Thank you very much.
Çok teşekkür ederim.
I moved to America 12 years ago with my wife Terry and our two kids. Actually, truthfully, we moved to Los Angeles --
Amerika'ya 12 yıl önce taşındım, eşim Terry ve iki çocuğumuzla. Doğrusu, aslına bakarsanız, Los Angeles'a taşındık--(kahkaha)--
(Laughter)
thinking we were moving to America, but anyway --
Amerika'ya geleceğiz sanmıştık.
(Laughter)
her neyse, Los Angeles'dan kısa bir uçak yolculuğuyla ulaşıyorsunuz
It's a short plane ride from Los Angeles to America.
Amerika'ya.
(Laughter)
I got here 12 years ago, and when I got here, I was told various things, like, "Americans don't get irony."
Buraya 12 yıl önce geldim ve buraya gelince insanlar bir sürü şey söylediler, mesela, "Amerikalılar hicivden anlamazlar."
(Laughter)
Hiç bu fikirle karşılaştınız mı?
Have you come across this idea? It's not true. I've traveled the whole length and breadth of this country. I have found no evidence that Americans don't get irony. It's one of those cultural myths, like, "The British are reserved."
Bu doğru değil. Bu ülkeyi baştan uca dolaştım. Amerikalıların hicivden anlamadıklarına dair bir kanıt bulamadım. Bu da o kültürel efsanelerden biri, mesela "İngilizler mesafelidir." gibi.
(Laughter)
İnsanlar neden böyle düşünüyorlar bilmiyorum.
I don't know why people think this. We've invaded every country we've encountered.
Karşımıza çıkan her ülkeyi istila ettik.
(Laughter)
(Kahkaha)
But it's not true Americans don't get irony, but I just want you to know that that's what people are saying about you behind your back. You know, so when you leave living rooms in Europe, people say, thankfully, nobody was ironic in your presence.
Ama Amerikalılar'ın hicivden anlamadıkları doğru değil. Ama bilmenizi isterim ki insanlar arkanızdan böyle konuşuyorlar. Bilirsiniz, Avrupa'da oturma odasından çıkınca, insanlar konuşurlar, neyse ki siz oradayken alaylık hale düşmediniz.
(Laughter)
Amerikalılar'ın hicivden anladığını
But I knew that Americans get irony when I came across that legislation, "No Child Left Behind."
"Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın" yasasını duyduğumda anlamıştım.
(Laughter)
Because whoever thought of that title gets irony.
Çünkü bu başlığı kim düşünse buradaki hicivden anlıyor,
(Laughter)
değil mi, çünkü--
Don't they?
(Applause)
(Kahkaha) (Alkış)
Because it's leaving millions of children behind. Now I can see that's not a very attractive name for legislation: "Millions of Children Left Behind." I can see that. What's the plan? We propose to leave millions of children behind, and here's how it's going to work.
çünkü bu yasa milyonlarca çocuğu geride bırakıyor. Şimdi anlayabiliyorum, şu bir yasa için pek de cazip bir isim olmazdı: Milyonlarca Çocuk Geride Kalsın. Anlıyorum. Plan nedir? Evet, milyonlarca çocuğu geride bırakmayı düşünüyoruz, yasa bu şekilde işleyecek ve çok güzel işe yarıyor.
And it's working beautifully.
(Laughter)
In some parts of the country, 60 percent of kids drop out of high school. In the Native American communities, it's 80 percent of kids. If we halved that number, one estimate is it would create a net gain to the U.S. economy over 10 years, of nearly a trillion dollars. From an economic point of view, this is good math, isn't it, that we should do this? It actually costs an enormous amount to mop up the damage from the dropout crisis.
Ülkenin bazı kesimlerinde, öğrencilerin %60'ı okulu bırakıyor. Yerli Amerikan toplumlarında bu oran %80. Eğer bu oranı yarıya indirirsek, bir düşünceye göre Amerika ekonomisine 10 yıldan fazla sürede yaklaşık bir trilyon dolar net kazanç sağlayacak. Ekonomik açıdan bir yaklaşıma göre, bu yapmamız gereken önemli bir işlem, değil mi? Aslında okulu bırakma krizinin zararlarını temizlemek çok büyük paralara mal oluyor.
But the dropout crisis is just the tip of an iceberg. What it doesn't count are all the kids who are in school but being disengaged from it, who don't enjoy it, who don't get any real benefit from it.
Ama okul bırakma krizi buz dağının sadece görünen kısmı. Görünmeyen kısmıysa okulda olan ama okulu önemsemeyen, okuldan zevk almayan ve okuldan gerçek anlamda hiçbir fayda elde etmeyen öğrenciler.
And the reason is not that we're not spending enough money. America spends more money on education than most other countries. Class sizes are smaller than in many countries. And there are hundreds of initiatives every year to try and improve education. The trouble is, it's all going in the wrong direction. There are three principles on which human life flourishes, and they are contradicted by the culture of education under which most teachers have to labor and most students have to endure.
Sebep ise yeterli para harcamamamız değil. Amerika eğitime diğer birçok ülkeden daha fazla para harcıyor. Sınıf mevcutları diğer bir çok ülkedekinden daha az ve her yıl eğitimi iyileştirmek için yüzlerce girişim gerçekleşiyor. Mesele, bütün bunların yanlış yönde ilerlemesi. İnsan hayatının gelişiminin bağlı olduğu üç temel prensip vardır ve bu prensipler bir çok öğretmenin altında ezildiği ve birçok öğrencinin dayanmak zorunda olduğu eğitim kültürüyle çelişiyor.
The first is this, that human beings are naturally different and diverse. Can I ask you, how many of you have got children of your own? Okay. Or grandchildren. How about two children or more? Right. And the rest of you have seen such children.
Birincisi, insanlar doğaları gereği farklı ve çeşitlidirler. Size sorsam, kaçınız çocuk sahibisiniz? Pekala. Yahut torun sahipleri? Peki, iki veya daha fazla çocuğu olan? Evet. Geri kalanınız da böyle çocuklar görmüşsünüzdür.
(Laughter)
(Kahkaha)
Small people wandering about.
Etrafta dolaşan küçük insanlar.
(Laughter)
Sizinle iddiaya girerim
I will make you a bet, and I am confident that I will win the bet. If you've got two children or more, I bet you they are completely different from each other. Aren't they?
ve eminin ki iddiayı kazanacağım. Eğer iki ya da daha fazla çocuğunuz varsa, bahse girerim ki çocuklarınız birbirlerinden tamamen farklılar. Öyle değil mi? Değiller mi? (Alkış)
(Applause)
You would never confuse them, would you? Like, "Which one are you? Remind me."
Çocuklarınızı birbiriyle karıştırmazsınız, değil mi? "Sen hangisiydin? Söyle bakalım.
(Laughter)
"Your mother and I need some color-coding system so we don't get confused."
Annenle size bir renk kodlama sistemi uygulayacağız, böylece sizleri karıştırmayacağız." gibi.
Education under "No Child Left Behind" is based on not diversity but conformity. What schools are encouraged to do is to find out what kids can do across a very narrow spectrum of achievement. One of the effects of "No Child Left Behind" has been to narrow the focus onto the so-called STEM disciplines. They're very important. I'm not here to argue against science and math. On the contrary, they're necessary but they're not sufficient. A real education has to give equal weight to the arts, the humanities, to physical education. An awful lot of kids, sorry, thank you --
Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın eğitim sistemi çeşitliliğe değil, benzerliğe dayanıyor. Okullar, öğrencilerin çok dar bir başarı spektrumunda neler yapabileceklerini bulmaları için teşvik ediliyorlar. Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın'ın etkilerinden biri odak noktasını STEM olarak adlandırılan (fen-teknoloji-mühendislik-matematik) derslerle küçültmeleri. Bunlar çok önemli. Fen ve matematiğe karşı çıkmak için burada değilim. Aksine, bu dersler gerekliler ama yeterli değiller. Gerçek bir eğitim sanata, beşeri bilimlere beden eğitimine eşit derecede önem vermeli. Çocuklar için çok kötü, özür dilerim, teşekkürler -(Alkış)-
(Applause)
Bir tahmine göre Amerika'da halihazırda
One estimate in America currently is that something like 10 percent of kids, getting on that way, are being diagnosed with various conditions under the broad title of attention deficit disorder. ADHD. I'm not saying there's no such thing. I just don't believe it's an epidemic like this. If you sit kids down, hour after hour, doing low-grade clerical work, don't be surprised if they start to fidget, you know?
