Last year, I went on my first book tour. In 13 months, I flew to 14 countries and gave some hundred talks. Every talk in every country began with an introduction, and every introduction began, alas, with a lie: "Taiye Selasi comes from Ghana and Nigeria," or "Taiye Selasi comes from England and the States." Whenever I heard this opening sentence, no matter the country that concluded it -- England, America, Ghana, Nigeria -- I thought, "But that's not true." Yes, I was born in England and grew up in the United States. My mum, born in England, and raised in Nigeria, currently lives in Ghana. My father was born in Gold Coast, a British colony, raised in Ghana, and has lived for over 30 years in the Kingdom of Saudi Arabia. For this reason, my introducers also called me "multinational." "But Nike is multinational," I thought, "I'm a human being."
Geçtiğimiz sene ilk kitap turuma çıktım. 13 ay içinde 14 ülkeye uçtum ve yüzlerce konuşma yaptım. Her ülkedeki konuşmalarım bir girizgâhla başladı ve her girizgâh ise maalesef bir yalanla: "Taiye Selasi Ganalı ve Nijeryalı" ya da "Taiye Selasi İngiltereli ve Amerikalı". Bu açılış cümlesini ne zaman duysam, hangi ülke ile bittiğinden bağımsız şekilde -- İngiltere, Amerika, Gana, Nijerya -- "Ama bu doğru değil" diye düşündüm. Evet, ben İngiltere'de doğdum ve Amerika Birleşik Devletleri'nde büyüdüm. Annem İngiltere'de doğdu ve Nijerya'da yetişti, şu anda Gana'da yaşıyor. Babam ise bir İngiliz kolonisi olan Gold Coast'da doğup Gana'da büyüdü ve son 30 yıldır da Suudi Arabistan Krallığı'nda yaşıyor. Bu sebepten ötürü beni takdim eden kişiler beni "çok uluslu" olarak da tanıttılar. "Ancak Nike çok ulusludur" diye düşündüm, "Bense bir insanım".
Then, one fine day, mid-tour, I went to Louisiana, a museum in Denmark where I shared the stage with the writer Colum McCann. We were discussing the role of locality in writing, when suddenly it hit me. I'm not multinational. I'm not a national at all. How could I come from a nation? How can a human being come from a concept? It's a question that had been bothering me for going on two decades. From newspapers, textbooks, conversations, I had learned to speak of countries as if they were eternal, singular, naturally occurring things, but I wondered: to say that I came from a country suggested that the country was an absolute, some fixed point in place in time, a constant thing, but was it? In my lifetime, countries had disappeared -- Czechoslovakia; appeared -- Timor-Leste; failed -- Somalia. My parents came from countries that didn't exist when they were born. To me, a country -- this thing that could be born, die, expand, contract -- hardly seemed the basis for understanding a human being.
Sonra günlerden bir gün, turun ortasında, Danimarka'da, yazar Colum McCann ile aynı sahneyi paylaştığım Louisiana Müzesi'ne gittim. Yazıda yerelliğin rolü ile ilgili konuşuyorduk ve bir anda aklıma bir şey dank etti. Ben çok uluslu değilim. Ben uluslu da değilim. Nasıl olur da bir milletten gelebilirim? İnsanoğlu nasıl olur da bir kavramdan gelmiş olabilir? Bu, beni 20 yıldır sıkan bir soruydu. Gazetelerden, ders kitaplarından, sohbetlerden ülkeler sanki sonsuz, tekil, doğal olarak oluşan şeylermiş gibi konuşmayı öğrendim. Ancak merak ediyordum: Bir ülkeden geldiğini söylemek, o ülkenin bir mutlak olduğunu öne sürüyordu, sabit bir noktada, bir zamanda ve yerde, değişmez bir şey gibi, peki böyle miydi? Yaşadığım süre boyunca, ülkeler yok oldular, Çekoslovakya gibi; yeni ülkeler kuruldu, Doğu Timor gibi; başarısız oldular, Somali gibi. Benim ailem, o dönem henüz var olmayan ülkelerde doğdular. Benim için ülke dediğimiz şey -- doğan, ölen, genişleyen, daralan bir kavram -- insanoğlunu anlamaya zoraki bir temel teşkil ediyor gibi göründü
And so it came as a huge relief to discover the sovereign state. What we call countries are actually various expressions of sovereign statehood, an idea that came into fashion only 400 years ago. When I learned this, beginning my masters degree in international relations, I felt a sort of surge of relief. It was as I had suspected. History was real, cultures were real, but countries were invented. For the next 10 years, I sought to re- or un-define myself, my world, my work, my experience, beyond the logic of the state.
ve sonunda egemen bir devletin keşfi muazzam bir rahatlama getirdi. Ülkeleri tanımlama şekillerimiz aslında egemen devletçilik anlayışının çeşitli varyasyonları, yalnızca 400 sene önce moda olmuş bir düşünce. Uluslararası İlişkiler yüksek lisansıma başladığım zaman bunu öğrendiğimde, bir çeşit rahatlama hissetmiştim. Tam da şüphelendiğim gibiydi. Tarih gerçekti, kültürler de öyle; ancak ülkeler birer icattı. Sonraki 10 sene, kendimi tekrar tanımlamak veya tanımlamamak için arayıştaydım, dünyam, işim, yaşanmışlıklarım, devlet mantığının ötesindeydi.
In 2005, I wrote an essay, "What is an Afropolitan," sketching out an identity that privileged culture over country. It was thrilling how many people could relate to my experience, and instructional how many others didn't buy my sense of self. "How can Selasi claim to come from Ghana," one such critic asked, "when she's never known the indignities of traveling abroad on a Ghanian passport?"
2005 senesinde kültürü ülkeye ayrıcalıklı tutan bir kimliğin tasvirini yaptığım "Afropolitan nedir" diye bir deneme yazdım. Bu kadar çok insanın yaşadığım tecrübe ile bağlantı kurabildiğini görmek aşırı heyecan vericiydi, benlik algımı kabul etmeyenleri görmek de bir o kadar öğreticiydi. "Selasi, Gana pasaportu ile gezmenin getirdiği aşağılanmayı yaşamamışken nasıl Ganalı olduğunu iddia eder?" diye bir eleştirel soru da soruldu.
Now, if I'm honest, I knew just what she meant. I've got a friend named Layla who was born and raised in Ghana. Her parents are third-generation Ghanians of Lebanese descent. Layla, who speaks fluent Twi, knows Accra like the back of her hand, but when we first met years ago, I thought, "She's not from Ghana." In my mind, she came from Lebanon, despite the patent fact that all her formative experience took place in suburban Accra. I, like my critics, was imagining some Ghana where all Ghanaians had brown skin or none held U.K. passports. I'd fallen into the limiting trap that the language of coming from countries sets -- the privileging of a fiction, the singular country, over reality: human experience. Speaking with Colum McCann that day, the penny finally dropped. "All experience is local," he said. "All identity is experience," I thought. "I'm not a national," I proclaimed onstage. "I'm a local. I'm multi-local."
Dürüst olmak gerekirse, soruyu soran kişinin ne demek istediğini anlıyordum. Gana'da doğup büyüyen Layla isimli bir arkadaşım var. Ailesi, Lübnan kökenli olan üçüncü jenerasyon Ganalılar. Layla, akıcı bir şekilde Twi dilini konuşabilen, Accra'yı avucunun içi gibi bilen biriydi; ancak kendisi ile yıllar evvel tanıştığımızda, "Ganalı değildir" diye düşünmüştüm. Accra'nın kenar bölgelerinde meydana gelen bütün yaşanmışlıklarına dair tescilli gerçeklere rağmen o benim için Lübnanlıydı. Ben, aldığım eleştirilerdeki gibi, Gana'yı tüm Ganalıların kahverengi derili olduğu ve İngiliz pasaportuna sahip olmadıkları bir yer olarak hayal ediyordum. Ben de bir ülkeden gelmenin koyduğu o sınırlayıcı tuzağa düşmüştüm -- bir kurgunun, tek ülke ayrıcalığının insan deneyimi gerçeğinden üstün olması. Colum McCann ile o gün konuşurken, sonunda jeton düşmüştü. "Tüm yaşanmışlıklar yereldir" dedi McCann. "Tüm kimlikler birer yaşanmışlıktır" diye düşündüm ben de. "Ben ulusal değilim" diye ifade ettim kendimi sahnede, "Ben lokalim, multi-lokalim"
See, "Taiye Selasi comes from the United States," isn't the truth. I have no relationship with the United States, all 50 of them, not really. My relationship is with Brookline, the town where I grew up; with New York City, where I started work; with Lawrenceville, where I spend Thanksgiving. What makes America home for me is not my passport or accent, but these very particular experiences and the places they occur. Despite my pride in Ewe culture, the Black Stars, and my love of Ghanaian food, I've never had a relationship with the Republic of Ghana, writ large. My relationship is with Accra, where my mother lives, where I go each year, with the little garden in Dzorwulu where my father and I talk for hours. These are the places that shape my experience. My experience is where I'm from.
