Namaskar.
Namaskar [Merhaba].
I'm a movie star, I'm 51 years of age, and I don't use Botox as yet.
Ben bir film yıldızıyım,51 yaşındayım, Ve henüz botoks yaptırmadım.
(Laughter)
(Kahkahalar)
So I'm clean, but I do behave like you saw like a 21-year-old in my movies. Yeah, I do that. I sell dreams, and I peddle love to millions of people back home in India who assume that I'm the best lover in the world.
Yani temizim ama gördüğünüz gibi, filmlerimde 21 yaşında gibi davranıyorum. Evet, bunu yapıyorum. Hindistan'da beni dünyanın en iyi aşığı sanan milyonlarca insana hayaller satıp, sevgi dağıtıyorum.
(Laughter)
(Kahkahalar)
If you don't tell anyone, I'm going to tell you I'm not, but I never let that assumption go away.
Kimseye söylemezseniz öyle olmadığımı belirteceğim Ama bu varsayımın yok olmasına da müsaade etmem.
(Laughter)
(Kahkahalar)
I've also been made to understand there are lots of you here who haven't seen my work, and I feel really sad for you.
Ayrıca burada birçoğunuzun çalışmalarımı görmediğini farkettim. ve sizler için çok üzüldüm.
(Laughter)
(Kahkahalar)
(Applause)
(Alkışlar)
That doesn't take away from the fact that I'm completely self-obsessed, as a movie star should be.
Bu benim kendime takıntılı olduğum gerçeğini değiştirmiyor -- tıpkı bir film yıldızının olması gerektiği gibi.
(Laughter)
(Kahkahalar)
That's when my friends, Chris and Juliet called me here to speak about the future "you." Naturally, it follows I'm going to speak about the present me.
Arkadaşlarım Chris ve Juliet beni buraya gelecek ''siz'' hakkında konuşmaya davet etti. Doğal olarak, şu anki ben hakkında konuşmamla devam edeceğim.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Because I truly believe that humanity is a lot like me.
Çünkü insanlığın benimle çok ortak yanı olduğuna inanıyorum.
(Laughter)
(Kahkahalar)
It is. It is. It's an aging movie star, grappling with all the newness around itself, wondering whether it got it right in the first place, and still trying to find a way to keep on shining regardless.
Öyle. Öyle. İnsanlık yaşlanan bir film yıldızı gibidir. Etrafındaki bütün yeniliklerle boğuşan, daha önce doğru mu anladı diye merak eden ve hala kayıtsızca parlamaya devam etmenin bir yolunu bulmaya çalışan bir yıldız gibi.
I was born in a refugee colony in the capital city of India, New Delhi. And my father was a freedom fighter. My mother was, well, just a fighter like mothers are. And much like the original homo sapiens, we struggled to survive. When I was in my early 20s, I lost both my parents, which I must admit seems a bit careless of me now, but --
Ben Hindistan'ın merkezi Yeni Delhi'de bir mülteci kampında doğdum. Babam bir özgürlük savaşçısıydı. Annem de, diğer anneler gibi savaşçıydı. İlk insanlardaki gibi, hayatta kalmak için çabalıyorduk. Yirmilerimin başındayken, İki ebeveynimi de kaybettim, açıkcası şimdi düşündüğümde bu beni çok pervasız gösteriyor. fakat --
(Laughter)
(Kahkahalar)
I do remember the night my father died, and I remember the driver of a neighbor who was driving us to the hospital. He mumbled something about "dead people don't tip so well" and walked away into the dark. And I was only 14 then, and I put my father's dead body in the back seat of the car, and my mother besides me, I started driving back from the hospital to the house. And in the middle of her quiet crying, my mother looked at me and she said, "Son, when did you learn to drive?" And I thought about it and realized, and I said to my mom, "Just now, Mom."
Babamın öldüğü geceyi hatırlıyorum ve bizi hastaneye götüren komşunun şoförünü hatırlıyorum. ''ölü insanlar iyi bahşiş bırakmıyor'' gibi birşey mırıldayıp karanlığın içine yürüyüp kaybolmuştu. Babamın cansız bedenini arabanın arkasına koyduğumda daha 14 yaşındaydım, ve annemi de yanıma alarak Hastaneden eve doğru sürmeye başladım. Sessiz ağlamasının ortasında annem bana bakarak dedi ki: ''Oğlum, araba kullanmayı ne zaman öğrendin?'' O an durumu farkettim ve anneme dedim ki: ''Şimdi, anne.''
(Laughter)
(Kahkahalar)
So from that night onwards, much akin to humanity in its adolescence, I learned the crude tools of survival. And the framework of life was very, very simple then, to be honest. You know, you just ate what you got and did whatever you were told to do. I thought celiac was a vegetable, and vegan, of course, was Mr. Spock's lost comrade in "Star Trek."
O geceden sonra, insanlığın ilk çağlarındakine benzer şekilde hayatta kalmanın ham yöntemlerini öğrendim. Dürüst olmak gerekirse, hayatın sistemi o zamanlar çok çok basitti. Bilirsiniz, neye sahipseniz onu yersiniz ve ne yapmanız söylendiyse onu yapıyorsunuz. Çölyakın sebze olduğunu düşünürdüm ve vegan, tabiki, Star trek'teki Mr.Spock'un kayıp dostuydu.
(Laughter)
(Kahkahalar)
You married the first girl that you dated, and you were a techie if you could fix the carburetor in your car. I really thought that gay was a sophisticated English word for happy. And Lesbian, of course, was the capital of Portugal, as you all know.
İlk randevulaştığın kız ile evlenirdin ve arabandaki karbüratörü tamir edebildiysen teknikersin. Gay kelimesinin mutlu anlamında entel bir İngiliz kelimesi sanırdım. Ve Lezbiyen, tabii ki, hepinizin bildiği gibi Portekiz'in başkenti.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Where was I? We relied on systems created through the toil and sacrifice of generations before to protect us, and we felt that governments actually worked for our betterment. Science was simple and logical, Apple was still then just a fruit owned by Eve first and then Newton, not by Steve Jobs, until then. And "Eureka!" was what you screamed when you wanted to run naked on the streets. You went wherever life took you for work, and people were mostly welcoming of you. Migration was a term then still reserved for Siberian cranes, not human beings. Most importantly, you were who you were and you said what you thought.
Neredeydim ? Bizden öncekilerin zahmetle ve fedakarlıklarıyla oluşturdukları sistemlere bel bağlıyoruz ve devletlerimizin bizim ihyamız için çalıştığını düşünüyorduk. Bilim basit ve mantıklıydı, O zamanlar elma sadece bir meyveydi --ilk olarak Havva sonra Newton tarafından sahiplenilmiş, yani Steve Jobs tarafından değil. Ve ''Evreka!'' sokaklarda çıplak koşmak istediğinizde bağırdığınız bir kelimeydi. Hayat sizi çalışmak için nereye götürürse oraya giderdiniz, ve insanlar genellikle sizi samimi karşılardı. O zamanlar göçmelik bir terimdi, ve sadece ak turnalar için kullanılırdı, insanoğlu için değil. Daha önemlisi, kimsen oydun ve düşündüğünü söyledin.
Then in my late 20s, I shifted to the sprawling metropolis of Mumbai, and my framework, like the newly industrialized aspirational humanity, began to alter. In the urban rush for a new, more embellished survival, things started to look a little different. I met people who had descended from all over the world, faces, races, genders, money-lenders. Definitions became more and more fluid. Work began to define you at that time in an overwhelmingly equalizing manner, and all the systems started to feel less reliable to me, almost too thick to hold on to the diversity of mankind and the human need to progress and grow. Ideas were flowing with more freedom and speed. And I experienced the miracle of human innovation and cooperation, and my own creativity, when supported by the resourcefulness of this collective endeavor, catapulted me into superstardom.
Yirmilerimin sonunda, gelişen metropolis Mumbai'ye geçtim, ve benim bakış açım da, yeni endüstrileşmeye başlayan hayalperest insanoğlu gibi, değişmeye başladı. Kent yeniliğe koşarken, daha süslü bir kurtuluş ararken, bazı şeyler daha değişik görünmeye başladı. Dünyanın her yerinden gelen insanlarla tanıştım, yüzler, ırklar, cinsiyetler, tefeciler. Tanımlamalar daha çok akışkan hale gelmeye başladı. İşiniz sizi tanımlar olmuştu. Hem de eşitleyen bir biçimde ve böylece sistemlerimiz bana daha az güvenilir görünür oldu. Sanki insan türünün çeşitliliğini ve insanoğlunun ihtiyacı olan gelişim ve büyümeyi neredeyse barındıramayacak kadar kalın bir kalıp gibi. Fikirler daha özgür ve hızla akıyordu. Ve ben insanoğlunun işbirliğinin ve inovasyonunun mucizesini deneyimledim. Kendi yaratıclığımın, kolektif çabanın becerikliliği tarafından desteklendiğinde, beni şöhrete doğru fırlattı.
I started to feel that I had arrived, and generally, by the time I was 40, I was really, really flying. I was all over the place. You know? I'd done 50 films by then and 200 songs, and I'd been knighted by the Malaysians. I had been given the highest civil honor by the French government, the title of which for the life of me I can't pronounce even until now.
Vardığımı hissetmeye başladım ve sanırım 40 yaşıma geldiğimde, gerçekten, gerçekten uçuyordum. Her yerdeydim. Biliyor musunuz? O zamana kadar 50 film, ve 200 şarkı yapmıştım. Ve Malezya'dan şövalyelik nişanı almıştım. Fransız hükümeti tarafından en yüksek sivil onura layık görüldüm, ki bu sıfatı şimdiye kadar telaffuz edemedim.
(Laughter)
(Kahkahalar)
I'm sorry, France, and thank you, France, for doing that. But much bigger than that, I got to meet Angelina Jolie --
Üzgünüm Fransa, ve teşekkür ederim Fransa, bunu yaptığınız için. Fakat ondan da büyük olarak, Angelina Jolie ile tanıştım.
(Laughter)
(Kahkahalar)
for two and a half seconds.
iki buçuk dakikalığına.
(Laughter)
(Kahkahalar)
And I'm sure she also remembers that encounter somewhere. OK, maybe not. And I sat next to Hannah Montana on a round dinner table with her back towards me most of the time. Like I said, I was flying, from Miley to Jolie, and humanity was soaring with me. We were both pretty much flying off the handle, actually.
Ve bir yerde karşılaştığımızı hatırladığından eminim. Tamam, belki hatırlamıyordur. Ve yuvarlak bir masanın etrafında Hannah Montana'nın yanına oturdum, ki çoğu zaman sırtı bana dönüktü. Dediğim gibi, uçuyordum, Miley'den Jolie'ye ve insanlık benimle birlikte yükseliyordu. Aslında ikimiz de kontrolü kaybediyorduk.
And then you all know what happened. The internet happened. I was in my late 40s, and I started tweeting like a canary in a birdcage and assuming that, you know, people who peered into my world would admire it for the miracle I believed it to be. But something else awaited me and humanity. You know, we had expected an expansion of ideas and dreams with the enhanced connectivity of the world. We had not bargained for the village-like enclosure of thought, of judgment, of definition that flowed from the same place that freedom and revolution was taking place in. Everything I said took a new meaning. Everything I did -- good, bad, ugly -- was there for the world to comment upon and judge. As a matter of fact, everything I didn't say or do also met with the same fate.
Hepiniz sonra ne olduğunu biliyorsunuz. İnternet oldu. Kırklarımın sonundaydım, kuş kafesindeki bir kanarya gibi tweet atmaya başladım. ve farzedelim ki, bilirsiniz, benim hayatıma dikkatle bakanlar inandığım mucizeye hayran olacaktır. Fakat beni ve insanlığı farklı birşey bekliyordu. Bilirsiniz, dünyanın bağlılığını güçlendirecek fikirlerin ve hayallerin genişlemesini bekliyorduk. Özgürlükleri ve devrimleri doğuran yerden, düşüncelerin köreldiği, kırsallaşan ve yadırgayan bir düşünce yapısının yaygınlaşmasını beklemiyorduk. Söylediğim herşey yeni bir anlam kazandı. Yaptığım herşey-- iyi,kötü,çirkin-- tüm dünyanın hakkında yorum yapması ve yargılaması için oradaydı. Gerçek şu ki, söylemediğim veya yapmadığım şeyler de aynı kaderle karşılaştı.
Four years ago, my lovely wife Gauri and me decided to have a third child. It was claimed on the net that he was the love child of our first child who was 15 years old. Apparently, he had sown his wild oats with a girl while driving her car in Romania. And yeah, there was a fake video to go with it. And we were so disturbed as a family. My son, who is 19 now, even now when you say "hello" to him, he just turns around and says, "But bro, I didn't even have a European driving license."
Dörrt yıl önce, sevgili karım Gauri'yle üçüncü çocuğumuza sahip olmaya karar verdik. İnternette, bunun 15 yaşında olan ilk çocuğumuzun gayri meşru çocuğu olduğu iddia edildi. Belli ki,arabasını Romanya'ya sürerken, oğlum vahşi yulaflarını kızla ekmiş. Ve evet, bunu gösteren sahte bir video da vardı. Biz aile olarak çok rahatsız olmuştuk. Şimdi 19 yaşında olan oğlum, şimdi bile ''merhaba''dediğinizde etrafına dönüyor ve ''Fakat kardeşim, benim Avrupalı ehliyetim bile yok.'' diyor.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Yeah. In this new world, slowly, reality became virtual and virtual became real, and I started to feel that I could not be who I wanted to be or say what I actually thought, and humanity at this time completely identified with me. I think both of us were going through our midlife crisis, and humanity, like me, was becoming an overexposed prima donna. I started to sell everything, from hair oil to diesel generators. Humanity was buying everything from crude oil to nuclear reactors. You know, I even tried to get into a skintight superhero suit to reinvent myself. I must admit I failed miserably. And just an aside I want to say on behalf of all the Batmen, Spider-Men and Supermen of the world, you have to commend them, because it really hurts in the crotch, that superhero suit.
Evet. Bu yeni dünyada, yavaşça, gerçeklik yapaylığa ve yapaylık ise gerçeğe dönüyor. Ve ben artık gerçekte olmak istediğim kişi olamayacağımı ya da gerçekten düşündüğümü söyleyemeyeceğimi ve artık insanlığın tamamen benimle tanımlandığını hissetmeye başladım. Bence ikimiz de ortayaş sendromumuzu yaşıyorduk ve insanlık da, benim gibi, kaprisli bir diva oluyordu. Herşeyi satmaya başladım, saç yağlarından dizel jeneratörlere kadar. İnsanlık ham petrolden nükleer reaktöre kadar herşeyi satın alıyordu. Bilirsiniz, kendimi yenilemek için o dar süper kahraman kıyafetlerine girmeyi bile denedim. Acınası bir şekilde başarısız olduğumu itiraf etmem gerek. Bir yandan bütün Batmenlerin, Örümcek Adamlarının ve süpermenleri adına da şunu söylemek istiyorum ki onları takdir etmelisiniz, çünkü kahraman kostümünün pantolon ağı kısmı gerçekten acıtıyor.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Yeah, I'm being honest. I need to tell you this here. Really. And accidentally, I happened to even invent a new dance form which I didn't realize, and it became a rage. So if it's all right, and you've seen a bit of me, so I'm quite shameless, I'll show you. It was called the Lungi dance. So if it's all right, I'll just show you. I'm talented otherwise.
Evet, dürüstüm. Bunu burada söylemem gerekiyor. Gerçekten. Ve kazara, farketmediğim ve o da haline gelen yeni bir dans şekli oluşturmuş oldum. Beni gördünüz, utanmaz biriyim, bu yüzden izninizle gösteriyorum. Buna Lungi dansı diyordular. Eğer sorun yoksa, size göstermek istiyorum. Farklı bir şekilde yetenekliyim.
(Cheers)
(Alkışlar)
So it went something like this.
Şunun gibi birşeydi:
Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi dance. Lungi.
Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi dansı. Lungi.
That's it. It became a rage.
Bu kadar. Bu Moda oldu.
(Cheers)
(Alkışlar)
It really did. Like you notice, nobody could make any sense of what was happening except me, and I didn't give a damn, really, because the whole world, and whole humanity, seemed as confused and lost as I was. I didn't give up then. I even tried to reconstruct my identity on the social media like everyone else does. I thought if I put on philosophical tweets out there people will think I'm with it, but some of the responses I got from those tweets were extremely confusing acronyms which I didn't understand. You know? ROFL, LOL. "Adidas," somebody wrote back to one of my more thought-provoking tweets and I was wondering why would you name a sneaker, I mean, why would you write back the name of a sneaker to me? And I asked my 16-year-old daughter, and she enlightened me. "Adidas" now means "All day I dream about sex."
Gerçekten oldu. Farkettiğiniz gibi, benim haricimde kimse ne olduğunu anlamadı ve benim de umurumda olmadı, gerçekten, çünkü bütün dünya ve insanlık benim olduğum kadar kafası karışmış ve kaybolmuş görünüyordu. O zaman pes etmedim. Hatta diğer insanların yaptığı gibi sosyal medyada kişiliğimi tekrardan inşa etmeyi denedim. Eğer filozofik tweetler atarsam insanlar hala trend olduğumu düşüneceğini düşündüm, fakat o tweetlerden aldığım bazı cevaplar anlamadığım, kafa karıştıran akronimlerdi. Biliyor musunuz? ROFL, LOL. Biri çok düşünülmüş kışkırtıcı tweetlerime ''Adidas,'' diye cevap yazdı, ve tenis ayakkabısına neden bu isim verildiğini, daha doğrusu, neden bana bir ayakkabı ismiyle cevap verirdin ki? 16 yaşındaki kızıma sordum ve beni aydınlattı. ''Adidas'' artık ''Bütün gün seks hakkında düşünüyorum'' demekmiş.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Really. I didn't know if you know that. So I wrote back, "WTF" in bold to Mr. Adidas, thanking secretly that some acronyms and things won't change at all. WTF.
Gerçekten. Biliyor muydunuz bilmiyorum. Gizlice bazı akronimlerin değişmeyeceğine müteşekkir bir şekilde inanarak Mrs.Adidas'a koyu harflerle cevap verdim ''WTF.'' WTF.
But here we are. I am 51 years old, like I told you, and mind-numbing acronyms notwithstanding, I just want to tell you if there has been a momentous time for humanity to exist, it is now, because the present you is brave. The present you is hopeful. The present you is innovative and resourceful, and of course, the present you is annoyingly indefinable. And in this spell-binding, imperfect moment of existence, feeling a little brave just before I came here, I decided to take a good, hard look at my face. And I realized that I'm beginning to look more and more like the wax statue of me at Madame Tussaud's.
Fakat işte buradayız. Size söylediğim gibi, 51 yaşındayım. Can sıkıcı akronimlere rağmen, size sadece şunu söylemek istiyorum: eğer insanlığın var olması için mühim bir an varsa o da şu an, çünkü şu anki siz cesurdur. Şimdiki siz umut dolu. Şimdiki siz yenilikçi ve becerikli, ve tabiki, şimdiki siz rahatsız edici şekilde tanımsız. Bu muhteşem ve kusurlu varoluş anında, buraya gelmeden az önce daha az cesur hissediyordum. Cesur bir şekilde yüzüme bakmaya karar verdim ve fark ettim ki, giderek Madame Tussauds'daki balmumu heykelime daha çok benzediğimi farkettim.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Yeah, and in that moment of realization, I asked the most central and pertinent question to humanity and me: Do I need to fix my face? Really. I'm an actor, like I told you, a modern expression of human creativity. The land I come from is the source of inexplicable but very simple spirituality. In its immense generosity, India decided somehow that I, the Muslim son of a broke freedom fighter who accidentally ventured into the business of selling dreams, should become its king of romance, the "Badhshah of Bollywood," the greatest lover the country has ever seen ... with this face. Yeah.
Evet, o farkındalık anında, kendim ve insanlık için en mühim soruyu sordum: Yüzümü gerdirmeli miyim? Gerçekten. Dediğim gibi ben bir aktörüm, insan yaratıcılığının modern ifadesiyim. Geldiğim topraklar açıklanamaz fakat basit bir dinselliğin kaynağı. Bu büyük cömertlikte, her nasılsa Hindistan hayal satma işine cesaret etmiş fakir bir müslüman özgürlük savaşçısının oğlu olan beni, romantizminin kralı, Bollywood'un padişahı, ülkenin şimdiye kadar gördüğü en iyi aşığı olmasına karar verdi... hem de bu yüz ile. Evet.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Which has alternately been described as ugly, unconventional, and strangely, not chocolatey enough.
Kaldı ki yüzüm sırasıyla çirkin, alışılmadık, ilginç ve yeterince çikolata olmayan olarak tarif edildi.
(Laughter)
(Kahkahalar)
The people of this ancient land embraced me in their limitless love, and I've learned from these people that neither power nor poverty can make your life more magical or less tortuous. I've learned from the people of my country that the dignity of a life, a human being, a culture, a religion, a country actually resides in its ability for grace and compassion. I've learned that whatever moves you, whatever urges you to create, to build, whatever keeps you from failing, whatever helps you survive, is perhaps the oldest and the simplest emotion known to mankind, and that is love. A mystic poet from my land famously wrote,
Bu antik toprağın insanları beni limitsiz sevgileri ile kucakladılar, ve bu insanlardan ne gücün ne de sefaletin hayatınızı daha fevkalade veya daha az acı verici yapabildiğini öğrendim. Ülkemin insanlarından hayatı asıl değerli kılan şeyin insanlığın, kültürün, dinin,ülkenin kıymetinin , aslında lütuf ve incelik yetisine bağlı olduğunu öğrendim. Seni duygulandıran her neyse, seni yaratmaya, inşa etmeye teşvik eden her neyse, seni başarısız olmaktan alıkoyan her neyse senin hayatta kalmana yardım eden her neyse bunun büyük ihtimalle insanın bildiği en eski ve basit duygu olduğunu öğrendim. Bunun adı, aşk. Topraklarımda ünlü olan mistik bir şair şöyle yazmış,
(Recites poem in Hindi)
(Şiiri Hintçe söyler)
(Poem ends)
(Şiir sona erer)
Which loosely translates into that whatever -- yeah, if you know Hindi, please clap, yeah.
Ki en yakın çevirisi ise-- evet, eğer Hintçe biliyorsanız, lütfen alkışlayın, evet.
(Applause)
(Alkışlar)
It's very difficult to remember. Which loosely translates into actually saying that all the books of knowledge that you might read and then go ahead and impart your knowledge through innovation, through creativity, through technology, but mankind will never be the wiser about its future unless it is coupled with a sense of love and compassion for their fellow beings. The two and a half alphabets which form the word "प्रेम," which means "love," if you are able to understand that and practice it, that itself is enough to enlighten mankind. So I truly believe the future "you" has to be a you that loves. Otherwise it will cease to flourish. It will perish in its own self-absorption.
Hatırlaması çok zor. En yakın çevirisinde diyor ki: okumuş olabileceği tüm ilim kitaplarını okuyup sonunda bu bilgiyle yenilikçiliğe, yaratıcılığa, teknolojiye yol açsa da insanoğlunun kendi geleceği hakkında sevgi ve yoldaşlarına olan şefkati olmadıkça insanların daha akıllı olmayacağını söylüyor. ''Sevgi'' anlamına gelen, iki ve bir yarım harften oluşan "प्रेम," kelimesini, eğer anlayabilirseniz ve pratik ederseniz bu insanlığı aydınlatmaya yetecektir. Gelecek ''sizin'' seven siz olmak zorunda olduğuna inanıyorum. Aksi halde ilerlemesi duracak. Kendi öz soğurumunda kaybolacak.
So you may use your power to build walls and keep people outside, or you may use it to break barriers and welcome them in. You may use your faith to make people afraid and terrify them into submission, or you can use it to give courage to people so they rise to the greatest heights of enlightenment. You can use your energy to build nuclear bombs and spread the darkness of destruction, or you can use it to spread the joy of light to millions. You may filthy up the oceans callously and cut down all the forests. You can destroy the ecology, or turn to them with love and regenerate life from the waters and trees. You may land on Mars and build armed citadels, or you may look for life-forms and species to learn from and respect. And you can use all the moneys we all have earned to wage futile wars and give guns in the hands of little children to kill each other with, or you can use it to make more food to fill their stomachs with.
Gücünüzü duvar örmede ve insanları dışlamakta kullanabilirsiniz, ya da duvarları yıkmak ve insanları içeri buyurmakta kullanabilirsiniz. İnancınızı insanları korkutmakta ve tevazuyla ürkütmekte kullanabilirsiniz veya insanları aydınlanmanın en yükseğine çıkabilsinler diye yüreklendirmekte kullanabilirsiniz. Enerjinizi nükleer bomba yapmaya ve yıkımın karanlığını yaymak için kullanabilirsiniz, yada ışığın neşesini milyonlara yaymak için kullanabilirsiniz. Duyarsızca okyanusları kirletebilirsiniz ve bütün ormanları kesebilirsiniz. Ekolojiyi yok edebilirsiniz, ya da onları sevgi ile dönüştürebilir, ve sulardan ve ağaçlardan yeniden hayat oluşturabilirsiniz. Mars'a ayak basabilirsiniz, ve zırhlı kaleler inşa edebilirsiniz, ya da canlıları ve türlerini öğrenmek ve saygı duymak için arayabilirsiniz. Ve kazandığımız bütün parayı anlamsız savaşları başlatmak ve birbirlerini öldürsünler diye küçük çocukların eline silah vermek için kullanabilirsiniz, veya karınlarını doyursunlar diye daha çok yiyecek yapmak için kullanabilirsiniz.
My country has taught me the capacity for a human being to love is akin to godliness. It shines forth in a world which civilization, I think, already has tampered too much with. In the last few days, the talks here, the wonderful people coming and showing their talent, talking about individual achievements, the innovation, the technology, the sciences, the knowledge we are gaining by being here in the presence of TED Talks and all of you are reasons enough for us to celebrate the future "us." But within that celebration the quest to cultivate our capacity for love and compassion has to assert itself, has to assert itself, just as equally.
Ülkem bana insanoğluna olan sevgi yeterliliğinin takvaya yakın olduğunu öğretti. Sevgi olan dünyada uygarlık başka parlıyor, bence çoktan fazla bir şekilde kurcalanmış. Şu son günlerde, buradaki konuşmalar için, harika insanlar gelip yeteneklerini gösteriyor, kişisel başarılardan, yenilikçilikten teknolojiden, bilimden konuşuyorlar, sizin ve TED konuşmalarının huzurunda olarak kazandığımız bilgiler, gelecek ''bizi'' kutlamak için yeterli sebepler. Fakat bu kutlamayla ilerleme için arayış, sevgi ve şefkat için kapasitemiz, eşit olarak kendini ortaya çıkarmak zorunda, kendini ortaya çıkarmak zorunda,
So I believe the future "you" is an infinite you. It's called a chakra in India, like a circle. It ends where it begins from to complete itself. A you that perceives time and space differently understands both your unimaginable and fantastic importance and your complete unimportance in the larger context of the universe. A you that returns back to the original innocence of humanity, which loves from the purity of heart, which sees from the eyes of truth, which dreams from the clarity of an untampered mind.
Gelecek ''sizin''sonsuz siz olduğunuza inanıyorum. Hindistan'da bu çakra olarak adlandırılır, halka gibi. Kendini tamamlamak için bittiği yerde başlar. Zamanı ve boşluğu farklı algılayan bir siz her ikisini de kavrayan ve fantastik öneminizi hem de evrenin büyük bağlamında bütün gereksizliğinizi anlayabilen bir siz. İnsanlığın orijinal masumluğuna dönen siz, kalbinin saflığından seven, gerçeğin gözünden gören, bozulmamış aklının duruluğundan hayal kuran bir siz.
The future "you" has to be like an aging movie star who has been made to believe that there is a possibility of a world which is completely, wholly, self-obsessively in love with itself. A world -- really, it has to be a you to create a world which is its own best lover. That I believe, ladies and gentlemen, should be the future "you."
Gelecek ''siz'' tamamen ve büsbütün, saplantılı bir şekilde kendisini seven bir dünya ihtimaline inandırılan yaşlanan bir film yıldızı gibi olmak zorundasınız. Gerçekten gelecek siz kendi kendinin en iyi aşığı olabilecek yeni bir dünya yaratan bir siz olmalı. Bayanlar ve baylar, bence gelecek siz böyle olmalı.
Thank you very much. Shukriya.
Çok teşekkür ederim. Müteşekkirim.
(Applause)
(Alkışlar)
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkışlar)
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkışlar)