Good morning. How are you?
Günaydın. Nasılsınız? Harika gidiyor, değil mi?
(Audience) Good.
It's been great, hasn't it? I've been blown away by the whole thing. In fact, I'm leaving.
Bütün bu organizasyon ve yapılmış konuşmalar karşısında afallamış durumdayım. Hatta, şimdi şu an burayı terkediyorum. (Kahkaha)
(Laughter)
Konferans boyunca üç tema vardı işlenen,
There have been three themes running through the conference, which are relevant to what I want to talk about. One is the extraordinary evidence of human creativity in all of the presentations that we've had and in all of the people here; just the variety of it and the range of it. The second is that it's put us in a place where we have no idea what's going to happen in terms of the future. No idea how this may play out.
değil mi, ki aslına bakarsanız bu temalar benim konuşmak istediğim konu ile doğrudan ilintiliydi. Bunlardan ilki, bütün bu sunumların ve buradaki insanların, insan doğasındaki yaratıcılık eğilimine başlı başına kanıt teşkil etmesi. Çeşitliliğine ve genişliğine bir bakınız sadece. İkincisi ise gelecek teması altında yapılmış konuşmalar, aslına bakarsanız, bizi öyle bir pozisyona soktu ki ileride gerçekten ne olacağı konusunda neredeyse hiç bir fikrimiz yok. Gelecekte ne olur, ne biter öngöremiyoruz.
I have an interest in education. Actually, what I find is, everybody has an interest in education. Don't you? I find this very interesting. If you're at a dinner party, and you say you work in education -- actually, you're not often at dinner parties, frankly.
Eğitim konusuyla ilgiliyim-- aslında bana sorarsanız, eğitime karşı herkesin az çok bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Öyle değil mi? Misal, ben şunu çok ilginç buluyorum. Eğer bir akşam yemeğine davet edilmiş iseniz ve eğitim ile ilgili çalıştığınızı söylerseniz aslında dürüst olmak gerekirse, eğer eğitim konusunda çalışmalar yürütüyorsanız, akşam yemeği partilerinde pek sık boy gösteremezsiniz.
(Laughter)
If you work in education, you're not asked.
(Kahkaha) Çünkü gayet kimse sizi çağırmaz.
(Laughter)
Ve olur da eskaza birisine iştirak etmiş olursanız, bir dahaki sefer için de davet edilmek aklınızın ucundan geçmesin, ki bu bana hep garip gelmiştir.
And you're never asked back, curiously. That's strange to me. But if you are, and you say to somebody, you know, they say, "What do you do?" and you say you work in education, you can see the blood run from their face. They're like, "Oh my God. Why me?"
Ama olur da orada bulunursanız ve kimliğinizi afişe ederseniz hani bilirsiniz işte, "Ne ile uğraşıyorsun?" diye sorarlar ve siz onlara eğitim işi ile uğraştığınızı söylerseniz ardından yüzlerinin renk attığını görebilirsiniz. Gayet şu haldedirler,
(Laughter)
"Aman tanrım," bilirsiniz işte, "Neden ben? Bütün hafta boyunca dışarıda geçirdiğim tek gecede hem de" (Kahkaha)
"My one night out all week."
(Laughter)
Ama eğer onlara kendi aldıkları eğitimi soracak olursanız
But if you ask about their education, they pin you to the wall, because it's one of those things that goes deep with people, am I right? Like religion and money and other things. So I have a big interest in education, and I think we all do. We have a huge vested interest in it, partly because it's education that's meant to take us into this future that we can't grasp. If you think of it, children starting school this year will be retiring in 2065. Nobody has a clue, despite all the expertise that's been on parade for the past four days, what the world will look like in five years' time. And yet, we're meant to be educating them for it. So the unpredictability, I think, is extraordinary.
sizi köşeye sıkıştırırlar. Çünkü bu insanların içinde olan şeylerden biridir, haksız mıyım? Din, para ve diğer şeylerde olduğu gibi. Eğitime büyük bir ilgim var, ve hepimizin olduğunu düşünüyorum. Gerçekten eğitime karşı büyük haklı bir ilgimiz var, ve kısmen bunun sebebi, eğitimin bizleri o hakkında hiç bir fikrimizin olmadığı geleceğe taşıyacak olan yegane araç olması. Eğer düşünecek olursanız, bu yıl okula başlayan çocuklar 2065 yılında emekli olmuş olacaklar. Geçtiğimiz dört gün boyunca önümüze sunulan bütün uzman görüşlere rağmen, dünyanın sadece beş yıl içerisinde bile neye benzeyeceği kimse tarafından tahmin edilemiyor. Ve bizler bu belirsiz gelecek için onları eğitmekle hükümlüyüz. Olaya böyle baktığımızda mevzu bahis tahmin edilememezlik gerçekten korkutucu boyutlarda.
And the third part of this is that we've all agreed, nonetheless, on the really extraordinary capacities that children have -- their capacities for innovation. I mean, Sirena last night was a marvel, wasn't she? Just seeing what she could do. And she's exceptional, but I think she's not, so to speak, exceptional in the whole of childhood. What you have there is a person of extraordinary dedication who found a talent. And my contention is, all kids have tremendous talents, and we squander them, pretty ruthlessly.
Ve üçüncü olarak herşeye rağmen, çocukların sahip olduğu olağanüstü kapasite konusunda hepimiz hemfikiriz. Özellikle söz konusu yeni fikirler olduğunda. Mesela, Sirena dün gece harikuladeydi. Öyle değil mi? Sadece ne yapabildiğini görmekten bahsediyorum. Ve o istisnai bir örnek, fakat bana sorarsanız çocukluk dönemini bir bütün olarak ele aldığınızda görürsünüz ki çok da istisnai bir durum değil. Sirena'ya baktığınızda göreceğiniz şey, yeteneğini keşfedip olağanüstü bir adanmışlıkla bunun üstüne giden bir insandır. Ve benim argümanım şudur ki; bütün çocuklar inanılmaz yeteneklere sahiptir. Ve bizler onları harcıyoruz, hem de acımasızca.
So I want to talk about education, and I want to talk about creativity. My contention is that creativity now is as important in education as literacy, and we should treat it with the same status.
Böylelikle, bugün burada eğitim ve sahip olduğumuz yaratıcılık hakkında konuşmak istiyorum. Bana sorarsanız şu an yaratıcılık en az okur-yazarlık kadar eğitimde önemli ve bizler aynı statüdeymişcesine muamele etmeliyiz.
(Applause)
(Alkış) Teşekkürler. Bu kadardı, konuşmam bitti.
Thank you.
(Applause)
That was it, by the way. Thank you very much.
Çok teşekkür ederim. (Kahkaha) Neyse, hala 15 dakikamiz var.
(Laughter)
So, 15 minutes left.
Evet, ben doğduğumda -- hayır. (Kahkaha)
(Laughter)
"Well, I was born ... "
(Laughter)
Geçenlerde harika bir hikaye duydum -- Anlatmaya bayılıyorum --
I heard a great story recently -- I love telling it -- of a little girl who was in a drawing lesson. She was six, and she was at the back, drawing, and the teacher said this girl hardly ever paid attention, and in this drawing lesson, she did. The teacher was fascinated. She went over to her, and she said, "What are you drawing?" And the girl said, "I'm drawing a picture of God." And the teacher said, "But nobody knows what God looks like." And the girl said, "They will in a minute."
Resim dersindeki küçük bir kız hakkında. Altı yaşında, en arkada oturmuş, resim yapan bir kız. ve öğretmenine soracak olursanız bu küçük kız derse hemen hemen hiç ilgi göstermiyordu. O gün hariç. O gün nedense bütün ilgisi yaptığı resimdeydi. Öğretmenin ağzı açık kalmış tabii bu durum karşısında. Kızın yanına yaklaşmış, ve sormuş, "Ne çiziyorsun?" "Tanrı'nın resmini çiziyorum", demiş kız. "Ama hiç kimse Tanrı'nın nasıl göründüğünü bilmiyor.", demiş öğretmen. "Problem değil, bir dakika içinde bilecekler", demiş kız.
(Laughter)
(Kahkaha)
When my son was four in England -- actually, he was four everywhere, to be honest.
Oğlum İngiltere'de dört yaşındayken -- aslında her yerde dört yaşındaydı, dürüst olmak gerekirse. (Kahkaha)
(Laughter)
Tamam tamam, nereye giderse gitsin, o yıl dört yaşındaydı.
If we're being strict about it, wherever he went, he was four that year. He was in the Nativity play. Do you remember the story?
Doğum (Hz.İsa'nın doğumu) oyununda bir rolü vardı. Hikayeyi hatırlıyor musunuz? Gülmeyin, önemli bir hikaye.
(Laughter)
No, it was big, it was a big story. Mel Gibson did the sequel, you may have seen it.
Gerçekten önemli bir hikaye, hatta Mel Gibson serisini çekmişti. Belki görmüşsünüzdür: "Doğum II". Neyse, James, Joseph rolünü almıştı
(Laughter)
"Nativity II." But James got the part of Joseph, which we were thrilled about. We considered this to be one of the lead parts. We had the place crammed full of agents in T-shirts: "James Robinson IS Joseph!" (Laughter) He didn't have to speak, but you know the bit where the three kings come in? They come in bearing gifts, gold, frankincense and myrrh. This really happened. We were sitting there, and I think they just went out of sequence, because we talked to the little boy afterward and said, "You OK with that?" They said, "Yeah, why? Was that wrong?" They just switched. The three boys came in, four-year-olds with tea towels on their heads. They put these boxes down, and the first boy said, "I bring you gold." And the second boy said, "I bring you myrrh." And the third boy said, "Frank sent this."
ki biz bu konuda epey heyecanlıydık. Ne de olsa biz bunu başrollerden biri olarak düşünüyorduk. Mekanı "Joseph, James Robinson'dur." yazılı tişörtler giyen bir sürü insanla doldurmuştuk. (Kahkaha) Konuşmasına gerek yoktu, ama o bölümü bilirsiniz hani üç kralın geldiği. Hediyeler sunmak için gelirler, ve altın, tütsü ve mür getirirler. Bu gerçekten oldu. Orada oturuyorduk ve sanırsam o sırada replik sırasını karıştırdılar, çünkü daha sonra küçük çocukla konuştuk ve sorduk, "Sence doğru oldu mu?". O da, "Evet, niye, yanlış mıydı?" demişti. Sadece sırayı karıştırmıslardı bence, o kadar. Her neyse 3 çocuk sahneye geldi, kafalarında çay süzgeci olan dört yaşındaki çocuklar, ve kutuları yere bıraktılar. ve ilk çocuk "Sana altın getirdim", dedi. Ve ikinci çocuk, "Sana mür getirdim", dedi.
(Laughter)
Ve üçüncüsü, "Bunu Frank gönderdi." (Kahkaha) (Burada ingilizce kelime oyunu var. frankincense -> frank sent this)
What these things have in common is that kids will take a chance. If they don't know, they'll have a go. Am I right? They're not frightened of being wrong. I don't mean to say that being wrong is the same thing as being creative. What we do know is, if you're not prepared to be wrong, you'll never come up with anything original -- if you're not prepared to be wrong. And by the time they get to be adults, most kids have lost that capacity. They have become frightened of being wrong. And we run our companies like this. We stigmatize mistakes. And we're now running national education systems where mistakes are the worst thing you can make. And the result is that we are educating people out of their creative capacities.
Bütün bunların ortak noktası şu ki; çocuklar şanslarını denemekten korkmayacaklar. Bilmeseler de, devam edecekler. Haklı değil miyim? Yanlış yapmaktan korkmuyorlar. Şimdi, yanlış yapmak yaratıcı olmakla aynı şeydir demek istemiyorum. Bildiğimiz şu ki, eğer yanlış yapmaya hazırlıklı değilseniz, hiç bir zaman orijinal birşey bulamazsınız. Eğer yanlış yapmaya hazırlıklı değilseniz. Ve zamanla yetişkin olduklarında, çoğu çocuk bu kapasitesini yitiriyor. Yanlış yapmaktan korkar hale geliyorlar. Ve firmalarımızı da bu şekilde yönetiyoruz, yeri gelmişken. Hataları damgalıyoruz. Ve mevcut ulusal eğitim sistemlerimizde de bir çocuğun yapabileceği en kötü şey "hatalar"dır. Ve sonuç şu ki insanları yaratıcı kapasitelerinin dışına yönelik eğitiyoruz. Picasso bir keresinde,
Picasso once said this, he said that all children are born artists. The problem is to remain an artist as we grow up. I believe this passionately, that we don't grow into creativity, we grow out of it. Or rather, we get educated out of it. So why is this?
Bütün çocukların sanatçı olarak doğduklarını söylemiş. Problem büyüdüğümüzde de sanatçı olarak kalabilmekte. Şuna yürekten inanıyorum: bizler yaratıcılık özelliğimize yönelik değil, aksi yönde büyüyoruz. Ya da daha doğrusu, ondan uzaklaştırılacak şekilde eğitiliyoruz. Peki, niye bu, bu şekilde oluyor? Beş yıl öncesine değin Stratford-on-Avon'da yaşadım.
I lived in Stratford-on-Avon until about five years ago. In fact, we moved from Stratford to Los Angeles. So you can imagine what a seamless transition this was.
Hatta Stratford'tan Los Angeles'a taşındık. Ne kadar kesintisiz bir geçiş olduğunu hayal edebilirsiniz (Kahkaha) Aslında,
(Laughter)
Actually, we lived in a place called Snitterfield, just outside Stratford, which is where Shakespeare's father was born. Are you struck by a new thought? I was. You don't think of Shakespeare having a father, do you? Do you? Because you don't think of Shakespeare being a child, do you? Shakespeare being seven? I never thought of it. I mean, he was seven at some point. He was in somebody's English class, wasn't he?
Snitterfield denilen bir yerde yaşadık, Stratford'un biraz dışında, Shakespeare'in babasının doğduğu yerde. Bunu söylediğimde yeni bir düşünceye gark oldunuz mu? Ben öyle olmuştum. Shakespeare'in bir babası olduğunu hiç düşünmemiştiniz, öyle değil mi? Öyle değil mi? Çünkü Shakespeare'i bir çocuk olarak düşünmemiştiniz, değil mi? Shakespeare yedi yaşında? Ben hiç düşünmemiştim. Demek istiyorum ki, O da bir zamanlar yedi yaşındaydı. O da birinin İngilizce sınıfındaydı bir zamanlar, öyle değil mi? Ne kadar da rahatsız edici olmalı.
(Laughter)
How annoying would that be?
(Kahkaha) "Daha fazla çalışmalısın". Babası tarafından yatağa gönderilmiştir, bilirsiniz,
(Laughter)
"Must try harder."
(Laughter)
Being sent to bed by his dad, to Shakespeare, "Go to bed, now!" To William Shakespeare. "And put the pencil down!"
Shakespeare'e," Hemen yatağa git, şimdi", William Shakespeare'e, "ve kalemi bırak. Ve bu şekilde konuşmayı kes. Herkesin kafasını karıştıyorsun."
(Laughter)
"And stop speaking like that."
(Laughter)
"It's confusing everybody."
(Kahkaha)
(Laughter)
Neyse, Stratford'tan Los Angeles'a taşındık,
Anyway, we moved from Stratford to Los Angeles, and I just want to say a word about the transition. Actually, my son didn't want to come. I've got two kids; he's 21 now, my daughter's 16. He didn't want to come to Los Angeles. He loved it, but he had a girlfriend in England. This was the love of his life, Sarah. He'd known her for a month.
ve bu geçiş hakkında birşey söylemek istiyorum, aslında. Oğlum gelmek istemedi. İki çocuğum var. O şu an 21; kızım 16. Los Angeles'a gelmek istemedi. Orayı sevmişti, ama İngiltere'de bir kız arkadaşı vardı. Hayatının aşkı, Sarah. Onu bir aydır tanıyordu. Uyarayım, dördüncü yıl dönümlerini kutlamışlardı,
(Laughter)
Mind you, they'd had their fourth anniversary, because it's a long time when you're 16. He was really upset on the plane. He said, "I'll never find another girl like Sarah." And we were rather pleased about that, frankly --
çünkü 16 yaşındayken bir ay göründüğünden daha uzun gelir insana. Neyse, uçaktayken gerçekten çok üzgündü, ve "Bir daha hiç bir zaman Sarah gibi bir kız bulamayacağım", demişti. Ve bunun böyle olmasından, açıkça söylemek gerekirse, biz gayet memnunduk, çünkü halihazırda ülkeden ayrılma sebebimiz o kızın ta kendisiydi.
(Laughter)
because she was the main reason we were leaving the country.
(Kahkaha)
(Laughter)
Ama Amerika'ya taşınınca bir şeyin farkına varıyorsunuz,
But something strikes you when you move to America and travel around the world: every education system on earth has the same hierarchy of subjects. Every one. Doesn't matter where you go. You'd think it would be otherwise, but it isn't. At the top are mathematics and languages, then the humanities. At the bottom are the arts. Everywhere on earth. And in pretty much every system, too, there's a hierarchy within the arts. Art and music are normally given a higher status in schools than drama and dance. There isn't an education system on the planet that teaches dance every day to children the way we teach them mathematics. Why? Why not? I think this is rather important. I think math is very important, but so is dance. Children dance all the time if they're allowed to, we all do. We all have bodies, don't we? Did I miss a meeting?
ve dünyada yolculuk yaparken: dünya üzerindeki her eğitim sistemi aynı konu hiyerarşisine sahip. Hepsi. Nereye giderseniz gidin. Öbür türlü olacağını sanıyorsunuz ama, öyle değil. En tepede matematik ve diller, sonra insani bilimler, ve en altta sanat. Dünyada heryerde. Ve yine her sistemde, sanat dahilinde de bir hiyerarşi var. Resim ve müziğe normal olarak daha fazla ağırlık veriliyor okullarda drama ve dansa kıyasla. Ve gezegenimizde çocuklara hergün matematik öğrettiğimiz şekliyle dans öğretilen bir eğitim sistemi yok. Neden? Neden olmasın? Bence bu soru daha önemli. Matematiğin çok önemli olduğunu düşünüyorum, ama dans da öyle. Eğer izin verilirse çocuklar her zaman dans ederler, hepimiz ederiz. Hepimizin vücudu var, değil mi? Bir toplantı mı kaçırdım? (Kahkaha) Gerçekten, olan şu ki,
(Laughter)
Truthfully, what happens is, as children grow up, we start to educate them progressively from the waist up. And then we focus on their heads. And slightly to one side.
çocuklar büyüdükçe, onları belden yukarı doğru artan bir şekilde eğitmeye başlıyoruz. Ve daha sonra kafalarına odaklanıyoruz. Ve hafifçe bir tarafa doğru. (Meraklısına beynin sol lobunun işlevi hakkında araştırma yapması tavsiye edilir.) Eğer bir uzaylı olarak eğitimi ziyaret edecek olsanız,
If you were to visit education as an alien and say "What's it for, public education?" I think you'd have to conclude, if you look at the output, who really succeeds by this, who does everything they should, who gets all the brownie points, who are the winners -- I think you'd have to conclude the whole purpose of public education throughout the world is to produce university professors. Isn't it? They're the people who come out the top. And I used to be one, so there.
ve deseniz "Halk eğitimi, ne içindir?" Eğer çıktıya bakacak olursanız, bence şu karara varırsınız, kim başarılı olarak addediliyor, kim herkesin yaptığını yapıyorsa, kim ödüllendirilmişse , kim kazanlarsa-- Eğitimin bütün amacının şu olduğu kararına varırsınız bütün dünyada üniversite profesörleri yetiştirmek. Öyle değil mi? En tepedeki insanlar onlardır. Ben de onlardan biriyim, ne var yani?! (Kahkaha)
(Laughter)
Ve ben şahsen profesörleri severim, ama
And I like university professors, but, you know, we shouldn't hold them up as the high-water mark of all human achievement. They're just a form of life. Another form of life. But they're rather curious. And I say this out of affection for them: there's something curious about professors. In my experience -- not all of them, but typically -- they live in their heads. They live up there and slightly to one side. They're disembodied, you know, in a kind of literal way. They look upon their body as a form of transport for their heads.
onları bütün insanlığın varabildiği en üst başarı noktası olarak görmemeliyiz O da sadece bir yaşam şekli. Fakat tabii daha nadir bulunan bir yaşam şekli. ve bunu onlara değer verdiğim için söylüyorum. Profesörler hakkında acaip bir durum var, tecrübeme dayanarak söylüyorum hepsi değil ama, genellikle -- bir çoğu kafalarının içinde yaşıyorlar. Orada yaşıyorlar, ve kısmen bir tarafa doğru. (Bu noktada beynin sol lobuna gönderme yapıyor) Hatta kelimenin tam anlamıyla bedenlerinden soyutlanmışlardır neredeyse. Öyle ki, "beden" onlara tek bir şey ifade eder o da kafalarını taşımak için yegane araç olmasıdır.
(Laughter)
Don't they? It's a way of getting their head to meetings.
(Kahkaha) Kafalarını toplantılara bu şekilde götürürler.
(Laughter)
İnsanın beden dışı deneyim (Otoskopi) yoluyla kendini yukarıdan görebilmesine bir kanıt istiyorsanız
If you want real evidence of out-of-body experiences, by the way, get yourself along to a residential conference of senior academics and pop into the discotheque on the final night.
profesörlerin konuştuğu bir konaklamalı bir konferansa katılın, ve son gece eğlencesi olan diskoya gidin onlarla beraber.
(Laughter)
(Kahkaha) Ve orada göreceksiniz, yaşını başını almış kadınlar ve erkekler
And there, you will see it. Grown men and women writhing uncontrollably, off the beat.
kontrolsüz bir şekilde, ritm ile uyumsuz bir halde kıvırıyorlar
(Laughter)
bekliyorlar ki bitsin, böylelikle eve gidip bu gece hakkında bir makale yazabilsinler.
Waiting until it ends, so they can go home and write a paper about it.
Şu anda bizim eğitim sistemimiz akademik yetenekler göz önünde bulundurularak dizayn edilmiştir.
(Laughter)
Our education system is predicated on the idea of academic ability. And there's a reason. Around the world, there were no public systems of education, really, before the 19th century. They all came into being to meet the needs of industrialism. So the hierarchy is rooted on two ideas.
Ve bunun böyle gerçekleşmesinin bir sebebi vardı. Bütün sistem 19. yüzyıldan önce, dünya çapında ortalıkta herhangi bir eğitim sistemi yokken ilk defa ortaya çıktı. Ve dahası hepsi endüstrileşmenin ihtiyacını karşılamak♪ üzere oluşturuldu. Bu yüzden hiyerarşinin temelinde iki fikir var.
Number one, that the most useful subjects for work are at the top. So you were probably steered benignly away from things at school when you were a kid, things you liked, on the grounds you would never get a job doing that. Is that right? "Don't do music, you're not going to be a musician; don't do art, you won't be an artist." Benign advice -- now, profoundly mistaken. The whole world is engulfed in a revolution.
Birincisi, en tepede iş sahası için en faydalı konular yer alacak Hatta bu yüzden büyük ihtimalle siz de okuldayken hoşlandığınız şeylerden, eğer böyle devam ederseniz bir işe sahip olamayacağınız söylenerek uzaklaştırıldınız. Öyle değil mi? Müzikle uğraşma, müzisyen olmayacaksın; resim yapma, ressam olmayacaksın. İyi tavsiye-- fakat şimdi görüyoruz ki büyük bir yanılgı. Bütün dünya köklü bir değişim girdabına girdi.
And the second is academic ability, which has really come to dominate our view of intelligence, because the universities design the system in their image. If you think of it, the whole system of public education around the world is a protracted process of university entrance. And the consequence is that many highly talented, brilliant, creative people think they're not, because the thing they were good at at school wasn't valued, or was actually stigmatized. And I think we can't afford to go on that way.
Ve ikincisi, zeka algımızı domine eden akademik yetenek, çünkü sistemi üniversiteler dizayn etti. Eğer bütün dünyadaki eğitim sistemlerini düşünürseniz, halk eğitimi öğrencileri üniversiteye hazırlayan bir süreçtten öte bir anlam taşımamaktadır. Ve sonuç olarak bir çok yetenekli, zeki, yaratıcı insan aslında hiç de öyle olmadıklarını düşünüyor, çünkü okulda iyi oldukları şeylere değer verilmiyor, ya da daha fenası küçümseniyor. Ve bence bu şekilde devam ederek durumu kurtaramayız.
In the next 30 years, according to UNESCO, more people worldwide will be graduating through education than since the beginning of history. More people. And it's the combination of all the things we've talked about: technology and its transformational effect on work, and demography and the huge explosion in population.
UNESCO'ya göre gelecek 30 yılda dünya çapında tarihin başlangıcından bu yana olduğundan daha fazla insan mezun olmuş olacak. Daha fazla insan, bu konuştuğumuz bütün bu şeylerin bileşimi-- teknoloji ve onun dönüşümü iş, demografi ve nüfustaki dev patlama.
Suddenly, degrees aren't worth anything. Isn't that true? When I was a student, if you had a degree, you had a job. If you didn't have a job, it's because you didn't want one. And I didn't want one, frankly.
Birden, lisans derecelerinin pek kıymeti kalmadı. Doğru değil mi? Ben öğrenciyken eğer lisans dereceniz varsa bir işiniz olurdu. Eğer işiniz olmadıysa bu istemediğiniz içindi. Ve doğruyu söylemek gerekirse ben istemiyordum. (Kahkaha) Ama şimdi lisans derecesine sahip çocuklar
(Laughter)
But now kids with degrees are often heading home to carry on playing video games, because you need an MA where the previous job required a BA, and now you need a PhD for the other. It's a process of academic inflation. And it indicates the whole structure of education is shifting beneath our feet. We need to radically rethink our view of intelligence.
eve video oyunu oynamaya geri dönüyorlar, çünkü bir önceki işinizde lisans derecesine ihtiyacınız varken şimdi mastera ihtiyacınız var ve şimdi bir başkası içinde doktoraya ihtiyacınız var. Bu bir akademik enflasyon süreci. Ve bu demek oluyor ki bütün sistem ayaklarımızın altından kayıp gitmekte. Zeka algımızı köklü bir şekilde yeniden düşünmeye ihtiyacımız var.
We know three things about intelligence. One, it's diverse. We think about the world in all the ways that we experience it. We think visually, we think in sound, we think kinesthetically. We think in abstract terms, we think in movement. Secondly, intelligence is dynamic. If you look at the interactions of a human brain, as we heard yesterday from a number of presentations, intelligence is wonderfully interactive. The brain isn't divided into compartments. In fact, creativity -- which I define as the process of having original ideas that have value -- more often than not comes about through the interaction of different disciplinary ways of seeing things.
Zeka hakkında üç şey biliyoruz. Birincisi, türlü türlü olduğu. Dünyayı tecrübe ettiğimiz yollar ile düşünüyoruz. Görsel olarak düşünüyoruz, sesli düşünüyoruz, kinestetik olarak düşünüyoruz. Soyut olarak düşünüyoruz, hareket şeklinde düşünüyoruz. İkincisi, zeka dinamiktir. Dün izlediğimiz sunumlardaki gibi , insan beynindeki etkileşimlere bakarsanız, zeka mükemmel bir şekilde etkileşimlidir. Beyin bölümlere ayrılmamıştır. Aslını bakarsak, yaratıcılık-- değerli orijinal fikirlere sahip olma aşaması olarak tanımladığım süreç -- çoğu kez bir disipline ait olguyu başka bir disiplinle ifade etmekten geçiyor.
By the way, there's a shaft of nerves that joins the two halves of the brain, called the corpus callosum. It's thicker in women. Following off from Helen yesterday, this is probably why women are better at multitasking. Because you are, aren't you? There's a raft of research, but I know it from my personal life. If my wife is cooking a meal at home, which is not often ... thankfully.
Beynin böyle olmasının amacı var -- bu arada Corpus callosum denilen, beynin iki lobunu birleştiren bir sinir ağı vardır. Kadınlarda daha kalındır. Dün Helen'in yaptığı sunumdan yola çıkarak, kadınların muhtemelen bu yüzden aynı anda bir çok iş yapabildiğini düşünüyorum. Çünkü öylesiniz, değil mi? Bu konuda yığınla araştırma var, ama ben kendi özel hayatımdan biliyorum. Eğer karım evde yemek yapıyorsa-- pek sık olmasada, şükür ki. (Kahkaha) Ama bilirsiniz, yapıyor-- hayır, bazı şeylerde iyidir--
(Laughter)
ama işte eğer yemek yapıyorsa,
No, she's good at some things. But if she's cooking, she's dealing with people on the phone, she's talking to the kids, she's painting the ceiling --
aynı anda telefonla konuşuyordur, çocuklarla konuşuyordur, tavanı boyuyordur,
(Laughter)
burada açık-kalp ameliyatı yapıyordur.
she's doing open-heart surgery over here. If I'm cooking, the door is shut, the kids are out, the phone's on the hook, if she comes in, I get annoyed. I say, "Terry, please, I'm trying to fry an egg in here."
Eğer ben yemek yapıyorsam, kapı kapalıdır, çocuklar dışarıdadır, telefonu meşgule bırakmışımdır, eğer o mutfağa gelirse rahatsız olurum Derim ki, "Terry, lütfen, burada yumurta yapmaya çalışıyorum. Müsade eder misin?" (Kahkaha)
(Laughter)
"Give me a break."
(Laughter)
Hani eski bir felsefi düşünce vardır,
Actually, do you know that old philosophical thing, "If a tree falls in a forest, and nobody hears it, did it happen?" Remember that old chestnut? I saw a great T-shirt recently, which said, "If a man speaks his mind in a forest, and no woman hears him, is he still wrong?"
eğer ormanda bir ağaç düşerse ve bunu hiç kimse duymazsa, Bu gerçekleşmiş midir? Bu eski hikayeyi hatırlıyorsunuz? Geçenlerde çok harika bir tişört gördüm üzerinde şey yazıyordu " Eğer bir adam ormanda aklından geçeni söylerse, ve onu hiç bir kadın duymazsa, hala haksız mıdır?" (Kahkaha)
(Laughter)
And the third thing about intelligence is, it's distinct. I'm doing a new book at the moment called "Epiphany," which is based on a series of interviews with people about how they discovered their talent. I'm fascinated by how people got to be there. It's really prompted by a conversation I had with a wonderful woman who maybe most people have never heard of, Gillian Lynne. Have you heard of her? Some have. She's a choreographer, and everybody knows her work. She did "Cats" and "Phantom of the Opera." She's wonderful. I used to be on the board of The Royal Ballet, as you can see.
Ve zeka hakkındaki üçüncü şey, kendine özgü olmasıdır. Şu an yeni bir kitap yazıyorum adı "Tezahür", insanlarla yeteneklerini nasıl keşfettiklerine dair yapılan röportajlarından oluşuyor. İnsanların vardıkları noktalara nasıl geldiklerine hayran kalıyorum. Belki daha çoğu insanın duymadığı, Gillian Lynne, adındaki harika kadın ile yaptığı konuşmadan esinlenmiştim bu kitabı. Onu duymuş muydunuz? Bazıları duymuş. O bir kareograf ve herkes onun yaptığı işleri bilir. "Cats" ve "Phantom of Opera" yı yaptı. O harikadır. İngiltere'de Royal Ballet'te bulundum gördüğünüz gibi.
(Laughter)
Neyse, Gillian ve ben bir gün öğle yemeği yedik ve dedim ki,
Gillian and I had lunch one day. I said, "How did you get to be a dancer?" It was interesting. When she was at school, she was really hopeless. And the school, in the '30s, wrote to her parents and said, "We think Gillian has a learning disorder." She couldn't concentrate; she was fidgeting. I think now they'd say she had ADHD. Wouldn't you? But this was the 1930s, and ADHD hadn't been invented at this point. It wasn't an available condition.
"Gillian, nasıl dansçı oldun?" Ve o ilginç bir hikayesi olduğunu söyledi, okuldayken, gerçekten ümitsizmiş. Ve okul, 30'lu yıllarda, ebeveynlerine yazı göndermiş, yazıda diyormuş ki "Biz Gillian'da öğrenme bozukluğu olduğunu düşünüyoruz. Konsantre olamıyormuş, durduğu yerde duramıyormuş. Bence şimdi olsaydı hiperaktif olduğunu söylerlerdi? Öyle değil mi? Ama bu 1930'lu yıllarda oluyor, ve daha o zaman hiperaktivite bulunmamıştı. Mevcut bir durum değildi. (Kahkaha)
(Laughter)
İnsanlar buna sahip olabileceklerinin farkında değillerdi.
People weren't aware they could have that.
Neyse, bir uzmanı görmeye gitmişler,
(Laughter)
Anyway, she went to see this specialist. So, this oak-paneled room, and she was there with her mother, and she was led and sat on this chair at the end, and she sat on her hands for 20 minutes, while this man talked to her mother about all the problems Gillian was having at school, because she was disturbing people, her homework was always late, and so on. Little kid of eight. In the end, the doctor went and sat next to Gillian and said, "I've listened to all these things your mother's told me. I need to speak to her privately. Wait here. We'll be back. We won't be very long," and they went and left her.
annesi ile birlikte. O uzaktaki bir sandalyede ellerinin üzerine oturmuş beklerken, annesi 20 dakika boyunca bu uzman ile Gillian'ın yaşadığı problemleri konuşmuş. İşte insanları rahatsız ettiğinden ödevini her zaman geç verdiğinden gibi gibi, işte 8 yaşındaki bu küçük kızın sebep olduğu sorunlar. Sonunda doktor annesinin yanından ayrıplıp Gillian'ın yanına oturmuş. ve demiş ki, "Gillian annenin bana anlattığı herşeyi dinledim ve onunla özel olarak konuşmam gerekiyor." Demiş ki, "Burada bekle, döneceğiz, uzun sürmeyecek." ve onu orada bırakıp annesi ile ayrılmışlar.
But as they went out of the room, he turned on the radio that was sitting on his desk. And when they got out of the room, he said to her mother, "Just stand and watch her." And the minute they left the room, she was on her feet, moving to the music. And they watched for a few minutes, and he turned to her mother and said, "Mrs. Lynne, Gillian isn't sick. She's a dancer. Take her to a dance school."
Ama onlar odadan çıkarken masasının üzerinde duran radyoyu açmış doktor. Ve onlar odadan çıkınca, annesine, "Sadece dur ve onu izle", demiş. Ve onlar odadan çıkar çıkmaz o ayaklarının üzerinde, müziğe doğru hareket ettiğini söyledi. Ve onlar birkaç dakika onu dışarıdan izlemişler. ve uzman annesine dönüp, "Bayan Lynne, Gillian hasta değil, o bir dansçı. Onu bir dans okuluna götürün", demiş.
I said, "What happened?" She said, "She did. I can't tell you how wonderful it was. We walked in this room, and it was full of people like me -- people who couldn't sit still, people who had to move to think." Who had to move to think. They did ballet, they did tap, jazz; they did modern; they did contemporary. She was eventually auditioned for the Royal Ballet School. She became a soloist; she had a wonderful career at the Royal Ballet. She eventually graduated from the Royal Ballet School, founded the Gillian Lynne Dance Company, met Andrew Lloyd Webber. She's been responsible for some of the most successful musical theater productions in history, she's given pleasure to millions, and she's a multimillionaire. Somebody else might have put her on medication and told her to calm down.
"Ne oldu?" dedim, Dedi ki "Evet beni bir dans okuluna götürdü. Sana ne kadar harika olduğunu anlatamam. Bir odaya girdik ve orası benim gibi insanlarla doluydu. Kıpır kıpır insanlarla. Düşünmek için hareket etmesi gereken insanlarla. Düşünmek için hareket etmesi gereken. Bale yaptılar, step yaptılar, jazz yaptılar modern dans yaptılar, çağdaş dans yaptılar. Sonunda Royal Bale'ye giriş sınavına katıldı, orada dansçı oldu, Royal Bale'de mükemmel bir kariyeri oldu. Nihayet Royal Bale Okulu'ndan mezun oldu ve kendi şirketini kurdu, Gillian Lynne Dans Şirketi, Andrew Lloyd Weber'le tanıştı. Tarihteki en başarılı müzikaller yapımların bazılarından sorumlu oldu, milyonlara keyif verdi. ve o bir multi-milyoner. Bir başkası
(Applause)
ona ilaç tedavisi verip ona sakinleşmesini söyleyebilirdi.
What I think it comes to is this: Al Gore spoke the other night about ecology and the revolution that was triggered by Rachel Carson. I believe our only hope for the future is to adopt a new conception of human ecology, one in which we start to reconstitute our conception of the richness of human capacity. Our education system has mined our minds in the way that we strip-mine the earth for a particular commodity. And for the future, it won't serve us. We have to rethink the fundamental principles on which we're educating our children.
Şimdi, Düşünüyorum -- (Alkış) Şuraya geliyor: Önceki akşam Al Gore konuştu ekoloji hakkıında, ve Rachel Carson tarafından başlatılan devrim hakkında. Gelecek için tek umudum insan ekolojisi için yeni bir anlayışı bizlere adapte etmek, ki bu anlayış dahilinde insanın sahip olduğu kapasitenin ne kadar zengin olduğunun farkına varmaktır. Eğitim sistemimiz, bizlerin dünyayı belli bir yer altı zenginliği için kazdığımız gibi aklımızı kazmakta. Ve gelecek için bu şekliyle aklımız yeterli hizmeti veremeyecek. Çocuklarımızı eğitirken ki ana prensiplerimizi yeniden düşünmeliyiz. Jonas Salk'tan mükemmel
There was a wonderful quote by Jonas Salk, who said, "If all the insects were to disappear from the Earth, within 50 years, all life on Earth would end. If all human beings disappeared from the Earth, within 50 years, all forms of life would flourish." And he's right.
bir alıntı yapacağım "Eğer bütün böcekler dünyadan yokolacak olsaydı, 50 yıl içerisinde dünyada hayat sona ererdi. Eğer insanoğlu dünyadan yok olsaydı, 50 yıl içerisinde bütün yaşam kendini yeniler ve gelişirdi." Ve o haklı.
What TED celebrates is the gift of the human imagination. We have to be careful now that we use this gift wisely, and that we avert some of the scenarios that we've talked about. And the only way we'll do it is by seeing our creative capacities for the richness they are and seeing our children for the hope that they are. And our task is to educate their whole being, so they can face this future. By the way -- we may not see this future, but they will. And our job is to help them make something of it.
TED'in bugün burada kutladığı şey insanın sahip olduğu hayalgücüdür. Bu bir hediyedir bizler için. Ve şimdi bu hediyeyi kullanırken dikkatli olmalıyız, akıllı davranarak, bu senaryoların gerçekleşmesine meydan vermemeliyiz. Ve bunu yapabilmemizin tek yolu yaratıcı kapasitelerimizi görerek, onların zenginliğinin farkına vararak, ve çocuklarımızın bunu gerçekleştimek için umudumuz olduğunu görerek olacaktır. Ve hedefimiz onların varlığını bir bütün olarak eğitmek, ki böylelikle onlar bu gelecekle yüzleşebilsinler. Bu arada -- biz bu geleceği göremeyebiliriz. ama onlar görecekler. Ve bizim işimiz onların bu gelecekten ortaya bir şeyler çıkarmalarına yardım etmek. Çok teşekkür ederim.
Thank you very much.
(Applause)