Gördünüz mü, "Taiye Selasi Amerikalı" gerçek değil. Birleşik Devletler ile hiçbir bağım bulunmuyor, 50 eyaletin hiçbirisi ile, gerçekten. Benim ilişkim Brookline ile, büyüdüğüm kasabayladır; New York City ile, çalışmaya başladığım şehirle; Lawrenceville ile, Şükran Günü'nü geçirdiğim yerle. Amerika'yı benim evim yapan şey, pasaportum ya da aksanım değil; ancak bu belirleyici tecrübeler ve bunun geçtiği yerler oluyor. Ewe kültürüme dair duyduğum kıvanca, Kara Yıldızlar ve Gana yemeklerine olan sevgime rağmen, benim Gana Cumhuriyeti ile belirgin hiçbir bağım olmadı. Accra ile benim bağım, annemin yaşadığı ve her sene gittiğim yer olması, Dzorwulu'da babam ile saatlerce konuştuğumuz o küçük bahçe olması. Buralar benim yaşam deneyimimi şekillendiren yerler oldular. Benim nereli olduğumun tecrübesi.
What if we asked, instead of "Where are you from?" -- "Where are you a local?" This would tell us so much more about who and how similar we are. Tell me you're from France, and I see what, a set of clichés? Adichie's dangerous single story, the myth of the nation of France? Tell me you're a local of Fez and Paris, better yet, Goutte d'Or, and I see a set of experiences. Our experience is where we're from.
Ya "Nerelisin" diye sormak yerine "Nereye aitsin" diye sorsaydık? Bu bize kim olduğumuzu ve ne kadar benzer olduğumuzu daha fazla gösterirdi. Bana Fransalı olduğunuzu söylediğinizde ne görmeliyim? Klişeler sürüsü mü? Adichie'nin tehlikeli tek hikâyesindeki gibi bir türden Fransız ulusuna ait mitler mi? Bana Fez yahut Paris yerlisi olduğunuzu, daha da iyisi Goutte d'Or'lu olduğunuzu söyleyin ve ben bir sürü yaşanmışlık görebileyim. Nereli olduğumuz aslında bizim yaşanmışlıklarımızdır.
So, where are you a local? I propose a three-step test. I call these the three "R’s": rituals, relationships, restrictions.
Peki siz nereye aitsiniz? Üç aşamalı bir test sunuyorum bunun için. Ben bu testi 3R testi olarak isimlendiriyorum:
First, think of your daily rituals, whatever they may be:
Alışkanlıklar (Rituels), Bağlar (Relationships), Kısıtlamalar (Restrictions).
making your coffee, driving to work, harvesting your crops, saying your prayers. What kind of rituals are these? Where do they occur? In what city or cities in the world do shopkeepers know your face? As a child, I carried out fairly standard suburban rituals in Boston, with adjustments made for the rituals my mother brought from London and Lagos. We took off our shoes in the house, we were unfailingly polite with our elders, we ate slow-cooked, spicy food. In snowy North America, ours were rituals of the global South. The first time I went to Delhi or to southern parts of Italy, I was shocked by how at home I felt. The rituals were familiar. "R" number one, rituals.
İlk olarak günlük ritüellerinizi düşünün, ne olursa olsunlar: Kahve yapmak, aracınızla işe gitmek, ekin biçmek, dua etmek. Ne türden alışkanlıklar bunlar? Bunlar nerede oluşur? Dünyanın hangi şehrinde yahut şehirlerinde dükkânlar sizi tanıyorlar? Bir çocuk olarak Boston'da annemin Londra'dan ve Lagos'tan getirdiği alışkanlıkların düzenlenmiş şekilleri olan oldukça standart banliyö alışkanlıkları yerine getiriyordum. Eve girerken ayakkabımızı çıkarırdık, bizden büyüklere hiçbir hataya mahal vermeden nezaket gösterirdik, elektrikli tencerede yavaş pişen baharatlı yemekler yerdik. Karlı Kuzey Amerika'da global bir Güney'in alışkanlıklarını yaşıyorduk. Delhi'ye ya da Güney İtalya'ya ilk gittiğimde kendimi nasıl evimde hissettiğimi görünce çok şaşırdım. Alışkanlıklar çok tanıdıktı. Birinci "R", alışkanlıklar (rituals).
Now, think of your relationships, of the people who shape your days. To whom do you speak at least once a week, be it face to face or on FaceTime? Be reasonable in your assessment; I'm not talking about your Facebook friends. I'm speaking of the people who shape your weekly emotional experience. My mother in Accra, my twin sister in Boston, my best friends in New York: these relationships are home for me. "R" number two, relationships.
Şimdi günlerinizi şekillendiren insanlarla olan bağlarınızla ilgili düşünün. En azından haftada bir gün konuştuğunuz insanlar, yüz yüze veya FaceTime'da olsun. Bu değerlendirmenizde makul olmaya çalışın, zira Facebook arkadaşlarınızdan bahsetmiyorum. Bir haftanızı duygusal anlamda şekillendiren insanlardan bahsediyorum. Accra'daki annem, Boston'daki ikiz kız kardeşim, New York'taki en iyi arkadaşlarım: Bu bağlar benim için birer yuva gibi. İki numaralı "R", Bağlar (Relationships).
We're local where we carry out our rituals and relationships, but how we experience our locality depends in part on our restrictions. By restrictions, I mean, where are you able to live? What passport do you hold? Are you restricted by, say, racism, from feeling fully at home where you live? By civil war, dysfunctional governance, economic inflation, from living in the locality where you had your rituals as a child? This is the least sexy of the R’s, less lyric than rituals and relationships, but the question takes us past "Where are you now?" to "Why aren't you there, and why?" Rituals, relationships, restrictions.
Bizler alışkanlıklarımızı ve bağlarımızı devam ettirdiğimiz yerlere aitiz, ancak yerel aidiyetimizi yaşama şeklimiz bazı kısıtlamalarımıza da bağlıdır. Kısıtlamalar derken, bahsettiğim şey "Nerede yaşayabilirsin?" "Hangi ülkenin pasaportunu taşıyorsun?" Irkçılık gibi bir şeyden dolayı yaşadığınız yerde kendinizi evinizde hissetmekten; sivil savaş, işlevsiz bir yönetim, ekonomik enflasyon sayesinde, bir çocuk olarak alışkanlıklarınızı sürdürdüğünüz çevrede yaşamaktan kısıtlanıyor musunuz? Bu da en az seksi R, alışkanlıklar ve bağlardan daha az şiirsel; ancak soru bizi "Şu an neredesin?" sorusundan "Neden orada değilsin ve neden?" sorusuna götürüyor. Alışkanlıklar, bağlar ve kısıtlamalar.
Take a piece of paper and put those three words on top of three columns, then try to fill those columns as honestly as you can. A very different picture of your life in local context, of your identity as a set of experiences, may emerge.
Bir parça kâğıt alın ve ve sütunlara ayırarak bu üç kelimeyi sütunların başına yazın, sonra üç sütunu da tüm dürüstlüğünüzle doldurmaya çalışın. Yerel bağlamda hayatınızın, tecrübeler ile şekillenmiş kimliğinizin çok farklı bir resmi ortaya çıkabilir.
So let's try it. I have a friend named Olu. He's 35 years old. His parents, born in Nigeria, came to Germany on scholarships. Olu was born in Nuremberg and lived there until age 10. When his family moved to Lagos, he studied in London, then came to Berlin. He loves going to Nigeria -- the weather, the food, the friends -- but hates the political corruption there. Where is Olu from?
Hadi deneyelim. Olu isimli bir arkadaşım var. Kendisi 35 yaşında. Ailesi Nijerya'da doğmuş ve burs ile Almanya'ya yerleşiyor. Olu Nuremberg'de doğuyor ve 10 yaşına kadar orada yaşıyor. Ailesi Lagos'a yerleştiği zaman, Olu Londra'da okuyor ve daha sonra da Berlin'e geliyor. Nijerya'ya gitmeyi çok seviyor -- havası, yemekleri, arkadaşları -- ancak politik yolsuzluklardan nefret ediyor. Olu nereli?
I have another friend named Udo. He's also 35 years old. Udo was born in Córdoba, in northwest Argentina, where his grandparents migrated from Germany, what is now Poland, after the war. Udo studied in Buenos Aires, and nine years ago came to Berlin. He loves going to Argentina -- the weather, the food, the friends -- but hates the economic corruption there. Where is Udo from? With his blonde hair and blue eyes, Udo could pass for German, but holds an Argentinian passport, so needs a visa to live in Berlin. That Udo is from Argentina has largely to do with history. That he's a local of Buenos Aires and Berlin, that has to do with life.
Udo isimli başka bir arkadaşım var. O da 35 yaşında. Córdoba'da, Kuzeybatı Arjantin'de doğuyor, büyükanne ve büyükbabası şimdi Polonya olan o tarihteki Almanya'dan savaş sonrası oraya kaçmış. Udo Buenos Aires'te okuyor ve 9 yıl önce Berlin'e yerleşiyor. Arjantin'e gitmeyi çok seviyor -- havası, yemekleri ve arkadaşları -- ancak ekonomik yolsuzluklardan nefret ediyor. Udo nereli? Sarı saçları ve mavi gözleri ile Alman sayılabilir; ancak Arjantin pasaportu taşıyor ve Berlin'e gitmesi için vizeye ihtiyaç duyuyor. Udo'nun Arjantinli olması büyük oranda tarihle ilgili, Buenos Aires ve Berlin'in yerlisi olması yaşamla ilgili.
Olu, who looks Nigerian, needs a visa to visit Nigeria. He speaks Yoruba with an English accent, and English with a German one. To claim that he's "not really Nigerian," though, denies his experience in Lagos, the rituals he practiced growing up, his relationship with family and friends.
Nijeryalı gibi görünen Olu ise Nijerya'ya gitmek için vizeye ihtiyaç duyuyor. İngiliz aksanı ile Yoruba konuşuyor ve Alman aksanı ile İngilizce. Ancak kendisinin "gerçekten Nijeryalı" olmadığını söylemek Lagos'taki yaşanmışlıklarını, büyürken taşıdığı alışkanlıkları, ailesi ve arkadaşları ile olan bağlarını inkâr etmek olacaktır.
Meanwhile, though Lagos is undoubtedly one of his homes, Olu always feels restricted there, not least by the fact that he's gay.
Şüphesiz Lagos onun evlerinden birisi olsa da, Olu kendisini orada kendini kısıtlanmış hissediyor, özellikle eşcinsel olması bunun sebeplerinden birisi.
Both he and Udo are restricted by the political conditions of their parents' countries, from living where some of their most meaningful rituals and relationships occur. To say Olu is from Nigeria and Udo is from Argentina distracts from their common experience. Their rituals, their relationships, and their restrictions are the same.
Hem o, hem de Udo politik şartlar sebebi ile kendilerini ailelerinin ülkelerinde kısıtlanmış hissediyor, en anlamlı alışkanlıklarının ve bağlarının kurulduğu yerde yaşarken. Olu'nun Nijeryalı, Udo'nun ise Arjantinli olduğunu söylemek ortak yaşanmışlıkları bir kenara iter. Alışkanlıkları, bağları ve kısıtlamaları aynıdır oysaki.
Of course, when we ask, "Where are you from?" we're using a kind of shorthand. It's quicker to say "Nigeria" than "Lagos and Berlin," and as with Google Maps, we can always zoom in closer, from country to city to neighborhood. But that's not quite the point. The difference between "Where are you from?" and "Where are you a local?" isn't the specificity of the answer; it's the intention of the question. Replacing the language of nationality with the language of locality asks us to shift our focus to where real life occurs. Even that most glorious expression of countryhood, the World Cup, gives us national teams comprised mostly of multilocal players. As a unit of measurement for human experience, the country doesn't quite work. That's why Olu says, "I'm German, but my parents come from Nigeria." The "but" in that sentence belies the inflexibility of the units, one fixed and fictional entity bumping up against another. "I'm a local of Lagos and Berlin," suggests overlapping experiences, layers that merge together, that can't be denied or removed. You can take away my passport, but you can't take away my experience. That I carry within me. Where I'm from comes wherever I go.