yine bu bakış açısıyla, çocukların yaklaşık %10'una çeşitli belirtiler nedeniyle dikkat eksikliği bozukluğunun geniş başlığı altında tanı konuluyor. DEHB. Böyle bir şey yoktur demiyorum. Sadece bu kadar salgın bir hastalık olduğuna inanmıyorum. Eğer çocukları saatlerce oturtup onlara düşük nitelikli masa başı işler yaptırırsanız kıpır kıpır etmeye başlarlarsa şaşırmayın, değil mi?
(Laughter)
(Kahkaha) (Alkış)
(Applause)
Çoğu durumda, çocuklar
Children are not, for the most part, suffering from a psychological condition. They're suffering from childhood.
psikolojik bir durumdan rahatsızlık çekmiyorlar. "Çocukluk"tan muzdaripler. (Kahkaha)
(Laughter)
And I know this because I spent my early life as a child. I went through the whole thing. Kids prosper best with a broad curriculum that celebrates their various talents, not just a small range of them. And by the way, the arts aren't just important because they improve math scores. They're important because they speak to parts of children's being which are otherwise untouched.
Biliyorum çünkü hayatımın ilk dönemlerini çocuk olarak geçirdim. Bütün o aşamalardan geçtim. Çocuklar en iyi çeşitli yeteneklerinin teşvik edildiği geniş bir müfredatla gelişirler, dar bir müfredatla değil. Bu arada, sanat sadece matematik notunu artırdığı için önemli değil. Sanat dalları önemli çünkü çocukların aksi halde erişilemeyecek noktalarına hitap ederler.
The second, thank you --
İkinci olarak, teşekkürler- (Alkış)
(Applause)
The second principle that drives human life flourishing is curiosity. If you can light the spark of curiosity in a child, they will learn without any further assistance, very often. Children are natural learners. It's a real achievement to put that particular ability out, or to stifle it. Curiosity is the engine of achievement. Now the reason I say this is because one of the effects of the current culture here, if I can say so, has been to de-professionalize teachers. There is no system in the world or any school in the country that is better than its teachers. Teachers are the lifeblood of the success of schools. But teaching is a creative profession. Teaching, properly conceived, is not a delivery system. You know, you're not there just to pass on received information. Great teachers do that, but what great teachers also do is mentor, stimulate, provoke, engage. You see, in the end, education is about learning. If there's no learning going on, there's no education going on. And people can spend an awful lot of time discussing education without ever discussing learning. The whole point of education is to get people to learn.
İnsan yaşamını güzelleştiren ikinci prensip de meraktır. Eğer bir çocukta merak kıvılcımını ateşleyebilirseniz, çoğu kere, daha fazla yardım olmadan öğreneceklerdir. Çocuklar doğal öğrenicilerdir. Bu çok özel yeteneği ortaya çıkarmak büyük bir başarıdır veya bastırmak. Merak başarının motorudur. Bunu söylememin nedeni; buradaki mevcut kültürün etkilerinden biri -doğrusunu söylemek gerekirse- öğretmenlerin uzmanlıklarının yok edilmesidir. Dünyada hiçbir sistem ya da ülkede hiçbir okul yoktur ki bünyesindeki öğretmenlerinden daha iyi olsun. Öğretmenler okul başarısının can suyudur. Fakat öğretmenlik yaratıcı bir meslek. Öğretmenlik, iyice düşünüldüğünde, bir teslim sistemi değildir. Bilirsiniz, sadece edinilmiş bilgiyi aktarmak için orada bulunmazsınız. Mükemmel öğretmenler böyle yaparlar. Ama mükemmel öğretmenler ayrıca yol gösterir, teşvik eder, ateşler ve ilgi uyandırırlar. Görüyorsunuz, neticede eğitim öğrenmeyle alakalı. Eğer ortada öğrenme yoksa, eğitim de yok demektir. İnsanlar öğrenmeden hiç bahsetmeden eğitimi tartışarak müthiş zaman harcıyorlar. Eğitimin tek amacı, insanlara bir şeyler öğretmek.
An old friend of mine -- actually very old, he's dead.
Bir arkadaşım, eski bir arkadaşım --gerçekten çok eski,
(Laughter)
kendisi öldü. (Kahkaha)
That's as old as it gets, I'm afraid.
Korkarım ancak bu kadar eski olabilir.
(Laughter)
But a wonderful guy he was, wonderful philosopher. He used to talk about the difference between the task and achievement senses of verbs. You can be engaged in the activity of something, but not really be achieving it, like dieting.
Ama mükemmel bir insandı, mükemmel bir filozof. Yapılan iş ve başarma hissinin farkından bahsederdi. Bilirsiniz, bir aktiviteyle ilgilenirsiniz, ama gerçekten başarılı olmazsınız.
(Laughter)
Diyet yapmak gibi. Bu çok iyi bir örnek oldu.
It's a very good example. There he is. He's dieting. Is he losing any weight? Not really.
İşte arkadaşım. Diyet yapıyor. Kilo veriyor mu? Pek sayılmaz.
(Laughter)
"Öğretmek" de böyle bir kelimedir.
Teaching is a word like that. You can say, "There's Deborah, she's in room 34, she's teaching." But if nobody's learning anything, she may be engaged in the task of teaching but not actually fulfilling it.
"İşte Deborah, 34 numaralı sınıfta, öğretiyor." diyebilirsiniz. Ama eğer kimse bir şey öğrenmiyorsa öğretme göreviyle meşgul olabilir,
The role of a teacher is to facilitate learning. That's it. And part of the problem is, I think, that the dominant culture of education has come to focus on not teaching and learning, but testing. Now, testing is important. Standardized tests have a place. But they should not be the dominant culture of education. They should be diagnostic. They should help.
ama gerçekte onu yerine getirmiyordur. Bir öğretmenin rolü öğrenmeye olanak sağlamaktır. Bu kadar. Bence, problemin bir kısmı şu ki baskın eğitim kültürü öğretme ve öğrenmeye odaklanmalı ama ölçmeye değil. Tabi, ölçme önemlidir. Standartlaştırılmış testlerin önemli bir yeri var. Ama eğitim kültüründe baskın olmamalı. Tanılayıcı olmalı. Yardımcı olmalı.
(Applause)
(Alkış)
If I go for a medical examination, I want some standardized tests. I do. I want to know what my cholesterol level is compared to everybody else's on a standard scale. I don't want to be told on some scale my doctor invented in the car.
Eğer tıbbi muayeneye gidersem, standartlaştırılmış test isterim. Gerçekten. Bilirsiniz, kolesterol seviyemin standart ölçekteki insanlarla karşılaştırıldığında ne seviyede olduğunu öğrenmek isterim. Doktorumun arabasında uydurduğu
(Laughter)
bir ölçekle değerlendirilmek istemem.
"Your cholesterol is what I call Level Orange."
"Kolesterol seviyeniz "Portakal Seviyesi" diye adlandırdığım seviyede."
"Really?"
"Gerçekten mi? Bu iyi mi?" "Bilmiyoruz."
(Laughter)
"Is that good?" "We don't know."
(Laughter)
Ama bütün bunlar eğitimi desteklemeli. Eğitimi engellememeli.
But all that should support learning. It shouldn't obstruct it, which of course it often does. So in place of curiosity, what we have is a culture of compliance. Our children and teachers are encouraged to follow routine algorithms rather than to excite that power of imagination and curiosity. And the third principle is this: that human life is inherently creative. It's why we all have different résumés. We create our lives, and we can recreate them as we go through them. It's the common currency of being a human being. It's why human culture is so interesting and diverse and dynamic. I mean, other animals may well have imaginations and creativity, but it's not so much in evidence, is it, as ours? I mean, you may have a dog. And your dog may get depressed. You know, but it doesn't listen to Radiohead, does it?
Ama tabii bu çok oluyor. Yani merakın yerine elimizde kültürel boyun eğme var. Çocuklarımız ve öğretmenlerimiz hayal gücünün ve merakın gücünü uyandırmaktansa rutin düzeni takip etmek için teşvik ediliyorlar. Ve üçüncü prensip: insanoğlu doğuştan yaratıcıdır. Bu yüzden hepimizin farklı özgeçmişi var. Yaşamımızı biz belirleriz, ve onun üzerinden geçerken tekrar yaratabiliriz.. İnsan olmanın ortak değeri budur. Bu yüzden insan kültürü çok ilginç ve çeşitli ve dinamik. Yani, diğer hayvanların da hayal gücü ve yaratıcılığı olabilir, ama bizimkinde olduğu kadar kanıt yok, değil mi? Mesela bir köpeğiniz var. Köpeğiniz depresyonda olabilir. Bilirsiniz, ama tutup da Radiohead dinlemez, değil mi?
(Laughter)
(Kahkaha)
And sit staring out the window with a bottle of Jack Daniels.
Ya da bir şişe Jack Daniels ile oturup pencereden dışarı bakmaz.
(Laughter)
(Kahkaha)
"Would you like to come for a walk?" "No, I'm fine."
Sonra siz, "Yürüyüşe çıkmak ister misin?" dersiniz. O da "Yok, sağ ol.
(Laughter)
Sen git. Ben beklerim. Ama birkaç fotoğraf çek."
"You go. I'll wait. But take pictures."
(Laughter)
Hepimiz hayatlarımızı bu hareketli alternatifler ve olanaklar
We all create our own lives through this restless process of imagining alternatives and possibilities, and one of the roles of education is to awaken and develop these powers of creativity. Instead, what we have is a culture of standardization.
hayal etme sürecinde yaratıyoruz ve eğitimin rollerinden biri yaratıcılığın bu gücünü uyandırmak ve geliştirmektir. Bunun yerine, bizde standartlaştırma kültürü var.
Now, it doesn't have to be that way. It really doesn't. Finland regularly comes out on top in math, science and reading. Now, we only know that's what they do well at, because that's all that's being tested. That's one of the problems of the test. They don't look for other things that matter just as much. The thing about work in Finland is this: they don't obsess about those disciplines. They have a very broad approach to education, which includes humanities, physical education, the arts.
Şimdi, bu böyle olmak zorunda değil. Gerçekten değil. Finlandiya matematik, fen ve okumada düzenli olarak birinci oluyor. Şimdi, sadece bu alanlarda iyi olduklarını biliyoruz çünkü halihazırda bu konularda değerlendiriliyorlar. Bu, değerlendirmenin sorunlarından biri. Aynı derecede önemli olan diğer alanlara bakmıyorlar. Finlandiya'da durum şöyle: Bu tip disiplinlere takılıp kalmıyorlar. Eğitime karşı beşeri ilimleri, beden eğitimini, sanat dallarını da kapsayan geniş bir yaklaşımları var.
Second, there is no standardized testing in Finland. I mean, there's a bit, but it's not what gets people up in the morning, what keeps them at their desks.
İkinci olarak, Finlandiya'da standartlaştırılmış sınav sistemi yok. Demek istediğim, bir miktar var ama bu insanların yaşama sebebi değil. Bu onları masaları başında tutan şey değil.
The third thing -- and I was at a meeting recently with some people from Finland, actual Finnish people, and somebody from the American system was saying to the people in Finland, "What do you do about the drop-out rate in Finland?"
Üçüncü olarak, son zamanlarda gerçekten Finli olan, Finlandiya'lı bazı insanlarla görüşüyordum ve Amerika sisteminden gelen biri Finlandiyalı insanlara soruyordu: "Finlandiya'da okuldan ayrılma oranları hakkında neler yapıyorsunuz?"
And they all looked a bit bemused, and said, "Well, we don't have one. Why would you drop out? If people are in trouble, we get to them quite quickly and we help and support them."
Biraz şaşırdılar ve dediler ki, "Şey, bizde okuldan ayrılma yok. Neden okulu bırakasın ki? Eğer insanların sorunları varsa, onlara çabucak ulaşırız ve onlara yardım edip destek oluruz."
Now people always say, "Well, you know, you can't compare Finland to America." No. I think there's a population of around five million in Finland. But you can compare it to a state in America. Many states in America have fewer people in them than that. I mean, I've been to some states in America and I was the only person there.
Şimdi insanlar hep "Evet, bilirsiniz, Finlandiya'yla Amerikayı karşılaştıramayız." diyecekler. Hayır. Sanırım Finlandiya'da nüfus beş milyon civarında. Ama Finlandiya'yı Amerika'daki bir eyaletle karşılaştırabilirsiniz. Amerika'da bir çok eyalette bundan daha az insan var. Demek istediğim, Amerika'nın bazı eyaletlerinde bulundum ve oradaki tek insan bendim. (Kahkaha)
(Laughter)
Really. Really. I was asked to lock up when I left.
Gerçekten. Ciddiyim. Çıkarken kapıyı kilitlememi istediler. (Kahkaha)
(Laughter)
But what all the high-performing systems in the world do is currently what is not evident, sadly, across the systems in America -- I mean, as a whole. One is this: they individualize teaching and learning. They recognize that it's students who are learning and the system has to engage them, their curiosity, their individuality, and their creativity. That's how you get them to learn.
Ama dünyadaki tüm yüksek başarılı sistemlerin yaptığını ne yazık ki şu anda Amerika'daki sistemlerde göremiyoruz--Yani bütün olarak. Birincisi: Onlar öğretme ve öğrenmeyi bireyselleştiriyorlar. Öğrenme işini yapanların öğrenciler olduğunu kabul ediyorlar ve sistem onlara, onların merakına, bireyselliklerine ve yaratıcılıklarına katkıda bulunmalı. Onlara bu şekilde eğitim verebilirsiniz.
The second is that they attribute a very high status to the teaching profession. They recognize that you can't improve education if you don't pick great people to teach and keep giving them constant support and professional development. Investing in professional development is not a cost. It's an investment, and every other country that's succeeding well knows that, whether it's Australia, Canada, South Korea, Singapore, Hong Kong or Shanghai. They know that to be the case.
İkincisi de öğretmenlik mesleğine çok yüksek bir statü veriyorlar. Kabul ediyorlar ki eğer öğretmek için mükemmel insanlar seçmezsen ve onlara sürekli destek ve mesleki gelişim sağlamazsan eğitimi geliştiremezsin. Mesleki gelişime yatırım yapmak bir maliyet değildir.. Bir yatırımdır ve başarılı olan diğer bütün ülkeler bunu bilir. İster Avustralya, Kanada, Güney Kore, Singapur Hong Kong ya da Şangay olsun. Durumun böyle olduğunu bilirler. Üçüncü olarak, işi yerine getirme sorumluluğunu
And the third is, they devolve responsibility to the school level for getting the job done. You see, there's a big difference here between going into a mode of command and control in education -- That's what happens in some systems. Central or state governments decide, they know best and they're going to tell you what to do. The trouble is that education doesn't go on in the committee rooms of our legislative buildings. It happens in classrooms and schools, and the people who do it are the teachers and the students, and if you remove their discretion, it stops working. You have to put it back to the people.
okul seviyesine bırakıyorlar. Bilirsiniz, eğitimde komut vermek ve kontrol altında tutmak arasında çok büyük bir fark vardır.-- Bazı sistemlerde böyle oluyor. Biliyorsunuz, merkezi hükümet ya da eyalet yönetimleri en iyisini kendilerinin bildiğini ve size ne yapacağanızı söyleyebildiklerini düşünüyorlar. Sorun şu ki, kanunların konulduğu binaların komite odalarında eğitim olmaz. Eğitim sınıflarda ve okullarda gerçekleşiyor ve bunu yapan insanlar öğretmenler ve öğrenciler. Onların takdir yetkisini kaldırırsanız, eğitim gerçekleşmez. Eğitimi tekrar bu insanların eline emanet etmelisiniz.
(Applause)
(Alkış)
There is wonderful work happening in this country. But I have to say it's happening in spite of the dominant culture of education, not because of it. It's like people are sailing into a headwind all the time. And the reason I think is this: that many of the current policies are based on mechanistic conceptions of education. It's like education is an industrial process that can be improved just by having better data, and somewhere in the back of the mind of some policy makers is this idea that if we fine-tune it well enough, if we just get it right, it will all hum along perfectly into the future. It won't, and it never did.
Bu ülkede çok güzel işler oluyor. Ama söylemek zorundayım ki güzel işler baskın eğitim kültürüne rağmen oluyor, onun sayesinde değil. Bu, tekneyle sürekli rüzgara karşı hareket etmek gibi. Bence sebebi de şu: Yürürlükte olan birçok politika eğitimin mekanik kavramlarına dayanıyor. Sanki eğitim sadece daha iyi verilerle geliştirilebilen endüstriyel bir süreçmiş gibi. Bence bazı politikacıların akıllarının bir köşesinde şu fikir var: Eğer güzelce ince ayar yaparsak, eğer düzeltirsek, geleceğe de mükemmel şekilde aktarılabilir. Böyle olmaz ve hiçbir zaman da olmadı.
The point is that education is not a mechanical system. It's a human system. It's about people, people who either do want to learn or don't want to learn. Every student who drops out of school has a reason for it which is rooted in their own biography. They may find it boring. They may find it irrelevant. They may find that it's at odds with the life they're living outside of school. There are trends, but the stories are always unique. I was at a meeting recently in Los Angeles of -- they're called alternative education programs. These are programs designed to get kids back into education. They have certain common features. They're very personalized. They have strong support for the teachers, close links with the community and a broad and diverse curriculum, and often programs which involve students outside school as well as inside school. And they work. What's interesting to me is, these are called "alternative education."
Mesele şu ki eğitim mekanik bir sistem değildir. İnsani bir sistemdir. İnsanlarla alakalı, öğrenmeyi arzulayan ya da istemeyen insanlarla alakalı. Okulu bırakan her öğrencinin hayat hikayesinin altında yatan ilgili bir sebep vardır. Belki sıkıcı geliyordur. Alakasız geliyordur. Okul dışında yaşadıkları hayatla okulda öğrendiklerinin çeliştiğini düşünüyor olabilirler. Olaylar farklı ama hikayeler her zaman aynı. Yakınlarda Los Angeles'da bir toplantıdaydım. İsmi alternatif eğitim programı. Bu eğitim programları çocukları tekrar okullara kazandırmak için düzenleniyor. Bazı ortak özellikleri var. Gayet bireyselleştirilmişler. Öğretmenlere güçlü destek sağlıyorlar. Toplumla sıkı bağları ve geniş çeşitli müfredatları ve öğrencilerle okul içinde olduğu kadar okul dışında da ilgilenen programları var. Cidden işe yarıyor. Bana ilginç gelen şey
(Laughter)
bütün bunlara "alternatif eğitim" denmesi.
You know? And all the evidence from around the world is, if we all did that, there'd be no need for the alternative.
Yani? Bütün dünyadaki tüm bu kanıtlar gösteriyor ki eğer bunların hepsini yaparsak alternatife ihtiyaç olmayacak.
(Applause)
(Alkış)
(Applause ends)
Bu yüzden bence başka bir metaforu benimsemeliyiz.
So I think we have to embrace a different metaphor. We have to recognize that it's a human system, and there are conditions under which people thrive, and conditions under which they don't. We are after all organic creatures, and the culture of the school is absolutely essential. Culture is an organic term, isn't it?
Kabul etmeliyiz ki bu insani bir sistem ve insanların başarılı oldukları koşullar var, olmadıkları koşullar var. Neticede organik yaratıklarız ve okul kültürü kesinlikle zorunlu. Kültür organik bir terim, değil mi?
Not far from where I live is a place called Death Valley. Death Valley is the hottest, driest place in America, and nothing grows there. Nothing grows there because it doesn't rain. Hence, Death Valley. In the winter of 2004, it rained in Death Valley. Seven inches of rain fell over a very short period. And in the spring of 2005, there was a phenomenon. The whole floor of Death Valley was carpeted in flowers for a while. What it proved is this: that Death Valley isn't dead. It's dormant. Right beneath the surface are these seeds of possibility waiting for the right conditions to come about, and with organic systems, if the conditions are right, life is inevitable. It happens all the time. You take an area, a school, a district, you change the conditions, give people a different sense of possibility, a different set of expectations, a broader range of opportunities, you cherish and value the relationships between teachers and learners, you offer people the discretion to be creative and to innovate in what they do, and schools that were once bereft spring to life.
Yaşadığım yerden pek de uzakta olmayan Ölüm Vadisi denen bir yer var. Ölüm Vadisi Amerika'nın en sıcak, en kuru yeri. Orada hiçbir şey yetişmez. Hiçbir şey yetişmez çünkü yağmur yağmaz. Bu yüzden Ölüm Vadisi. 2004 yılının kışında Ölüm Vadisi'ne yağmur yağdı. Çok kısa bir süre içinde 18 cm yağmur yağdı ve 2005 baharında bir olay gerçekleşti. Ölüm Vadisi'nin tüm zemini çiçeklerle kaplandı bir süreliğine. Bu şunu kanıtlıyor: Ölüm Vadisi ölü değil. Uyku halinde. Yüzeyin hemen altında uygun koşulların oluşmasını bekleyen ihtimal tohumları var. Organik sistemlerde, eğer koşullar uygunsa yaşam kaçınılmazdır. Her zaman meydana gelir. Bir yeri alın, bir okul, bir bölge, koşulları değiştirin, insanlara farklı bir olasılık anlayışı, farklı beklentiler geniş olanaklar sağlayın, öğretmenlerle öğrenciler arasındaki ilişkiyi besleyin ve ona değer verin, insanlara yaratıcı ve yaptıkları işlerde yenilikçi olma hoşgörüsünü sağlayın. Bu sayede bir zamanlar verimsiz olan okullar hayat bulsun.
Great leaders know that. The real role of leadership in education -- and I think it's true at the national level, the state level, at the school level -- is not and should not be command and control. The real role of leadership is climate control, creating a climate of possibility. And if you do that, people will rise to it and achieve things that you completely did not anticipate and couldn't have expected.
Büyük liderler bunu bilir. Eğitimde liderliğin gerçek görevi-- ve bence bu ulusal seviyede, eyalet seviyesinde, ve okul seviyesinde de geçerli-- emir vermek ve idare etmek değildir ve olmamalıdır. Liderin gerçek görevi ihtimal iklimi meydana getirecek bir iklim oluşturmaktır. Eğer böyle yaparsanız, insanlar bunun üstesinden gelecekler ve hiç beklemediğiniz ve hayal edemeyeceğiniz şeylere ulaşacaklar.
There's a wonderful quote from Benjamin Franklin. "There are three sorts of people in the world: Those who are immovable, people who don't get it, or don't want to do anything about it; there are people who are movable, people who see the need for change and are prepared to listen to it; and there are people who move, people who make things happen." And if we can encourage more people, that will be a movement. And if the movement is strong enough, that's, in the best sense of the word, a revolution. And that's what we need.
Benjamin Franklin'in çok güzel bir sözü var: "Dünyada üç çeşit insan vardır: Harekete geçmeyenler, bir şey elde etmeyen, elde etmek istemeyen insanlar, ulaşmak için hiçbir şey yapmayacak olanlar. Harekete geçebilecek olanlar, değişime olan ihtiyacı görenler ve dinlemeye hazır olanlardır. Harekete geçen insanlar vardır, bir şeyleri gerçekleştiren insanlar." Eğer daha çok insanı yüreklendirebilirsek, hareket meydana gelecektir ve eğer hareket yeterince güçlüyse, kelimenin tam anlamıyla, devrim olur. Ve bizim de buna ihtiyacımız var.
Thank you very much.
Çok teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkış)
Thank you very much.
Çok teşekkürler. (Alkış)
(Applause)