I was here four years ago, and I remember, at the time, that the talks weren't put online. I think they were given to TEDsters in a box, a box set of DVDs, which they put on their shelves, where they are now.
Bundan dört yıl önce buradaydım, ve hatırlıyorum da o zaman, konuşmalar internete konulmuyordu. Sanırım TED'lilere bir kutu içinde veriliyorlardı, bir DVD seti kutusu. Bu kutuyu alıp rafa kaldırıyordunuz, herhalde hala orada duruyordur.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
And actually, Chris called me a week after I'd given my talk, and said, "We're going to start putting them online. Can we put yours online?" And I said, "Sure."
Hatta Chris beni aradığında konuşmamdan bir hafta sonraydı bana şöyle söyledi "Konuşmaları internete koyacağiz. Seninkini de koyabilir miyiz?" Ben de "tabi" dedim.
And four years later, it's been downloaded four million times. So I suppose you could multiply that by 20 or something to get the number of people who've seen it. And, as Chris says, there is a hunger for videos of me.
Ve dört yıl sonra, dediğim gibi, konuşmayı gören insan sayısı dört .... Şey, aslında dört milyon kere indirilmiş bu video. Yani sanırım bu sayıyı 20 ile falan çarparsak aşağı yukarı videoyu gören insan sayısını buluruz. Demek Chris'in dediği gibi, insanlar beni
(Laughter)
videoda görmeye hasretmişler.
(Applause)
(Kahkahalar)
(Alkış)
Don't you feel?
...siz de böyle hissetmiyor musunuz?
(Laughter)
(Kahkahalar)
So, this whole event has been an elaborate build-up to me doing another one for you, so here it is.
Yani, bütün bu düzen benim size bir konuşma daha yapmam için ayarlanmış bir oyun. İşte buyrun.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Al Gore spoke at the TED conference I spoke at four years ago and talked about the climate crisis. And I referenced that at the end of my last talk. So I want to pick up from there because I only had 18 minutes, frankly.
Dört yıl önce Al Gore TED konferansında konuşmuştu ve iklim krizinden bahsetmişti. Son konuşmamın sonunda onun sözlerine değinmiştim. Bıraktığım yerden devam edeyim ne yapayım o zaman sadece 18 dakikam vardı.
(Laughter)
Nerede kalmıştık...
So, as I was saying --
(Laughter)
(Kahkahalar)
You see, he's right. I mean, there is a major climate crisis, obviously, and I think if people don't believe it, they should get out more.
Haklıydı. Ciddi bir iklim krizinin olduğu gün gibi ortada. Buna inanmayanların biraz daha sık sokağa çıkmalarını öneririm.
(Laughter)
(Kahkahalar)
But I believe there is a second climate crisis, which is as severe, which has the same origins, and that we have to deal with with the same urgency. And you may say, by the way, "Look, I'm good. I have one climate crisis, I don't really need the second one."
Ama bence bir iklim krizi daha var birincisi kadar ağır, ve çıkış noktası aynı ve bu krize de aynı aciliyetle yaklaşmalıyız. Demek istediğim -- bu arada "Bak, zaten başımda bir kriz var
(Laughter)
ikinci bir tanesine ihtiyacım yok" diyebilirsiniz.
But this is a crisis of, not natural resources -- though I believe that's true -- but a crisis of human resources.
Ama bu kriz, doğal nedenlerden değil inancıma göre insan kaynaklı bir kriz.
I believe fundamentally, as many speakers have said during the past few days, that we make very poor use of our talents. Very many people go through their whole lives having no real sense of what their talents may be, or if they have any to speak of. I meet all kinds of people who don't think they're really good at anything.
Bence, temel olarak, son günlerde çoğu konuşmacının da dediği gibi yeteneklerimizi çok verimsiz kullanıyoruz. Bir çok insan hayatını yeteneklerinin ne olduğunun farkında olmadan geçiriyor, veya bir yeteneğin varlığından bile habersiz. Bir sürü insanla tanışıyorum sanıyorlar ki iyi yaptıkları hiç bir şey yok.
Actually, I kind of divide the world into two groups now. Jeremy Bentham, the great utilitarian philosopher, once spiked this argument. He said, "There are two types of people in this world: those who divide the world into two types and those who do not."
Ben dünyayı iki gruba bölüyorum. Jeremy Bentham, büyük faydacı (utilitaryan) filozof bir defasında bir tartışma başlatmıştı. Dedi ki, "Dünyada iki çeşit insan var, dünyadaki insanları ikiye bölenler ve bölmeyenler."
(Laughter)
(Kahkahalar)
Well, I do.
Ben bölenlerdenim.
(Laughter)
(Kahkahalar)
I meet all kinds of people who don't enjoy what they do. They simply go through their lives getting on with it. They get no great pleasure from what they do. They endure it rather than enjoy it, and wait for the weekend. But I also meet people who love what they do and couldn't imagine doing anything else. If you said, "Don't do this anymore," they'd wonder what you're talking about. It isn't what they do, it's who they are. They say, "But this is me, you know. It would be foolish to abandon this, because it speaks to my most authentic self." And it's not true of enough people. In fact, on the contrary, I think it's still true of a minority of people. And I think there are many possible explanations for it.
Bir sürü insanla tanışıyorum yaptıkları işi sevmiyorlar. Hayatlarını yuvarlanıp giderek öylesine geçiriyorlar. Yaptıkları işten zevk duymuyorlar. Zevk almak yerine, o işe tahammül ediyorlar ve haftasonunu bekliyorlar. Ama başka insanlarla da tanışıyorum yaptıkları işi seviyorlar ve başka bir iş yapmayı düşünemiyorlar bile. Onlara "Artık bu işi yapma" deseniz, "Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye sorarlar. Çünkü yaptıkları iş değildir bahsettiğiniz, onların benliğidir. "Ama bu benim." derler. "En çok kendim gibi hissetmemi sağlayan işten vazgeçmem aptallık olur." Malesef bu durum yeterince insan için geçerli değil. Aslına bakarsanız, bence tam tersine çok az insan için geçerli. Bence bunun bir çok
And high among them is education, because education, in a way, dislocates very many people from their natural talents. And human resources are like natural resources; they're often buried deep. You have to go looking for them, they're not just lying around on the surface. You have to create the circumstances where they show themselves. And you might imagine education would be the way that happens, but too often, it's not. Every education system in the world is being reformed at the moment and it's not enough. Reform is no use anymore, because that's simply improving a broken model. What we need -- and the word's been used many times in the past few days -- is not evolution, but a revolution in education. This has to be transformed into something else.
açıklaması olabilir. Bunlardan en üst sırada olanı eğitim, çünkü eğitim insanları doğal yeteneklerinden uzaklaştırabilir. Insan yetenekleri, doğanın kaynakları gibidir genellikle çok derinlerde gömülüdürler. Iyice aramak gerekir. Ortalıkta, yüzeyde durmazlar. Ortaya çıkabilecekleri ortamın hazırlanması gerekir. Tahmin edebileceğiniz gibi bunun yolu eğitimden geçmelidir. Ama sıklıkla geçmez. Dünyadaki tüm eğitim sistemleri şu anda reform içindeler. Ama bu yeterli değil. Reform artık yeterli bir çözüm değil çünkü reform demek bozuk bir modeli tamir etmek demektir. Ihtiyacımız olan -- gerçi bu laf son zamanlarda çok sık kullanılır oldu ama-- eğitiminin evrim geçirmesi değildir, ihtiyacımız olan bir eğitim devrimidir. Artık eğitim olduğu şeyden
(Applause)
başka bir şeye dönüşmelidir.
(Alkış)
One of the real challenges is to innovate fundamentally in education. Innovation is hard, because it means doing something that people don't find very easy, for the most part. It means challenging what we take for granted, things that we think are obvious. The great problem for reform or transformation is the tyranny of common sense. Things that people think, "It can't be done differently, that's how it's done."
En büyük zorluklardan biri eğitimin temelinden yenileştirmektir. Yenilik zordur çünkü insanların alışmakta zorlanacakları yeni bir şeyler yapmalarını gerektirir. doğru varsaydığımız şeyleri sorgulamayı gerektirir, apaçık ortada olduğunu düşündüğümüz şeyleri yeniden gözden geçirmemizi gerektirir. Reform ya da değişimle ilgili en büyük sorun sağduyunun koşulsuz kabulüdür. İnsanlar bir şeyi kabul ederler çünkü derler ki "Bu iş başka türlü yapılmaz çünkü bu hep böyle yapılmıştır."
I came across a great quote recently from Abraham Lincoln, who I thought you'd be pleased to have quoted at this point.
Geçenlerde Abraham Lincoln'un çok müthiş bir sözüne denk geldim, bu noktada ondan bir alıntının hoşunuza gideceğini düşündüm, haklıyım değil mi?
(Laughter)
(Gülüşmeler)
He said this in December 1862 to the second annual meeting of Congress. I ought to explain that I have no idea what was happening at the time. We don't teach American history in Britain.
Bunu 1862 Aralık'ta kongrenin ikinci yıllık toplantısında söylemiş. Yalnız itiraf etmeliyim o sırada neler olup bittiği konusunda hiç bir fikrim yok biz Ingiltere'de Amerika tarihi okutmuyoruz çünkü.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
We suppress it. You know, this is our policy.
Özellikle saklıyoruz, politikamız böyle.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
No doubt, something fascinating was happening then, which the Americans among us will be aware of.
Neyse, 1862'de mutlaka ki çok önemli şeyler oluyordu aramızdaki Amerikalılar bilirler.
But he said this: "The dogmas of the quiet past are inadequate to the stormy present. The occasion is piled high with difficulty, and we must rise with the occasion." I love that. Not rise to it, rise with it. "As our case is new, so we must think anew and act anew. We must disenthrall ourselves, and then we shall save our country."
Şöyle söylemiş: "Sakin geçmişin dogmaları fırtınalı bugün için yetersizdir." Bir durum şartlar zorlaştıkça aşılması zor hale gelebilir, o zaman biz de zorlukların üzerine tırmanarak o durumu aşmalıyız. Ben bu yaklaşıma bayıldım. Bir durumun üstesinden, zorluklardan kaçarak değil onları kullanarak gelmek. "Bizim davamız yeni, demek ki yeni düşüncelerimiz olmalı ve eylemlerimiz de yeni olmalı. Kendimizi azat etmeliyiz
I love that word, "disenthrall."
ancak ondan sonra ülkemizi kurtarabiliriz."
You know what it means? That there are ideas that all of us are enthralled to, which we simply take for granted as the natural order of things, the way things are. And many of our ideas have been formed, not to meet the circumstances of this century, but to cope with the circumstances of previous centuries. But our minds are still hypnotized by them, and we have to disenthrall ourselves of some of them. Now, doing this is easier said than done. It's very hard to know, by the way, what it is you take for granted. And the reason is that you take it for granted.
"Azat etmek" bu söze de bayıldim. Ne demek olduğunu biliyor musunuz? Tutsak olduğumuz fikirler var demek hep olduğunu ve hep olacağını varsaydığımiz doğal gidişatın parçası saydığımız. Fikirlerimizin çoğu içinde bulunduğumuz yüzyılın şartlarına göre oluşmamış tersine geçmiş yüzyılların sorunlarıyla başetmek için ortaya çıkmışlar. Ama zihinlerimiz hala bu fikirlerle hipnotize edilmiş halde. Bu fikirlerden kendimizi azat etmemiz gerek. Bunu yapmaktan bahsetmek elbette yapmaktan daha kolay. Bu arada neyi sorgusuz kabullendiğimizi bilmek çok zordur. Bunun nedeni de sorgulamamamızdır.
(Laughter)
Örnek vermek için size bir soru sorayım
Let me ask you something you may take for granted. How many of you here are over the age of 25? That's not what you take for granted, I'm sure you're familiar with that. Are there any people here under the age of 25? Great. Now, those over 25, could you put your hands up if you're wearing your wristwatch? Now that's a great deal of us, isn't it? Ask a room full of teenagers the same thing. Teenagers do not wear wristwatches. I don't mean they can't, they just often choose not to. And the reason is we were brought up in a pre-digital culture, those of us over 25. And so for us, if you want to know the time, you have to wear something to tell it. Kids now live in a world which is digitized, and the time, for them, is everywhere. They see no reason to do this. And by the way, you don't need either; it's just that you've always done it and you carry on doing it. My daughter never wears a watch, my daughter Kate, who's 20. She doesn't see the point. As she says, "It's a single-function device."
Bu salondakilerden kaçınız 25 yaşının üstünde? Sorgulamadan varsaydığınızı düşündüğüm şey bu değil. Bu gerçeğin farkında olduğunuza eminim. Burada yaşı 25'in altında kimse var mı? Güzel. Şimdi, 25'in üstü olanlar, kol saatiniz varsa elinizi kaldırabilir misiniz? Baya fazla bir sayı öyle değil mi? Bir de bir oda dolusu liseliye sorun aynı soruyu. O yaşta gençlerin çoğu kol saati takmıyor. Takamazlar veya takmalarına izin verilmez demiyorum sadece genellikle takmamayı tercih ediyorlar. Bunun nedeni, bizim, yani 25 üstülerin, dijital öncesi bir dünyada büyümüş olmamız. Bizler zamanı öğrenmek için zamanı bize söyleyecek bir alete ihtiyaç duyuyoruz. Çağımızın çocukları dijital bir dünyada yaşıyorlar, ve onlar için zaman her yerde. Takip etmek için özel bir alete ihtiyaçları yok. Bu arada sizin de yok sadece siz bunu hep yapmış olduğunuz için buna alışkınsınız. Kızım Kate, 20 yaşında, hiç saat takmıyor. Anlamsız buluyor. "Tek fonksiyonlu bir alet bu" diyor. (Gülüşmeler)
(Laughter)
"Ne sıkıcı."
"Like, how lame is that?" And I say, "No, no, it tells the date as well."
"Hayır hayır!" diyorum. "Tarihi de söylüyor."
(Laughter)
(Gülüşmeler)
"It has multiple functions."
"Birden fazla özelliği var."
(Laughter)
But, you see, there are things we're enthralled to in education. A couple of examples. One of them is the idea of linearity: that it starts here and you go through a track and if you do everything right, you will end up set for the rest of your life. Everybody who's spoken at TED has told us implicitly, or sometimes explicitly, a different story: that life is not linear; it's organic. We create our lives symbiotically as we explore our talents in relation to the circumstances they help to create for us. But, you know, we have become obsessed with this linear narrative. And probably the pinnacle for education is getting you to college. I think we are obsessed with getting people to college. Certain sorts of college. I don't mean you shouldn't go, but not everybody needs to go, or go now. Maybe they go later, not right away.
Neyse görüyorsunuz, eğitim konusunda da tutsak olduğumuz düşünceler var. Bir kaç örnek vermeme izin verin. Bunlardan bir tanesi çizgisellik fikri, bir yerden başlarsınız, bir yolu takip edersiniz, ve eğer her şeyi doğru yaparsanız, hayatınızın sonunda hayatınızı iyi bir yola oturtmuş olursunuz. TED'de konuşan herkes bize alttan alta bazen de açık açık şunu söyledi, hayat çizgisel değildir, organiktir. Hayatlarımızı simbiotik olarak yeteneklerimizi ortaya çıkaracak olay ve durumlara bağlı olarak oluştururuz. Ancak farkındaysanız çizgisel anlatımı bir takıntı haline getirmiş durumdayız. Eğitimin doruk noktası da üniversiteye girmek. Sanırım insanları üniversiteye sokmayı da takıntı haline getirdik, en azından bazı çeşit üniversitelere. Üniversiteye gitmeyin demiyorum, ama herkesin gitmesi de gerekmiyor veya herkesin hemen gitmesi gerekmiyor. Belki daha sonra gidebilirler, hemen değil.
And I was up in San Francisco a while ago doing a book signing. There was this guy buying a book, he was in his 30s. I said, "What do you do?" And he said, "I'm a fireman." I asked, "How long have you been a fireman?" "Always. I've always been a fireman." "Well, when did you decide?" He said, "As a kid. Actually, it was a problem for me at school, because at school, everybody wanted to be a fireman."
Bir süre önce San Francisco'daydım kitap imzalamak için. 30 yaşlarında bir adam bir kitap satın alıyordu. Ne iş yaptığını sordum. Bana itfaiyeci olduğunu söyledi. Ne kadar zamandır itfaiyeci olduğunu sordum. "Hep öyleydim." diye yanıtladı. Bu mesleği seçmeye ne zaman karar verdiğini sordum. "Çocukken" dedi. "Hatta okulda bu yüzden sorun yaşadım çünkü okuldaki herkes itfaiyeci olmak istiyordu."
(Laughter)
"Ama ben gerçekten itfaiyeci olmak istiyordum."
He said, "But I wanted to be a fireman." And he said, "When I got to the senior year of school, my teachers didn't take it seriously. This one teacher didn't take it seriously. He said I was throwing my life away if that's all I chose to do with it; that I should go to college, I should become a professional person, that I had great potential and I was wasting my talent to do that." He said, "It was humiliating. It was in front of the whole class and I felt dreadful. But it's what I wanted, and as soon as I left school, I applied to the fire service and I was accepted. You know, I was thinking about that guy recently, just a few minutes ago when you were speaking, about this teacher, because six months ago, I saved his life."
"Lise son sınıfa geldiğimde, öğretmenlerim beni ciddiye almıyorlardı. Hele bir öğretmen vardı, o hiç ciddiye almıyordu. Bana eğer tüm yapmak istediğim buysa hayatımı çöpe atıyor olduğumu söyledi. Üniversiteye gitmemi, bir profesyonel olmamı çok potansiyelim olduğunu ve harcandığımı söyledi." "Onurum kırıldı çünkü bunları tüm sınıfın önünde söyledi. Gerçekten korkunç hissettim. Ama benim istediğim buydu onun için ben de okulu bıraktım. Itfaiye birliğine başvurdum ve kabul edildim." Sonra ekledi, "Biliyor musunuz, tam siz konuyu açmadan önce o öğretmeni düşünüyordum." "Çünkü altı ay kadar önce,
(Laughter)
adamın hayatını kurtardım." (Gülüşmeler)
He said, "He was in a car wreck, and I pulled him out, gave him CPR, and I saved his wife's life as well." He said, "I think he thinks better of me now."
"Bir araba kazası geçirmişti" dedi. "ve ben onu arabadan çıkardım, ilkyardım uyguladım, ve hayatını kurtardım." "Sanırım artık benim hakkımdaki fikirleri artık biraz daha olumlu olmuştur."
(Laughter)
(Gülüşmeler)
(Applause)
(Alkış)
You know, to me, human communities depend upon a diversity of talent, not a singular conception of ability. And at the heart of our challenges --
Biliyor musunuz, bence bir toplumda ne kadar çeşitli yetenekler olduğu önemlidir, bir şeyi ne kadar yapabilen olduğu değil.
(Applause)
Ve karşımızdaki zorlukların kalbinde (Alkış)
At the heart of the challenge is to reconstitute our sense of ability and of intelligence. This linearity thing is a problem.
Karşımızdaki zorlukların kalbinde yapabilirliğimizi ve zekamızı yeni baştan tanımlayabilmemiz yatar. Bu çizgisellik işi bir sorundur.
When I arrived in L.A. about nine years ago, I came across a policy statement -- very well-intentioned -- which said, "College begins in kindergarten." No, it doesn't.
Dokuz yıl önce Los Angeles'e geldiğimde bir ilke ile karşılaştım. çok iyi niyetle yazılmıştı şöyle diyordu, "Üniversite anaokulunda başlar." Hayır, başlamaz.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
It doesn't. If we had time, I could go into this, but we don't.
Başlamaz. Eğer zamanımız olsa devam ederdim, ama yok.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Kindergarten begins in kindergarten.
Anaokulu anaokulunda başlar.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
A friend of mine once said, "A three year-old is not half a six year-old."
Bir arkadaşım bir keresinde şöyle söylemişti, "Üç yaşında bir çocuk, altı yaşındaki bir çocuğun yarısı değildir."
(Laughter)
(Gülüşmeler)
(Applause)
(Alkış)
They're three.
Üç yaşındadır.
But as we just heard in this last session, there's such competition now to get into kindergarten -- to get to the right kindergarten -- that people are being interviewed for it at three. Kids sitting in front of unimpressed panels, you know, with their resumes --
Ama şu son konuşmalarda duyduğumuz gibi anaokuluna girmek için öyle bir rekabet varki doğru anaokuluna girmek için artık üç yaşında çocuklar mülakata alınıyorlar. Umursamaz bir panelin önünde oturan bir çocuk düşünün önünde özgeçmişi,
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Flicking through and saying, "What, this is it?"
Panelistler sayfaları çevirirken, "Ee, bu kadar mı?"
(Laughter)
(Gülüşmeler)
(Applause)
(Alkış)
"You've been around for 36 months, and this is it?"
"36 aydır yaşıyorsun, bu kadar mı?"
(Laughter)
(Gülüşmeler)
"You've achieved nothing -- commit.
"Hiç bir şey başaramamışsin.
(Laughter)
Zaten belliki ilk altı ayı meme emerek geçirmişsin."
Spent the first six months breastfeeding, I can see."
(Gülüşmeler)
(Laughter)
See, it's outrageous as a conception.
Görüyorsunuz, kavram olarak saçma sapan ama insanlara çekici geliyor.
The other big issue is conformity. We have built our education systems on the model of fast food. This is something Jamie Oliver talked about the other day. There are two models of quality assurance in catering. One is fast food, where everything is standardized. The other is like Zagat and Michelin restaurants, where everything is not standardized, they're customized to local circumstances. And we have sold ourselves into a fast-food model of education, and it's impoverishing our spirit and our energies as much as fast food is depleting our physical bodies.
Bir başka büyük sorun da uyum. Eğitim sistemlerimizi fast food modeline uyarlamışız. Jamie Oliver bu konuya değindi geçen gün. Catering kalite güvence sisteminde iki model vardır. Bunlardan biri olan fast food modelinde her şey standarttır. Diğer model Zagat ve Michelin gibi restoranlardır, bunlarda hiç bir şey standart değildir Her şey o anki duruma göre özel olarak hazırlanır. Eğitim dünyasi olarak biz kendimize fast food modelini layık görüyoruz. ve bu yaklaşım ruhumuzu ve enerjimizi tüketiyor aynı hamburgerlerin sağlığımızı tükettiği gibi.
(Applause)
(Alkış)
We have to recognize a couple of things here. One is that human talent is tremendously diverse. People have very different aptitudes. I worked out recently that I was given a guitar as a kid at about the same time that Eric Clapton got his first guitar.
Burada bir kaç noktaya dikkat etmeliyiz bence. Birincisi insan yetileri inanılmaz derecede çeşitlilik gösterir. Insanların farklı yatkınlıklari vardır. Geçenlerde farkına vardımki ben çocukken
(Laughter)
Eric Clapton ile aynı zamanda bana da bir gitar verilmiş.
It worked out for Eric, that's all I'm saying.
Dediğimi anladıniz. Eric'in şansı yaver gitmiş.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
In a way -- it did not for me. I could not get this thing to work no matter how often or how hard I blew into it. It just wouldn't work.
Ben nedense o kadar başarılı olamadım. Ne kadar uğraştıysam aleti çalıştırmayı başaramadım halbuki ne kadar sık ve şevkle üflerdim içine. Bir türlü olmadı işte.
(Laughter)
But it's not only about that. It's about passion. Often, people are good at things they don't really care for. It's about passion, and what excites our spirit and our energy. And if you're doing the thing that you love to do, that you're good at, time takes a different course entirely. My wife's just finished writing a novel, and I think it's a great book, but she disappears for hours on end. You know this, if you're doing something you love, an hour feels like five minutes. If you're doing something that doesn't resonate with your spirit, five minutes feels like an hour. And the reason so many people are opting out of education is because it doesn't feed their spirit, it doesn't feed their energy or their passion.
Sadece o da değil. İşin biraz da tutkuyla alakası var. Genellikle, insanlar çok umursamadıkları işleri daha iyi yaparlar. Tutkuyla ilgili, ruhumuza ve enerjimize heyecan vermesiyle. Eğer sevdiğiniz ve iyi yaptığınız bir iş yapıyorsanız zaman bile farklı işler. Eşim, kısa zaman önce yazdığı romanı bitirdi bence müthiş bir kitap, bir başlayınca saatlerce ortadan kayboluyordu. Sevdiğiniz işi yaparken bir saat beş dakika gibi gelir. Ruhunuzla uyuşmayan bir iş yaparken ise beş dakika saatler kadar uzun gelir. Bu kadar çok genç insanın eğitimden umudu kesmesinin nedeni ruhlarını beslemiyor olması. Enerjilerini, tutkularını beslemiyor.
So I think we have to change metaphors. We have to go from what is essentially an industrial model of education, a manufacturing model, which is based on linearity and conformity and batching people. We have to move to a model that is based more on principles of agriculture. We have to recognize that human flourishing is not a mechanical process; it's an organic process. And you cannot predict the outcome of human development. All you can do, like a farmer, is create the conditions under which they will begin to flourish.
Bence metaforları değiştirmeliyiz. Bence sanayi modeli, üretim modeli çizgiselliğe dayalı uyum göstermeye, insanları kümelemeye dayalı bir eğitim modelinden vazgeçmeliyiz. Yeni bir modele, ziraat prensiplerine dayalı bir modele kaymalıyız. İnsan gelişmesinin mekanik bir süreç olmadığının organik bir süreç olduğunun bilincinde bir modele kaymalıyız. Insan gelişiminin sonuçlarını tahmin edemeyiz. Sadece bir çiftçinin ürününe yaptığı gibi sağlıklı büyümenin gerçekleşebileceği ideal ortamı hazırlayabiliriz.
So when we look at reforming education and transforming it, it isn't like cloning a system. There are great ones, like KIPP's; it's a great system. There are many great models. It's about customizing to your circumstances and personalizing education to the people you're actually teaching. And doing that, I think, is the answer to the future because it's not about scaling a new solution; it's about creating a movement in education in which people develop their own solutions, but with external support based on a personalized curriculum.
Yani konu eğitim reformu ve değişimi olunca başka bir sistemi kopyalamaktan bahsedemeyiz. KIPPS gibi muhteşem modeller var mesela. Gerçekten şahane bir sistem. Bir sürü muhteşem model var. Ama önemli olan kendi şartlarınıza göre uyarlama yapmak ve eğitimi öğrenciye göre kişiselleştirmek. Bence gelecek için gereken çözüm işte budur. Çünkü ihtiyaca yönelik bir yama değil; eğitimde devinimden bahsediyoruz. Öğrencinin kendi çözümünlerini üreteceği, kişisel ders programına dayalı ama dışarıdan destekli bir modelden.
Now in this room, there are people who represent extraordinary resources in business, in multimedia, in the Internet. These technologies, combined with the extraordinary talents of teachers, provide an opportunity to revolutionize education. And I urge you to get involved in it because it's vital, not just to ourselves, but to the future of our children. But we have to change from the industrial model to an agricultural model, where each school can be flourishing tomorrow. That's where children experience life. Or at home, if that's what they choose, to be educated with their families or friends.
Şu anda bu odadaki insanlar iş dünyasının mutlimedyanın, internetin muazzam kaynaklarını temsil ediyorlar. Bu teknolojiler, ögretmenlerin müthiş yetenekleriyle birleşince eğitim sisteminde devrim yaratmak için uygun fırsat çıkıyor ortaya. Sizi bu konuda rol almaya davet ediyorum çünkü bu konu çok önemli, sırf bizler için değil, çocuklarımız için. Ama sanayi modelinden vazgeçmemiz, ziraat modeline geçmemiz gerekiyor. ki okullar gelişebilsin. Çünkü o okullar, çocuklarımızın hayatı tecrübe edecekleri mekanlardır. Veya evlerimiz, eğer çocuk aileleriyle veya arkadaşlarıyla evde eğitim görmek istiyorsa.
There's been a lot of talk about dreams over the course of these few days. And I wanted to just very quickly -- I was very struck by Natalie Merchant's songs last night, recovering old poems. I wanted to read you a quick, very short poem from W. B. Yeats, who some of you may know. He wrote this to his love, Maud Gonne, and he was bewailing the fact that he couldn't really give her what he thought she wanted from him. And he says, "I've got something else, but it may not be for you."
Son günlerde hayaller konusunda çok konuştuk. Çok kısa bir şekilde söylemek istiyorumki -- Natalie Merchant'ın eski şiirleri kullandıği.şarkıları çok etkiledi beni dün gece. Size hızlıca, çok kısa bir şiir okumak istiyorum W.B. Yeats'den, belki tanıyorsunuzdur. Bunu sevgilisine yazmış, Maud Gonne, Ona istediğini düşündüğü şeyleri veremediği için, sızlanıyormuş. Diyor ki, "Bir şeye sahibim, ama senin için doğru şey olmayabilir bu."
He says this: "Had I the heavens' embroidered cloths, Enwrought with gold and silver light, The blue and the dim and the dark cloths Of night and light and the half-light, I would spread the cloths under your feet: But I, being poor, have only my dreams; I have spread my dreams under your feet; Tread softly because you tread on my dreams." And every day, everywhere, our children spread their dreams beneath our feet. And we should tread softly.
Şöyle söylüyor: "Cennet işli kumaşlarım olsaydı, altın ve gümüş renklerde yazmalı, Mavi ve donuk ve koyu renk kumaşları gecenin, aydınlığın ve alacakaranlığın. Ayaklarının altına sererdim. Ama fakirim, ve yalnızca hayallerim var; Ben de hayallerimi seriyorum ayaklarının altına; Nazikçe bas çünkü hayallerimin üzerine basıyorsun." Her gün, her yerde, çocuklarımız hayallerini ayaklarımızın altına seriyorlar. O hayalleri çiğnememeliyiz.
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkış)
Thank you very much.
(Applause)
Thank you.
(Applause)