Elbette "Nerelisin?" diye sorduğumuz zaman bir tür kısaltma kullanmış oluyoruz. "Nijerya" demek, "Lagos ve Berlin" demekten daha hızlı ve Google Harita ile ülkeden şehre, şehirden muhite giderek daha yakınlaştırabiliriz. Ama esas mevzu bu değil. "Nerelisin" ve "Nereye aitsin?" soruları arasındaki fark, cevabın belirlilik ifade etmesi değil; sorunun maksadı aslında. Milliyetin dili yerine aidiyetin dilini koymak odak noktamızı gerçek yaşamın oluştuğu yöne çevirmemizi sağlar. Dünya Kupası gibi ülke kimliğinin böylesine ihtişamlı bir ifadesi bile bize multi yerel oyunculardan oluşmuş millî bir takımı verir. Yaşam deneyimi için bir ölçü birimi olarak ülke pek de bir işe yaramıyor. İşte bu yüzden Olu "Ben Almanım, ancak ailem Nijeryalı" diyor. Bu cümledeki "ancak" birimlerin katılığını yok ediyor, bir sabit ve kurgusal mevcudiyet, birbiriyle çarpışıyor. "Ben Lagos ve Berlin'in yerlisiyim" birbiri ile örtüşen yaşanmışlıkları, birbirine kaynaşan, inkâr edilemeyen yahut ortadan kaldırılamayan katmanları gösteriyor. Pasaportumu elimden alabilirsiniz, ama deneyimlerimi benden alamazsınız. Onu yanımda taşıyorum. Nereli olduğum benimle birlikte gelir.
To be clear, I'm not suggesting that we do away with countries. There's much to be said for national history, more for the sovereign state. Culture exists in community, and community exists in context. Geography, tradition, collective memory: these things are important. What I'm questioning is primacy. All of those introductions on tour began with reference to nation, as if knowing what country I came from would tell my audience who I was. What are we really seeking, though, when we ask where someone comes from? And what are we really seeing when we hear an answer?
Açıklayıcı olması açısından, ben ülkeleri ortadan kaldırmayı önermiyorum. Ulusal tarih hakkında söylenecek çok fazla şey var, egemen devlet için söylenecek daha fazlası. Kültür toplumun içinde var olur ve toplum bağlam içinde var olur. Coğrafya, gelenek, kollektif bellek: Bunlar önemli kavramlar. Benim sorguladığım ise öncelikler. Kitap turundaki tüm girizgâhlar, nereli olduğum dinleyicilere kim olduğumu gösteriyormuşçasına milliyete vurgu yaparak başlıyordu. Peki birine nereli olduğunu sorduğumuzda tam olarak aradığımız şey nedir? Cevabı duyduğumuzda tam olarak ne görürüz?
Here's one possibility: basically, countries represent power. "Where are you from?" Mexico. Poland. Bangladesh. Less power. America. Germany. Japan. More power. China. Russia. Ambiguous.
İşte bir olasılık: Basit bir tanımla, ülkeler gücü temsil ederler. "Nerelisin?" Meksika, Polonya, Bangladeş. Az güç. Amerika, Almanya, Japonya. Çok güç. Çin, Rusya. Muğlak.
(Laughter)
(Kahkahalar)
It's possible that without realizing it, we're playing a power game, especially in the context of multi-ethnic countries. As any recent immigrant knows, the question "Where are you from?" or "Where are you really from?" is often code for "Why are you here?"
Farkında olmadan aslında bir güç oyunu oynamamız muhtemel, özellikle çoklu-etnik ülkeler bağlamında. Yeni göçmenlerin hepsinin bildiği gibi, "Nerelisin? yahut "Aslen nerelisin?" soruları aslında "Neden buradasın?" sorusu için bir kodlama oluyor.
Then we have the scholar William Deresiewicz's writing of elite American colleges. "Students think that their environment is diverse if one comes from Missouri and another from Pakistan -- never mind that all of their parents are doctors or bankers."
Seçkin Amerikan üniversiteleri hakkında yazan eğitimci William Deresiewicz şöyle der: "Öğrenciler yaşadıkları çevrede birisi Missouri'den, bir başkası Pakistan'dan olduğunda bunu çeşitlilik olarak görüyorlar, ailelerinin doktor yahut bankacı olduğunu düşünmeden".
I'm with him. To call one student American, another Pakistani, then triumphantly claim student body diversity ignores the fact that these students are locals of the same milieu. The same holds true on the other end of the economic spectrum. A Mexican gardener in Los Angeles and a Nepali housekeeper in Delhi have more in common in terms of rituals and restrictions than nationality implies.
Kendisi ile hemfikirim. Bir öğrenciyi Amerikalı, diğerini ise Pakistanlı olarak kimliklendirip, daha sonra da muzaffer bir şekilde öğrencilerin çeşitliliğinden bahsetmek, bu öğrencilerin aynı sosyal çevreye aidiyetini göz ardı ediyor. Ekonomik spektrumun diğer ucu için de bu doğru. Los Angeles'taki Meksikalı bahçıvan ve Delhi'deki Nepalli bir temizlikçi milliyetlerinin ifade ettiklerinden çok, kısıtlamalar ve alışkanlıklar bağlamında çok daha fazla ortak yöne sahipler.
Perhaps my biggest problem with coming from countries is the myth of going back to them. I'm often asked if I plan to "go back" to Ghana. I go to Accra every year, but I can't "go back" to Ghana. It's not because I wasn't born there. My father can't go back, either. The country in which he was born, that country no longer exists. We can never go back to a place and find it exactly where we left it. Something, somewhere will always have changed, most of all, ourselves. People.
Belki de bir ülkeden gelmekle ilgili en büyük problemim ona geri dönmekle ilgili mittir. Gana'ya bir gün geri dönme planım olup olmadığı sıkça sorulur bana. Accra'ya her sene gidiyorum, ancak Gana'ya geri dönemem. Bunun sebebi orada doğmamış olmam değil. Babam da doğduğu, ancak artık var olmayan ülkesine geri dönemez. Bıraktığımız yerlere geri dönüp, onu asla aynı şekilde bulamayız. Bir şeyler, bir yerler her zaman değişecektir, çoğunlukla da bizler. İnsanlar.
Finally, what we're talking about is human experience, this notoriously and gloriously disorderly affair. In creative writing, locality bespeaks humanity. The more we know about where a story is set, the more local color and texture, the more human the characters start to feel, the more relatable, not less. The myth of national identity and the vocabulary of coming from confuses us into placing ourselves into mutually exclusive categories. In fact, all of us are multi -- multi-local, multi-layered. To begin our conversations with an acknowledgement of this complexity brings us closer together, I think, not further apart. So the next time that I'm introduced, I'd love to hear the truth: "Taiye Selasi is a human being, like everybody here. She isn't a citizen of the world, but a citizen of worlds. She is a local of New York, Rome and Accra."
Sonuç olarak, konuştuğumuz şey insanların yaşanmışlıkları, bu olumlu yahut olumsuz yaşanan düzensiz meseleleri. Yaratıcı yazımda aidiyet, insanlığa seslenir. Hikâyenin nerede şekillendiğini bildikçe, yerel renkleri ve özellikleri, karakterler daha bir insancıl gelmeye başlar, daha fazla bağ kurulabilir, daha az değil. Ulusal kimlik ve bir yerden gelmeye dair söz dağarcığı efsanesi, kendimizi birbirini dışlayan kategorilere konumlandırırken kafamızı bulandırıyor. Aslında, hepimiz birer çokluyuz -- çok kimlik sahibi, çok katmanlıyız. Konuşmalarımıza bu karmaşıklığın farkındalığı ile başlamak, bence bizi birbirimize daha da yakınlaştırıyor, uzaklaştırmıyor. Bir dahaki sefere tanıtılırken, gerçeği duymak isterim: "Taiye Selasi bir insan, buradaki herkes gibi. O bir dünya vatandaşı değil, dünyaların vatandaşı. New York'un, Roma'nın, Accra'nın yerlisi."
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkış)