories of things we can do to change the trajectory. We need a movie on those six categories. And all of you need to have it embedded in your brains and to organize yourselves around it. So we're trying to do that.
Al Gore "Uygunsuz Gerçek" (Inconvenient Truth) filmiyle Oscar kazandığında, çok sevinmiştim. Kendisini hemen ikinci bir film çekmesi için de cesaretlendirdim. "An Inconvenient Truth" filmini görenleriniz için söylüyorum; Gore'un verdiği dersin en can alıcı noktası son kısımdır. Orada, eğer hiçbir şey yapmazsak sera gazlarının nereye gittiği, nerelere gidebilecekleri gösterilmektedir. Bu gidişatı değiştirmek için yapılacakları altı farklı kategoride değerlendirebiliriz. Bu altı kategoriyle ilgili bir filme ihtiyacımız var. Hepinizin bunu aklınızın bir köşesinde tutmanız ve kendinizi buna göre ayarlamanız gerekiyor. Bunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
So organizing these markets is one thing we try to do. Now we have taken on a second thing, and this gets to my wish. It has been my experience in working in developing countries that while the headlines may all be -- the pessimistic headlines may say, well, we can't do this, that or the other thing because of corruption -- I think incapacity is a far bigger problem in poor countries than corruption, and feeds corruption. We now have the money, given these low prices, to distribute AIDS drugs all over the world to people we cannot presently reach. Today these low prices are available in the 25 countries where we work, and in a total of 62 countries, and about 550,000 people are getting the benefits of them. But the money is there to reach others. The systems are not there to reach the people.
Dediğim gibi, bu piyasaları düzenlemek çalışmalarımızdan birisi. Şimdi ikinci unsur üzerinde çalışmaya başladık ve benim dileğim de bununla ilgili. Gelişmekte olan ülkelerde çalışırken edindiğim tecrübelerden yola çıkarak manşetlerin hepsinde -- karamsar manşetlerde eh, biz yolsuzluk yüzünden bu işi veya diğerini yapamayız dense de, yoksul ülkelerde, acizliğin yolsuzluktan çok daha büyük bir sorun olduğunu, ve yolsuzluğu beslediğini söyleyebilirim. Bu düşük fiyatlar karşısında, bütün dünyada halihazırda ilaca erişimi olmayan insanlara AIDS ilacı dağıtacak paramız var. Çalışmalarımızı yürüttüğümüz 25, toplamda ise 62 ülkede bugün bu düşük fiyatlarla ilaçlar alınabiliyor. Yaklaşık 550 bin kişi ilaçlardan yararlanıyor. Fakat, başka insanlara da ulaşmamızı sağlayacak para var. Bu insanlara ulaşacak sistemler yok.
So what we have been trying to do, working first in Rwanda and then in Malawi and other places -- but I want to talk about Rwanda tonight -- is to develop a model for rural health care in a very poor area that can be used to deal with AIDS, TB, malaria, other infectious diseases, maternal and child health, and a whole range of health issues poor people are grappling with in the developing world, that can first be scaled for the whole nation of Rwanda, and then will be a model that could literally be implemented in any other poor country in the world.
Projedeki amacımız, önce Ruanda'da, sonra Malavi'de ve diğer yerlerde -- tabii bu akşam Ruanda'dan söz edeceğim -- çok yoksul yerlerde, kırsal bölgede sağlık hizmetleri için bir model geliştirmekti. Hedeflediğimiz bu model gelişmekte olan ülkelerdeki yoksul insanların mücadele ettiği AIDS, verem, sıtma ve diğer bulaşıcı hastalıklar ile anne-çocuk sağlığı ve benzeri sağlık sorunlarını çözmede kullanılabilir. Bu model, başlangıçta tüm Ruanda halkına hizmet edecek, daha sonra ise gerçek anlamda dünyanın herhangi bir yoksul ülkesinde uygulanabilecektir.
And the test is: one, will it do the job? Will it provide high quality care? And two, will it do it at a price that will enable the country to sustain a health care system without foreign donors after five to 10 years? Because the longer I deal with these problems, the more convinced I am that we have to -- whether it's economics, health, education, whatever -- we have to build systems. And the absence of systems that function break the connection which got you all in this seat tonight. You think about whatever your life has been, however many obstacles you have faced in your life, at critical junctures you always knew there was a predictable connection between the effort you exerted and the result you achieved. In a world with no systems, with chaos, everything becomes a guerilla struggle, and this predictability is not there. And it becomes almost impossible to save lives, educate kids, develop economies, whatever.
Burada asıl sorular şöyle sıralanabilir; bu model işe yarayacak mı? Yüksek kalitede sağlık hizmetleri geliştirip sunabilecek mi? Tabii bir de; bütün bunları ülkenin, 5 ila 10 yıl sonra yabancı bağışçıların desteği olmadan, sağlık hizmetleri sistemini sürdürülebilir hale getirip getiremeyeceği sorusu var. Çünkü bu sorunla mücadelede zaman geçirdikçe, ister ekonomik, ister sağlık ve eğitim alanında, ister başka alanlarda olsun, bir sistem inşa etmemiz gerektiğini daha iyi anlıyorum. İşleyen sistemlerin olmayışı, hepimizin sahip olduğu bu bağlantıyı koparıyor. Bugüne kadarki hayatınızı düşünün, hayatınız boyunca karşılaştığınız güçlükleri hatırlayın, kritik anlarda, ortaya koyduğunuz çaba ile elde ettiğiniz sonuç arasında tahmin etmesi güç olmayan bir bağ olduğunu hep bildiniz. Sistemi olmayan, kaosa sürüklenmiş bir dünyada, her şey bir gerilla mücadelesine döner ve bu durumda olacakları tahmin etmek mümkün değildir. Hayat kurtarmak, çocukları eğitmek, ekonomileri geliştirmek, ve daha fazlası neredeyse imkansız hale gelmiştir.
The person, in my view, who has done the best job of this in the health care area, of building a system in a very poor area, is Dr. Paul Farmer, who, many of you know, has worked for now 20 years with his group, Partners in Health, primarily in Haiti where he started, but they've also worked in Russia, in Peru and other places around the world. As poor as Haiti is, in the area where Farmer's clinic is active -- and they serve a catchment area far greater than the medical professionals they have would indicate they could serve -- since 1988, they have not lost one person to tuberculosis, not one. And they've achieved a lot of other amazing health results. So when we decided to work in Rwanda on trying to dramatically increase the income of the country and fight the AIDS problem, we wanted to build a healthcare network, because it had been totally destroyed during the genocide in 1994, and the per capita income was still under a dollar a day. So I rang up, asked Paul Farmer if he would help. Because it seemed to me if we could prove there was a model in Haiti and a model in Rwanda that we could then take all over the country, number one, it would be a wonderful thing for a country that has suffered as much as any on Earth in the last 15 years, and number two, we would have something that could then be adapted to any other poor country anywhere in the world. And so we have set about doing that.
Benim nazarımda, sağlık hizmetleri alanında en iyi işi başaran kişi, çok yoksul bir bölgede, bir sistem kurmayı başarmış olan Dr. Paul Farmer'dır. Kendisini tanıyorsunuz, "Partners in Health" adındaki grubuyla ağırlıklı olarak ilk başladığı yer olan Haiti'de 20 yıldır çalışmalarını sürdürüyor. Ancak, aynı zamanda Rusya'da, Peru'da ve dünyanın başka yerlerinde de çalışmışlardır. Haiti ne her kadar yoksul olsa da, Dr. Farmer'ın kiliniği çalışan tıbbi personel sayısı ve kapasitesinin normalde yetişebileceğinden çok daha geniş bir alanda hizmet veriyor. 1988 yılından beri de, bir kişi bile veremden hayatını kaybetmedi. Onlar sağlık alanında daha pek çok başarıya imza attılar. Böylece, Ruanda'da çalışma kararı alınca, yani ülkenin gelirini önemli ölçüde yükseltmeye ve AIDS'le mücadele etmeye çalışınca, işe sağlık hizmetleri ağı oluşturarak başlamak istedik. Çünkü, ülkenin sağlık sistemi 1994 soykırımında tamamen yok olmuştu. Ayrıca, kişi başına düşen gelir de halen bir doların altındaydı. Ben de, Paul Farmer'ı arayıp kendisinden yardım istedim. Çünkü, bana öyle geliyordu ki, eğer Ruanda'da da Haiti'deki modeli yarattığımızı kanıtladığımız anda, o zaman bu örnek modeli bütün ülkeye yayabilirdik. Böylece, birincisi son 15 yılda en az dünyanın herhangi bir bölgesi kadar acı çekmiş bir ülke için harika bir şey başarmış olurduk. İkincisi de, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir yoksul ülkeye uygulanabilecek bir model geliştirmiş olurduk. Biz de, bunları gerçekleştirmek üzere işe koyulduk.
Now, we started working together 18 months ago. And we're working in an area called Southern Kayonza, which is one of the poorest areas in Rwanda, with a group that originally includes about 400,000 people. We're essentially implementing what Paul Farmer did in Haiti: he develops and trains paid community health workers who are able to identify health problems, ensure that people who have AIDS or TB are properly diagnosed and take their medicine regularly, who work on bringing about health education, clean water and sanitation, providing nutritional supplements and moving people up the chain of health care if they have problems of the severity that require it. The procedures that make this work have been perfected, as I said, by Paul Farmer and his team in their work in rural Haiti over the last 20 years. Recently we did an evaluation of the first 18 months of our efforts in Rwanda. And the results were so good that the Rwandan government has now agreed to adopt the model for the entire country, and has strongly supported and put the full resources of the government behind it.
Bundan 18 ay önce çalışmalarımıza başladık. Güney Kayonza adı verilen bir bölgede çalışıyoruz. Bu bölge Ruanda'nın en yoksul yerlerinden birisi. Ekibimiz esas olarak yaklaşık 400,000 kişiden oluşuyor. Yaptığımız temel olarak Paul Farmer'ın Haiti'de yaptıklarını uygulamaktan ibaret. Farmer, sağlık sorunlarını tanımlayabilen ücretli sağlık personelini geliştirip yetiştiriyor. Bu personel ile AIDS ve verem hastalarına doğru tanı konması ve bu kişilerin ilaçlarını düzenli almaları sağlanıyor. Personel ayrıca, sağlık eğitimi, temiz su ve sıhhi tesisat konularıyla da ilgileniyor. İhtiyaç sahiplerine gıda temin edilmesini ve durumu ciddi olan hastaların bir üst basamak sağlık merkezlerine sevkini sağlıyorlar. Dediğim gibi, bu modeli işler hale getiren prosedürler Paul Farmer ve ekibinin, 20 yılı aşkın süredir Haiti kırsallarındaki çalışmaları sonucunda kusursuz hale getirildi. Geçenlerde, Ruanda'daki ilk 18 aylık çabalarımızın bir değerlendirmesini yaptık. Elde ettiğimiz sonuçlar o denli iyiydi ki Ruanda hükümeti, modelin bütün ülkede uygulanmasını onaylayarak, bu projeye devletin tüm kaynaklarını da seferber edip tam destek vermeye başladı.
I'll tell you a little bit about our team because it's indicative of what we do. We have about 500 people around the world working in our AIDS program, some of them for nothing -- just for transportation, room and board. And then we have others working in these other related programs. Our business plan in Rwanda was put together under the leadership of Diana Noble, who is an unusually gifted woman, but not unusual in the type of people who have been willing to do this kind of work. She was the youngest partner at Schroder Ventures in London in her 20s. She was CEO of a successful e-venture -- she started and built Reed Elsevier Ventures -- and at 45 she decided she wanted to do something different with her life. So she now works full-time on this for very little pay. She and her team of former business people have created a business plan that will enable us to scale this health system up for the whole country. And it would be worthy of the kind of private equity work she used to do when she was making a lot more money for it.
Sizlere biraz ekibimizden bahsetmek isterim, böylece yaptıklarımızı da anlatmış olurum. AIDS programımızda, bütün dünyada yaklaşık 500 kişi çalışıyor, bazıları ücret almadan, sadece ulaşım, oda ve iaşe karşılığında çalışıyor. Ayrıca, bununla ilişkili başka programlarda çalışan arkadaşlarımız da var. Ruanda'daki faaliyet planımız, Diana Noble'ın önderliğinde meydana getirildi, bu tür işlerde gönüllü çalışanlardan farklı değilse de, Diana Noble olağanüstü yetenekli bir kadın. 20'li yaşlarındayken, Londra'daki Schroder Ventures'ın en genç ortağıydı. Başarılı bir e-girişimin CEO'su oldu -- Reed Elsevier Ventures'ı başlattı ve ortaya çıkardı -- 45 yaşına geldiğinde ise, hayatına farklı bir yön vermek istedi. Şimdi tam zamanlı olarak, çok cüzi bir ücret ile bu projede çalışıyor. Eski iş adamlarından oluşan ekibiyle birlikte, bu sağlık sistemini ülkenin her yerine yaymamızı sağlayacak bir faaliyet planı hazırladılar. Bu iş çok daha fazla para kazandığı dönemde yaptığı özel sermaye ortaklıkları ile eş bir değerde bir iş olacaktır.
When we came to this rural area, 45 percent of the children under the age of five had stunted growth due to malnutrition. 23 percent of them died before they reached the age of five. Mortality at birth was over two-and-a-half percent. Over 15 percent of the deaths among adults and children occurred because of intestinal parasites and diarrhea from dirty water and inadequate sanitation -- all entirely preventable and treatable. Over 13 percent of the deaths were from respiratory illnesses -- again, all preventable and treatable. And not a single soul in this area was being treated for AIDS or tuberculosis.
Bu kırsal bölgeye ilk geldiğimizde, beş yaş altındaki çocukların yüzde 45'i kötü beslenme nedeniyle normal bir gelişim gösteremiyordu. Çocukların yüzde 23'ü, daha beş yaşına gelmeden ölüyordu. Doğumda ölüm oranı yüzde iki buçuktan fazlaydı. Yetişkin ve çocuk ölümlerinin yüzde 15'inden fazlası, tamamen önlenebilir ve tedavi edilebilir olan, pis su ve yetersiz temizlik koşulları nedeniyle yayılan bağırsak paraziti ve ishalden kaynaklanıyordu. Ölümlerin yüzde 13'ten fazlası, yine tamamı önlenebilir ve tedavi edilebilir olan solunum yolu hastalıklarından kaynaklanıyordu. Ayrıca bu bölgede, tek bir insan bile AIDS veya verem tedavisi görmüyordu.
Within the first 18 months, the following things happened: we went from zero to about 2,000 people being treated for AIDS. That's 80 percent of the people who need treatment in this area. Listen to this: less than four-tenths of one percent of those being treated stopped taking their medicine or otherwise defaulted on treatment. That's lower than the figure in the United States. Less than three-tenths of one percent had to transfer to the more expensive second-line drugs. 400,000 pregnant women were brought into counseling and will give birth for the first time within an organized healthcare system. That's about 43 percent of all the pregnancies. About 40 percent of all the people -- I said 400,000. I meant 40,000. About 40 percent of all the people who need TB treatment are now getting it -- in just 18 months, up from zero when we started. 43 percent of the children in need of an infant feeding program to prevent malnutrition and early death are now getting the food supplements they need to stay alive and to grow.
İlk 18 aylık süreçte şunlar yaşandı: AIDS tedavisi gören insan sayısını sıfırdan yaklaşık 2000'e yükselttik. Bu rakam, bu konuda tedaviye ihtiyaç duyan insanların yüzde 80'ini temsil ediyor. Bir de şuna kulak verin: tedavi görenlerin yüzde birinin onda dördünden azı ilaç almayı bıraktı ya da tedaviyi ihmal etti. Bu rakam Amerika'dakinden daha düşük. Yüzde birin onda üçünden azı ise, daha pahalı olan ikinci basamak ilaçlara başlamak zorunda kaldı. 400 bin hamile kadın danışmanlık hizmetlerinden faydalandı, ilk kez örgütlü bir sağlık hizmeti dâhilinde doğum yapacak. Bu rakam toplam gebe kadın sayısının yüzde 43'üne denk geliyor. İnsanların tamamının yaklaşık yüzde 40'ı -- 400 bin dedim, 40 bin demek istemiştim. Verem tedavisi gereken insanların yaklaşık yüzde 40'ı artık tedaviye erişebiliyor -- yalnızca 18 ay geçti, ve sıfırdan başlamıştık. Çocuk beslenme programına ihtiyaç duyan çocukların yüzde 43'ü, kötü beslenme ve erken ölümlerin önüne geçilebilmesi için, artık hayatta kalmak ve büyüyebilmek için ihtiyaçları olan besinleri alıyorlar.
We've started the first malaria treatment programs they've ever had there. Patients admitted to a hospital that was destroyed during the genocide that we have renovated along with four other clinics, complete with solar power generators, good lab technology. We now are treating 325 people a month, despite the fact that almost 100 percent of the AIDS patients are now treated at home. And the most important thing is because we've implemented Paul Farmer's model, using community health workers, we estimate that this system could be put into place for all of Rwanda for between five and six percent of GDP, and that the government could sustain that without depending on foreign aid after five or six years. And for those of you who understand healthcare economics you know that all wealthy countries spend between nine and 11 percent of GDP on health care, except for the United States, we spend 16 -- but that's a story for another day. (Laughter)
Bu bölgedeki ilk sıtma tedavisi programını başlattık. Soykırımda yerle bir edildikten sonra, güneş enerjisi jeneratörleri ve laboratuvar teknolojisiyle donatarak diğer dört klinikle birlikte yenilediğimiz hastanede hastalar kabul ediliyor. Şu anda, AIDS hastalarının neredeyse yüzde 100'ünün evde tedavi edilmesine rağmen ayda 325 kişinin tedavisini yapıyoruz. En önemlisi de, Paul Farmer modelini, yani toplum sağlığı görevlilerini kullandığımızdan, bu sistemin, GSYH'nin yüzde beş ila altısı karşılığında bütün Ruanda'da uygulamaya konabileceğini ve hükümetin beş ila altı yıl sonra dış yardım almadan, sistemin sürdürebilir hale getireceğini tahmin ediyoruz. Sağlık hizmetleri ekonomisinden anlayanlarınız için, bildiğiniz gibi zengin ülkeler GSYH'lerinin yüzde 9 ila 11'ini sağlık hizmetlerine ayırıyor, ABD hariç tabii, biz yüzde 16'sını ayırıyoruz -- bunu başka bir gün anlatırım. (Gülüşmeler)
We're now working with Partners in Health and the Ministry of Health in Rwanda and our Foundation folks to scale this system up. We're also beginning to do this in Malawi and Lesotho. And we have similar projects in Tanzania, Mozambique, Kenya and Ethiopia with other partners trying to achieve the same thing: to save as many lives as quickly as we can, but to do it in a systematic way that can be implemented nationwide and then with a model that can be implemented in any country in the world. We need initial upfront investment to train doctors, nurses, health administration and community health workers throughout the country, to set up the information technology, the solar energy, the water and sanitation, the transportation infrastructure. But over a five- to 10-year period, we will take down the need for outside assistance and eventually it will be phased out.
Şu anda, Ruanda'da Partners in Health ve Ruanda Sağlık Bakanlığı, ayrıca bizim Vakıf mensuplarımızla bu sistemi genele yaymak için çalışıyoruz. Aynı çalışmalara Malavi ile Lesotho'da da başlıyoruz. Tanzanya, Mozambik, Kenya ve Etiyopya'da da diğer ortaklarımızla, aynı hedeflere ulaşmak için, en fazla sayıda hayatı, en kısa sürede kurtarmak için benzer projeler üretiyoruz. Bu projeleri ülke çapında uygulanabilecek sistematik bir biçimde, ve dünyanın her yerinde uygulanabilir bir model ile gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz. Ülkenin her yerinde doktorlar, hemşireler, sağlık yöneticileri ve toplum sağlığı çalışanları yetiştirmek için ilk önce net bir yatırım ile bilgi teknolojilerinin, güneş enerjisi sistemlerinin, su ve sıhhi tesisat ile ulaşım altyapısının kurulması gerekiyor. Ancak, beş ila on yıllık bir süreçte dış yardım ihtiyacını aşama aşama azaltarak, en sonunda yok edeceğiz.
My wish is that TED assist us in our work and help us to build a high-quality rural health system in a poor country, Rwanda, that can be a model for Africa, and indeed, for any poor country anywhere in the world. My belief is that this will help us to build a more integrated world with more partners and fewer terrorists, with more productive citizens and fewer haters, a place we'd all want our kids and our grandchildren to grow up in. It has been an honor for me, particularly, to work in Rwanda where we also have a major economic development project in partnership with Sir Tom Hunter, the Scottish philanthropist, where last year we, using the same thing with AIDS drugs, cut the cost of fertilizer and the interest rates on microcredit loans by 30 percent and achieved three- to four-hundred percent increases in crop yields with the farmers.
Benim dileğim; TED'in çalışmalarımızı desteklemesi ve Afrika için, aslında bakarsanız dünyanın herhangi bir yerindeki, herhangi bir yoksul ülke için model olabilecek, Ruanda'da yüksek kalitede bir kırsal sağlık sistemi kurmamıza yardım etmesidir. İnanıyorum ki böylelikle daha çok ortağın, daha az teröristin olduğu, daha fazla üretken insana karşı daha az kindarın barındığı bütünleşmiş bir dünya; çocuklarımızın ve torunlarımızın içinde büyümesini isteyeceğimiz bir yer yaratmamıza yardım edecektir. Özellikle Ruanda'da çalışmak benim için bir onurdu, burada, İskoçyalı hayırsever, Sir Ton Hunter ile ortaklaşa yürüttüğümüz büyük çaplı bir ekonomik kalkınma projemiz de var. Bu proje ile, geçtiğimiz yıl, AIDS ilaçlarında uyguladığımız yöntemi kullanarak, gübre maliyetlerini ve mikrokredilerin faiz oranlarını yüzde 30 düşürdük, neticede çiftçilerin hasat miktarını yüzde üç ila dört oranında arttırmayı başardık.
These people have been through a lot and none of us, most of all me, helped them when they were on the verge of destroying each other. We're undoing that now, and they are so over it and so into their future. We're doing this in an environmentally responsible way. I'm doing my best to convince them not to run the electric grid to the 35 percent of the people that have no access, but to do it with clean energy. To have responsible reforestation projects, the Rwandans, interestingly enough, have been quite good, Mr. Wilson, in preserving their topsoil. There's a couple of guys from southern farming families -- the first thing I did when I went out to this place was to get down on my hands and knees and dig in the dirt and see what they'd done with it.
Bu insanlar çok şey görüp geçirmişler ve hiçbirimiz, özellikle de ben, onlar birbirlerini yok etmenin eşiğine geldiklerinde yardım elini uzatmadık. Şimdi hatamızı telafi ediyoruz, hem onlar da bunları aşıp geleceğe odaklanıyorlar. Çalışmalarımızı çevre bilinci ile gerçekleştiriyoruz. Halkın yüzde 35'inin erişimin olmadığı elektrik kaynağını değil temiz enerji kaynaklarını tercih etmelerini ve sorumlu yeniden ağaçlandırma projeleri hazırlamaları için elimden geleni yapıyorum. Sayın Wilson, ilginçtir, Ruandalılar üst toprak tabakasını koruma konusunda gayet başarılı oldular. Güneydeki çiftçi ailelerinden birkaç kişi tanıyorum -- oraya gittiğimde yaptığım ilk şey, dizlerimin üstünde yere çöküp ellerimle toprağı kazarak, toprağı nasıl değerlendirdiklerini görmek oldu.
We have a chance here to prove that a country that almost slaughtered itself out of existence can practice reconciliation, reorganize itself, focus on tomorrow and provide comprehensive, quality health care with minimal outside help. I am grateful for this prize, and I will use it to that end. We could use some more help to do this, but think of what it would mean if we could have a world-class health system in Rwanda -- in a country with a less-than-one-dollar-a-day-per-capita income, one that could save hundreds of millions of lives over the next decade if applied to every similarly situated country on Earth. It's worth a try and I believe it would succeed. Thank you and God bless you. (Applause)
Burada, kendisini yok edercesine katliamdan geçirmiş bir ülkenin uzlaşma sağlayabileceğini, düzenini yeniden kurarak yarınlara odaklanabileceğini ve asgari dış yardım ile kapsamlı ve kaliteli sağlık hizmetleri sunabileceğini kanıtlamak için fırsatımız var. Bu ödül için minnettarım, ve ödülü bu amaçla kullanacağım. Bunun için, biraz daha yardım alabiliriz fakat Ruanda'da -- kişi başına düşen günlük gelirin bir doların altında olduğu bir yerde, dünya standartlarında bir sağlık sisteminin kurulması ne demektir bir düşünün. Böyle bir sistem, benzer durumdaki bütün ülkelerde uygulanırsa, önümüzdeki on yıllık süreçte yüz milyonlarca hayat kurtarılabilir. Denemeye değer ve ben başarılı olacağına inanıyorum. Teşekkür ederim, Tanrı sizi korusun. (Alkışlar)