Today I want to talk to you about ethnic conflict and civil war. These are not normally the most cheerful of topics, nor do they generally generate the kind of good news that this conference is about. Yet, not only is there at least some good news to be told about fewer such conflicts now than two decades ago, but what is perhaps more important is that we also have come to a much better understanding of what can be done to further reduce the number of ethnic conflicts and civil wars and the suffering that they inflict. Three things stand out: leadership, diplomacy and institutional design. What I will focus on in my talk is why they matter, how they matter, and what we can all do to make sure that they continue to matter in the right ways, that is, how all of us can contribute to developing and honing the skills of local and global leaders to make peace and to make it last. But let's start at the beginning.
Bugün sizlere etnik çatışma ve iç savaştan söz edeceğim. Aslında bu sevimsiz ve genellikle iyi haberler içermeyen başlığın, konferansın konusuna pek de uygun düşmeyen bir yanı var. Geçtiğimiz yirmi yıla oranla daha az bu nevi çatışma yaşanmasının verdiği mutluluğun yanı sıra, artık iç savaş ve etnik çatışmaların nasıl daha etkin olarak azaltılabileceği hususunda belli bir anlayışa ulaşmış olmamızın da önemini vurgulamak isterim. Üç şey öne çıkıyor: Liderlik, diplomasi ve kurumsal yapı. Konuşmamda bunların neden ve nasıl önem taşıdığını vurgulayacak, bunların her birimiz için nasıl doğru nedenlerle önem taşımaya devam etmesi gerektiği ve bölgesel ve küresel liderlerin barışın tesisi ve sürdürülmesi konusundaki becerilerini geliştirmesine sağlayabileceğimiz katkılar üzerinde duracağım. En baştan başlayalım.
Civil wars have made news headlines for many decades now, and ethnic conflicts in particular have been a near constant presence as a major international security threat. For nearly two decades now, the news has been bad and the images have been haunting. In Georgia, after years of stalemate, we saw a full-scale resurgence of violence in August, 2008. This quickly escalated into a five-day war between Russia and Georgia, leaving Georgia ever more divided. In Kenya, contested presidential elections in 2007 -- we just heard about them -- quickly led to high levels of inter-ethnic violence and the killing and displacement of thousands of people. In Sri Lanka, a decades-long civil war between the Tamil minority and the Sinhala majority led to a bloody climax in 2009, after perhaps as many as 100,000 people had been killed since 1983. In Kyrgyzstan, just over the last few weeks, unprecedented levels of violence occurred between ethnic Kyrgyz and ethnic Uzbeks. Hundreds have been killed, and more than 100,000 displaced, including many ethnic Uzbeks who fled to neighboring Uzbekistan. In the Middle East, conflict between Israelis and Palestinians continues unabated, and it becomes ever more difficult to see how, just how a possible, sustainable solution can be achieved. Darfur may have slipped from the news headlines, but the killing and displacement there continues as well, and the sheer human misery that it creates is very hard to fathom. And in Iraq, finally, violence is on the rise again, and the country has yet to form a government four months after its last parliamentary elections.
İç savaşlar on yıllardır manşetlerdeki yerini koruyor ve özellikle etnik çatışmalar büyük bir uluslararası tehdit olarak varlığını sürdürüyor. Aşağı yukarı son yirmi yıldır hep kötü haberler işitiyor, zihnimizden silinmeyen dehşet verici görüntülere şahit oluyoruz. Gürcistan'da şiddet, uzun yıllar süren sessizliğin ardından Ağustos 2008'de tekrar alevlendi. Rusya ile Gürcistan arasında birden patlak veren bu beş günlük savaş, Gürcistan'ı hiç olmadığı kadar bölünmüş bir hale düşürdü. Kenya'da 2007'de yapılan şaibeli başkanlık seçimi, (bu haberlere daha yeni ulaştık) kısa zamanda ülkedeki etnik grupların büyük bir şiddetle birbirine girmesine ve binlerce insanın öldürülmesine ya da sürgün edilmesine yol açtı. Sri Lanka'da, Tamil azınlık ile Sinhala çoğunluk arasında yıllardır süren ve 1983'ten bu yana 100.000 kişinin ölümüne yol açan iç savaş, 2009'da yeniden kanlı bir yükselişe geçti. Kırgızistan'da daha birkaç hafta önce ülkenin Kırgız nüfusu ile Özbek azınlık arasında görülmemiş düzeyde bir şiddet patlak verdi. Yüzlerce insan öldürüldü, çoğu Özbek azınlıktan oluşan 100.000 kişilik bir kitle sürüldü ve komşu Özbekistan'a sığınmak zorunda kaldı. Ortadoğuda İsrail ile Filistin arasındaki dinmek bilmeyen çatışmalar, sürdürülebilir bir çözüme nasıl, ne şekilde ulaşılacağını daha da belirsiz hale getirmiş bulunuyor. Darfur, haber bültenlerinden düşmüş olabilir ama hala devam eden katliam ve sürgünler, insanları, haddi hududu olmayan bir sefaletin, perişanlığın içine sürüklemiş bulunuyor. Ve son olarak Irak'ta şiddet yeniden artmaya başlarken, parlamento seçimlerinin üzerinden ancak dört ay geçtikten sonra bir hükümet kurulabildi.
But hang on, this talk is to be about the good news. So are these now the images of the past? Well, notwithstanding the gloomy pictures from the Middle East, Darfur, Iraq, elsewhere, there is a longer-term trend that does represent some good news. Over the past two decades, since the end of the Cold War, there has been an overall decline in the number of civil wars. Since the high in the early 1990s, with about 50 such civil wars ongoing, we now have 30 percent fewer such conflicts today. The number of people killed in civil wars also is much lower today than it was a decade ago or two. But this trend is less unambiguous. The highest level of deaths on the battlefield was recorded between 1998 and 2001, with about 80,000 soldiers, policemen and rebels killed every year. The lowest number of combatant casualties occurred in 2003, with just 20,000 killed. Despite the up and down since then, the overall trend -- and this is the important bit -- clearly points downward for the past two decades.
Yalnız, hani bu konuşma iyi haberler üzerine olacaktı? Bu görüntüler geçmişte kaldı mı? Ortadoğu, Darfur, Irak ve başka yerlerdeki bu iç karartıcı tabloya rağmen, uzun soluklu güzel gelişmeler olacağına dönük bir eğilim var. Soğuk Savaşın bitiminden bu yana, son yirmi yıl içerisinde iç savaş sayısında genel bir düşüş görülüyor. 1990'ların başında dünyada bahsettiğim nitelikte yaklaşık 50 iç savaş sürerken, şimdi bu rakam %30 oranında azalmış bulunuyor. İç savaşlarda katledilen insan sayısı da, geçtiğimiz on - yirmi yıl önceye kıyasla azaldı. Ancak bu eğilim çok da net değil. Savaş meydanında en yüksek can kaybı 1998 - 2001 yılları arasında, güvenlik güçleri ve isyancılardan her yıl yaklaşık 80.000 kişi olarak kaydedildi. Çarpışmada meydana gelen yıllık en düşük can kaybı ise, 20.000 kişi ile 2003 yılında gerçekleşti. İniş çıkışlara rağmen bugüne kadarki genel eğilim, (ki asıl önemli kısmı bu) geçen yirmi yılda bu rakamların mutlak düşüşü yönünde.
The news about civilian casualties is also less bad than it used to be. From over 12,000 civilians deliberately killed in civil wars in 1997 and 1998, a decade later, this figure stands at 4,000. This is a decrease by two-thirds. This decline would be even more obvious if we factored in the genocide in Rwanda in 1994. But then 800,000 civilians were slaughtered in a matter of just a few months. This certainly is an accomplishment that must never be surpassed. What is also important is to note that these figures only tell part of the story. They exclude people that died as a consequence of civil war, from hunger or disease, for example. And they also do not properly account for civilian suffering more generally. Torture, rape and ethnic cleansing have become highly effective, if often non-lethal, weapons in civil war. To put it differently, for the civilians that suffer the consequences of ethnic conflict and civil war, there is no good war and there is no bad peace. Thus, even though every civilian killed, maimed, raped, or tortured is one too many, the fact that the number of civilian casualties is clearly lower today than it was a decade ago, is good news.
Sivil can kaybı oranları da eskiye göre daha iyice. 1997 - 1998 aralığında iç savaşlarda kasten öldürülen sivillerin toplam sayısı 12.000 iken, on yıl sonra bu rakam 4.000'e inmiş bulunuyor. Bu, üçte iki azalma demek. Ruanda'da 1994'te yapılan soykırımı hesaba katmazsak, düşüş daha belirgin hale gelecektir. O dönemde birkaç ay içinde 800.000 kişi katledildi. Şüphesiz ki bu "rekor"un asla kırılmaması gerekiyor. Bu rakamların, hikayenin sadece bir kısmını yansıttığı da unutulmayalım. Örneğin iç savaşın yol açtığı açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle yaşamını yitirenler bu hesaba dahil değil. Üstelik sivil hakın maruz kaldığı yaygın ızdırabı da yansıtmıyorlar. İşkence, tecavüz ve etnik temizlik, iç savaşın doğrudan öldürmeyen diğer etkili silahları. Bir başka dille ifade edecek olursak, iç savaşın ve etnik çatışmanın sonuçlarından etkilenen siviller açısından, iyi savaş da yoktur, kötü barış da. Dolayısıyla her ne kadar bir tek sivilin bile öldürülmesi, işkence görmesi, sakat bırakılması, tecavüze uğraması yüksek bir rakam olsa da, sivil kayıplara ilişikin rakamların bugün on yıl öncesinden daha düşük bir düzeye inmesi sevindiricidir.
So, we have fewer conflicts today in which fewer people get killed. And the big question, of course, is why? In some cases, there is a military victory of one side. This is a solution of sorts, but rarely is it one that comes without human costs or humanitarian consequences. The defeat of the Tamil Tigers in Sri Lanka is perhaps the most recent example of this, but we have seen similar so-called military solutions in the Balkans, in the South Caucasus and across most of Africa. At times, they are complimented by negotiated settlements, or at least cease-fire agreements, and peacekeepers are deployed. But hardly ever do they represent a resounding success -- Bosnia and Herzegovina perhaps more so than Georgia. But for many parts of Africa, a colleague of mine once put it this way, "The cease-fire on Tuesday night was reached just in time for the genocide to start on Wednesday morning."
Özetle artık daha az çatışma oluyor ve daha az can kaybı yaşanıyor. Elbette asıl soru, neden azaldığı. Kimi durumlarda sayıyı düşüren taraflarıdan birinin askeri başarısı. Ancak pek tabii ki, bu tip bir çözüm beraberinde genellikle can kaybını ve insani yıkımı getirir. Sri Lanka'daki Tamil Kaplanları'nın yenilgisi, buna en yakın tarihli örnektir ki, benzeri sözümona askeri çözümlere Balkanlarda, Güney Kafkasya'da ve Afrika'da tanık olduk. Bazen mutabakat veya ateşkes anlaşmaları ya da arabulucular bu süreçte rol oynar. Ancak pek azı dört başı mamur bir başarıyı temsil eder; örneğin Bosna-Hersek'te muhtemelen Gürcistan'dakinden biraz daha fazla bir başarıyı. Ancak Afrika'nın birçok yerindeki durum hakkında bir meslektaşım bir zamalar şöyle söylemişti: "Salı gecesi imzalanan ateşkes anlaşması Çarşamba sabahı başlayan soykırıma tam zamanında yetişti."
But let's look at the good news again. If there's no solution on the battlefield, three factors can account for the prevention of ethnic conflict and civil war, or for sustainable peace afterwards: leadership, diplomacy and institutional design. Take the example of Northern Ireland. Despite centuries of animosity, decades of violence and thousands of people killed, 1998 saw the conclusion of an historic agreement. Its initial version was skillfully mediated by Senator George Mitchell. Crucially, for the long-term success of the peace process in Northern Ireland, he imposed very clear conditions for the participation and negotiations. Central among them, a commitment to exclusively peaceful means. Subsequent revisions of the agreement were facilitated by the British and Irish governments, who never wavered in their determination to bring peace and stability to Northern Ireland.
Tekrar iyi tarafından bakalım. Savaş meydanında bir netice elde edilemiyorsa, etnik çatışma ve iç savaşı önlemek veya ardından kalıcı bir barış tesis edebilmek için üç etkeni hesaba katmak gerek: Liderlik, diplomasi ve kurumsal yapı. Kuzey İrlanda örneğini ele alalım. Yüzyıllara dayanan düşmanlık, on yıllarca süren şiddet ve binlerce can kaybına rağmen, 1998'de tarihi bir anlaşamayla neticeye ulaştırıldı. Anlaşmanın ilk versiyonu Senatör George Mitchell'in maharetli ellerinden çıktı. Kuzey İrlanda barış sürecinin uzun vadede başarılı olması için görüşme ve arabuluculuk hakkında hayati öneme sahip şartlar öne sürmüştü. Bu koşulların merkezinde barışçı amaçlara katiyetle bağlı olmak yer alıyordu. Anlaşmanın daha sonraki versiyonları, Kuzey İrlanda'ya barış ve istikrar getirmek konusundaki kararlılığı bir an olsun sarsılmayan İngiliz ve İrlanda hükümetleri tarafından kaleme alındı.
The core institutions that were put in place in 1998 and their modifications in 2006 and 2008 were highly innovative and allowed all conflict parties to see their core concerns and demands addressed. The agreement combines a power-sharing arrangement in Northern Ireland with cross-border institutions that link Belfast and Dublin and thus recognizes the so-called Irish dimension of the conflict. And significantly, there's also a clear focus on both the rights of individuals and the rights of communities. The provisions in the agreement may be complex, but so is the underlying conflict. Perhaps most importantly, local leaders repeatedly rose to the challenge of compromise, not always fast and not always enthusiastically, but rise in the end they did. Who ever could have imagined Ian Paisley and Martin McGuinness jointly governing Northern Ireland as First and Deputy First Minister?
1998'de temel kurumlar şekillendirildi ve 2006 ile 2008 tarihlerindeki son derece yenilikçi değişiklikler sayesinde, çatışan tarafların tüm temel talep ve endişelerinin metne yansıtılması sağlandı. Anlaşma beraberinde, meselenin sözümona İrlanda boyutunu tanıyan, her iki ülkede de, hem Belfast'ta hem Dublin'de bulunacak, sınır ötesi kurumların tesisini sağlayan bir güç paylaşım sözleşmesini de getirdi. Anlaşmanın dikkate değer bir yanı da hem toplumun hem de bireyin hakları üzerinde önemle durulması. Anlaşama maddeleri karmaşık olabilir, çünkü sorunun kendisi de bir o kadar karmaşık. Muhtemelen en önemli özelliği, yerel liderlerin her defasında aynı istekle ve hızla olmasa da, sonunda bir çok kez kimi konularda fedakarlık yapmaya razı olması. Kim derdi ki, gün gelecek Ian Paisley ile Martin McGuinness Kuzey İrlanda'nın ilk bakan eş-yardımcıları olacak ve ülkeyi birlikte yönetecek?
But then, is Northern Ireland a unique example, or does this kind of explanation only hold more generally in democratic and developed countries? By no means. The ending of Liberia's long-lasting civil war in 2003 illustrates the importance of leadership, diplomacy and institutional design as much as the successful prevention of a full-scale civil war in Macedonia in 2001, or the successful ending of the conflict in Aceh in Indonesia in 2005. In all three cases, local leaders were willing and able to make peace, the international community stood ready to help them negotiate and implement an agreement, and the institutions have lived up to the promise that they held on the day they were agreed.
Bu bağlamda sormak gerek: Acaba Kuzey İrlanda özgün bir örnek midir yoksa sadece demokratik ve gelişmiş ülkelerde uygulanabilecek türden bir çözüm mü? Kesinlikle değil. Liderlik, diplomasi ve kurumsal yapının önemi, Liberya'daki iç savaşın 2003'teki bitişinde olduğu kadar 2001'de Makedonya'da olası yaygın bir iç savaşın önlenmesinde ve hatta 2005'te Endonezya'nın Ace bölgesindeki çatışmaların sona erdirilmesinde de kendini göstermiştir. Her üç örnekte de bölgesel liderler barışı sağlayacak iyi niyete ve kabiliyete sahipti ve tümünde uluslararası toplum onlara arabuluculuk etmeye, bir uzlaşmaya varmada onları destekelemeye hazırdı ki, böylelikle başta verdikleri söze sadık kalarak barışa ve ona denk bir kurumsal yapı inşasına muvaffak olabildiler.
Focusing on leadership, diplomacy and institutional design also helps explain failures to achieve peace, or to make it last. The hopes that were vested in the Oslo Accords did not lead to an end of the Israeli/Palestinian conflict. Not all the issues that needed to be resolved were actually covered in the agreements. Rather, local leaders committed to revisiting them later on. Yet instead of grasping this opportunity, local and international leaders soon disengaged and became distracted by the second Intifada, the events of 9/11 and the wars in Afghanistan and Iraq.
Liderlik, diplomasi ve kurumsal yapı üzerinde yoğunlaşmak, barışın tesisinde veya sürdürülmesinde yaşanan başarısızlıkları da açıklamaya yarar. Oslo mutabakatı ile elde edilen umutlar İsrail Filistin çatışmasını sona erdirmeye yetmedi. Anlaşmada çözüm bekleyen sorunların tümüne gerçek anlamda yer verilmedi. Bölge liderleri, bu sorunları daha sonra ele almayı yeğledi. Tam böyle bir fırsat yakalanmışken meydana gelen 11 Eylül saldırısı, ikinci intifada, Afganistan savaşı ve Irak savaşı, bölgesel ve uluslararası liderlerin dikkatini dağıttı.
The comprehensive peace agreement for Sudan signed in 2005 turned out to be less comprehensive than envisaged, and its provisions may yet bear the seeds of a full-scale return to war between north and south. Changes and shortcomings in leadership, more off than on international diplomacy and institutional failures account for this in almost equal measure. Unresolved boundary issues, squabbles over oil revenues, the ongoing conflict in Darfur, escalating tribal violence in the south and generally weak state capacity across all of Sudan complete a very depressing picture of the state of affairs in Africa's largest country.
Sudan için 2005'te imzalanan kapsamlı barış anlaşmasının tahmin edildiği kadar kapsamlı olmadığı, üstelik kuzeyle güney arasında yeniden başlayacak yaygın bir savaşın tohumlarını attığı, sonradan anlaşıldı. Liderliğin değişken ve yetersiz olmasının uluslararası diplomasiye etkisi daha ziyade olumsuzdur ve kurumsal hatalar neredeyse aynı ölçüde etkilidir. Çözülmemiş sınır sorunları, petrol kaynakları için mücadele Darfur'da süregelen çatışmalar, güneydeki kabileler arasında yükselen şiddet ve Sudan genelinde devletin güçsüzleşmesi, Afrika'nın bu en büyük ülkesinin işleyişine dair iç karartıcı tabloyu tamamlayan unsurlar.
A final example: Kosovo. The failure to achieve a negotiated solution for Kosovo and the violence, tension and de facto partition that resulted from it have their reasons in many, many different factors. Central among them are three. First, the intransigence of local leaders to settle for nothing less than their maximum demands. Second, an international diplomatic effort that was hampered from the beginning by Western support for Kosovo's independence. And third, a lack of imagination when it came to designing institutions that could have addressed the concerns of Serbs and Albanians alike. By the same token -- and here we have some good news again -- the very fact that there is a high-level, well-resourced international presence in Kosovo and the Balkans region more generally and the fact that local leaders on both sides have showed relative restraint, explains why things have not been worse over the past two years since 2008.
Son bir örnek: Kosova. Kosova'da çözüm üzerinde uzlaşı sağlananamaması ve şiddet, gerilim ve ülkenin bu yüzden fiilen bölünmüş olması, birden fazla etkenin sonucudur. Başlıca üç sorun meselenin merkezinde bulunuyor: İlki, bölge liderlerinin taleplerinden bir miktar feragat ederek uzlaşmak yerine en yüksek talepleri dayatmaktaki inadı. İkincisi, Batılıların Kosova'nın bağımsızlığını desteklemesinin uluslararası diplomasi çabalarına daha baştan ket vurması. Üçüncüsü, Sırplarla Arnavutların benzer endişelerine cevap verebilecek kurumları tasarlamadaki hayal gücü eksikliği. Aynı sebep, bu defa olumlu etki ediyor ve bölge liderlerinin görece direncine rağmen, Kosova'da ve genel olarak Balkanlarda iyi donatılmış, yüksek seviyeli bir uluslararası varlığın etkisiyle, işler 2008'den bu yana daha da kötüye gitmiyor.
So even in situations where outcomes are less than optimal, local leaders and international leaders have a choice, and they can make a difference for the better. A cold war is not as good as a cold peace, but a cold peace is still better than a hot war. Good news is also about learning the right lesson. So what then distinguishes the Israeli/Palestinian conflict from that in Northern Ireland, or the civil war in Sudan from that in Liberia? Both successes and failures teach us several critically important things that we need to bear in mind if we want the good news to continue. First, leadership. In the same way in which ethnic conflict and civil war are not natural but man-made disasters, their prevention and settlement does not happen automatically either. Leadership needs to be capable, determined and visionary in its commitment to peace. Leaders need to connect to each other and to their followers, and they need to bring them along on what is an often arduous journey into a peaceful future.
Demek ki, şartların pek de elverişli olmadığı durumlarda bile bölge liderlerinin ve uluslararası liderliğin önünde bir fark yaratma ve iyileştirme seçeneği bulunuyor. Soğuk savaş soğuk barış kadar iyi değildir ama soğuk barış her durumda sıcak savaştan iyidir. Olaylardan doğru dersi çıkarmak da önemli. Yoksa İsrail - Filistin çatışmasını Kuzey İrlanda'dan ayıran, ya da Sudan'daki iç savaşı Liberya'dan farklı kılan ne? Daha güzel haberler duymak istiyorsak, hem başarılardan hem başarısızlıklardan çıkardığımız dersleri aklımıza iyice sokmalıyız. Önce liderlik. İç savaş ya da etnik çatışma bir doğa felaketi olmadığına, insanın marifeti olduğuna göre, kendiliğinden, birdenbire çözülecek ya da olması önlenebilecek sorunlar da değildir. Liderlerin, barışı sağlama ve korumada becerikli, kararlı ve ileri görüşlü olmsına ihtiyaç var. Liderlerin barış dolu bir geleceğe giden bu çetin ve uzun yolculukta birbirleriyle ve kendi davalarını destekleyen herkesle teması sürdürmesi, onları bu sürece katması şarttır.
Second, diplomacy. Diplomacy needs to be well resourced, sustained, and apply the right mix of incentives and pressures on leaders and followers. It needs to help them reach an equitable compromise, and it needs to ensure that a broad coalition of local, regional and international supporters help them implement their agreement.
İkinci sırada diplomasi. Diplomasinin beceriyle, sürdürülebilir bir şekilde, liderlere ve onların peşinden gidenlere baskı ve teşviki doğru dozda içerecek şekilde yapılması gerekir. Diplomasi, uzlaşı için tüm tarafların dengeli bir fedakarlıkta bulunduğunu, yerel, bölgesel ve uluslararsı ölçekte bir desteğin, antlaşmanın uygulanması safhasında yanlarında bulunacağını garanti etmesi sağlanmalıdır.
Third, institutional design. Institutional design requires a keen focus on issues, innovative thinking and flexible and well-funded implementation. Conflict parties need to move away from maximum demands and towards a compromise that recognizes each other's needs. And they need to think about the substance of their agreement much more than about the labels they want to attach to them. Conflict parties also need to be prepared to return to the negotiation table if the agreement implementation stalls.
Üçüncüsü, kurumsal yapı. Kurumsal yapının meseleler üzerine dikkatle yoğunlaşması, yenilikçi bir düşünüş tarzına sahip olması ve esnek ve iyi temellendirilmiş bir yaklaşıma sahip olması gerekir. Çatışan tarafların aşırı taleplerden uzaklaştırılması, karşı tarafın ihtiyaçlarına saygı duyarak, kimi isteklerinden feragat etmeye yaklaştırılması lazımdır. Taraflar ayrıca, sağlanan uzlaşmaya iliştirilen etiketlerden ziyade onun özü üzerinde düşünmelidir. Antlaşmanın uygulanamaz hale gelmesi durumunda pazarlık masasına tekrar oturmaya da hazırlıklı olmaları gerekir.
For me personally, the most critical lesson of all is this: Local commitment to peace is all-important, but it is often not enough to prevent or end violence. Yet, no amount of diplomacy or institutional design can make up for local failures and the consequences that they have. Therefore, we must invest in developing leaders, leaders that have the skills, vision and determination to make peace. Leaders, in other words, that people will trust and that they will want to follow even if that means making hard choices.
Kişisel görüşüm, tüm bunlardan çıkarılacak en önemli dersin şu olduğu yönünde: Barışa yönelik bölgesel bağlılık büyük önem taşımakla birlikte çoğu zaman şiddeti önlemek ya da durdurmak için yeterli değildir. Bunun yanısıra, her ne çapta ve evsafta olursa olsun, hiçbir diplomasi ya da kurumsal yapılanma, bölgesel hataların yol açacağı sonuçları telafi edemez. Bu nedenle yatırımımızı gelişmekte olan ülkelerin, barışa içtenlikle bağlı, ileri görüşlü, becerikli ve azimli liderlerine yapmalıyız. Liderler, bir başka deyişle zor seçimler pahasına da olsa insanların güveneceği, peşinden gideceği kimselerdir.
A final thought: Ending civil wars is a process that is fraught with dangers, frustrations and setbacks. It often takes a generation to accomplish, but it also requires us, today's generation, to take responsibility and to learn the right lessons about leadership, diplomacy and institutional design, so that the child soldiers of today can become the children of tomorrow.
Son bir düşünce: Bir içi savaşı bitirmek, tehlikelerle, hüsranlarla, aksiliklerle dolu bir süreçtir. Genellikle başarılması bir nesil süren bu mücadele aynı zamanda bizim, bugünkü kuşağın sorumluluğunda. Bizler liderlik, diplomasi ve kurumsal yapı deneyimlerinden doğru dersleri çıkarabilirsek, bugünün küçük askerleri, geleceğin çocukları haline gelecektir.
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkışlar)