I'd like for you to take a moment to imagine this with me. You're a little girl of five years old. Sitting in front of a mirror, you ask yourself, "Do I exist?" In this space, there is very little context, and so you move into a different one, one filled with people. Surely, now you know you're not a figment of your own imagination. You breathe their air. You see them, so they must see you. And yet, you still can't help but wonder: Do I only exist when people speak to me?
Benimle bir an için şunu hayal etmenizi istiyorum. Beş yaşında küçük bir kız çocuğusunuz, aynanın karşısında oturuyorsunuz, kendi kendinize soruyorsunuz: "Var mıyım?" Bu ortamda pek bir bağlam yok; o yüzden başka bir ortama geçiyorsunuz, insanlarla dolu bir ortama. Hayal gücünüzün bir ürünü olmadığınıza artık eminsiniz. Onların havasını soluyorsunuz. Onları görüyorsunuz. Öyleyse onlar da sizi görüyordur. Yine de düşünmeden edemiyorsunuz: Sadece insanlar benimle konuştuğunda mı varım?
Pretty heavy thoughts for a child, right? But through various artworks that reflect upon our society, I came to understand how a young black girl can grow up feeling as if she's not seen, and perhaps she doesn't exist. You see, if young people don't have positive images of themselves and all that remains are negative stereotypes, this affects their self-image. But it also affects the way that the rest of society treats them.
Bir çocuk için epey ağır düşünceler, değil mi? Toplumumuzu yansıtan birçok sanat eseri aracılığıyla anladım ki küçük siyahi bir kız çocuğu, görünmediğini, belki de var olmadığını hissederek büyüyebilir. Gençlerin kendileriyle ilgili imajları olumlu değilse, çevrelerinde olumsuz klişeler dışında bir şey yoksa bu onların benlik saygılarını etkiler. Ama bu, aynı zamanda, toplumun onlara olan tavrını da etkiler.
I discovered this having lived in Cape Town for about five years at the time. I felt a deep sense of dislocation and invisibility. I couldn't see myself represented. I couldn't see the women who've raised me, the ones who've influenced me, and the ones that have made South Africa what it is today. I decided to do something about it.
Bunu fark ettiğimde yaklaşık beş yıldır Cape Town'da yaşıyordum. Çok derinden bir yerini bilememe ve görünmezlik hissediyordum. Beni anlatan hiçbir yer yoktu. Ne beni büyüten kadınları görüyordum, ne de bana ilham veren veya Güney Afrika'yı bugünkü hâline getiren kadınları. Bir şeyler yapmaya karar verdim.
What do you think when you see this? If you were a black girl, how would it make you feel? Walking down the street, what does the city you live in say to you? What symbols are present? Which histories are celebrated? And on the other hand, which ones are omitted?
Bunu gördüğünüzde ne düşünürsünüz? Siyahi bir kız olsaydınız, kendinizi nasıl hissederdiniz? Yürüdüğünüz cadde, yaşadığınız şehir size ne anlatıyor? Hangi semboller var? Hangi tarihi olaylar kutlanıyor? Öte yandan, hangileri göz ardı ediliyor?
You see, public spaces are hardly ever as neutral as they may seem. I discovered this when I made this performance in 2013 on Heritage Day. Cape Town is teeming with masculine architecture, monuments and statues, such as Louis Botha in that photograph. This overt presence of white colonial and Afrikaner nationalist men not only echoes a social, gender and racial divide, but it also continues to affect the way that women -- and the way, particularly, black women -- see themselves in relation to dominant male figures in public spaces. For this reason, among others, I don't believe that we need statues. The preservation of history and the act of remembering can be achieved in more memorable and effective ways.
Bakın, halka açık alanlar hiç de göründüğü gibi tarafsız değildir. Bunu 2013'teki Miras Günü için yaptığım performansla keşfettim. Cape Town anıtları ve heykelleriyle maskulen mimarinin dolup taştığı bir yer. Fotoğraftaki Louis Botha mesela. Kolonyal ve Hollanda asıllı Afrika milliyetçisi erkeklerin baskın varlığı, toplum, cinsiyet ve ırk arasındaki bölünmüşlüğü yansıttığı kadar kamu alanlarındaki baskın erkek figürlere karşı kadınların ve özellikle siyahi kadınların kendilerini nasıl gördüğünü etkilemeye de devam ediyor. Bu yüzden ve başka sebeplerle de heykellere ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum. Hatırlanmaya daha değer ve daha etkili yollarla da tarihi koruyabilir, geçmişi hatırlatabiliriz.
As part of a year-long public holiday series, I use performance art as a form of social commentary to draw people's attention to certain issues, as well as addressing the absence of the black female body in memorialized public spaces, especially on public holidays. Women's Day was coming up. I looked at what the day means -- the Women's March to the union buildings in 1956, petitioning against the pass laws. Juxtaposed with the hypocrisy of how women are treated, especially in public spaces today, I decided to do something about it.
Performans sanatını, yıl içindeki resmi tatillerde bir çeşit toplum eleştirisi amacıyla kullanıyorum. İnsanların dikkatini hem belli meselelere çekmek için, hem de siyahi kadın bedeninin anmaya ayrılmış kamu alanlarında yadsınmasına karşı özellikle resmi tatillerde kullandığım bir yol. Kadınlar Günü yaklaşıyordu. Günün anlamına baktım: Kadınların "geçiş yasalarına" karşı 1956'da sendika binalarına yürüyüşü. Özellikle günümüzün kamu alanlarında, kadınlara yapılan ikiyüzlü muameleyi de düşününce bu konuda bir şeyler yapmaya karar verdim.
Headline:
Manşet:
[Women in miniskirt attacked at taxi rank]
[Mini etekli kadınlara taksi sırasında saldırı]
How do I comment on such polar opposites? In the guise of my great-grandmother, I performed bare-breasted, close to the taxi rank in KwaLanga. This space is also called Freedom Square, where women were a part of demonstrations against apartheid laws. I was not comfortable with women being seen as only victims in society. You might wonder how people reacted to this.
Böylesine kutuplaşmış tarafları sanatımla nasıl yorumlayacaktım? Büyük büyük annemin kılığında, göğüslerimi açıkta bırakarak KwaLanga'daki taksi durağının oradaydım. Kadınlar, "Özgürlük Meydanı" olarak bilinen bu yerde, ırk ayrımı yasalarına karşı yapılan gösterilere katılmıştı. Kadınların yalnızca toplumun kurbanları gibi gösterilmesi beni rahatsız ediyordu. İnsanların buna tepkilerini merak ediyor olabilirsiniz.
(Video) Woman: (Cheering)
(Video) Kadın: (Neşeyle bağırıyor)
Woman 2 (offscreen): Yes!
Kadın 2 (ekran dışında): İşte bu!
Sethembile Msezane: Pretty cool, huh?
Sethembile Msezane: Çok iyi, ha?
(Applause)
(Alkışlar)
So I realized that through my performances, I've been able to make regular people reflect upon their society, looking at the past as well as the current democracy.
Fark ettim ki sanatıma devam ederek sokaktaki insanları toplumları üzerine kafa yormaya, geçmiş ve günümüz demokrasisi hakkında düşünmeye teşvik edebilirim.
(Video) Man (offscreen): She's been there since three o'clock.
(Video) Adam (ekran dışı): Saat üçten beri orada duruyor.
Man 2 (offscreen): Just before three. About an hour still?
İkinci adam (ekran dışı): Üç olmamıştı. Bir saattir dikiliyor mu?
Man 1: Yeah. It's just a really hot day.
Birinci adam: Evet. Bugün de nasıl sıcak.
Man 1: It's very interesting. It's very powerful. I think it's cool. I think a lot of people are quick to join a group that's a movement towards something, but not many people are ready to do something as an individual.
Birinci adam: Çok ilginç. Çok etkileyici. Harika görünüyor. İnsanların çoğu hemen bir gruba katılabiliyor, bir harekette yer alabiliyor; ama herkes bu kadar bireysel bir şey yapmaya yanaşmaz.
Man 2: So it's the individual versus the collective.
İkinci adam: İşte, bireysel ile kolektifin farkı.
Man 1: Yeah. So I think her pushing her own individual message in performance ... it's powerful. Yeah, I think it's quite powerful that she's doing it on her own. I'd be interested to know why she's using hair extensions as wings, or whatever those things are meant to be. They are wings, yes?
Birinci adam: Aynen. Bence, kendi kişisel mesajını performansıyla öne çıkarması... oldukça güçlü bir şey. Aynen. Bunu kendi başına yapması oldukça etkileyici. O postişleri neden kanat olarak kullandığını bilmek isterdim doğrusu veya başka ne amaçla kullanılıyorsa. Demek onlar kanat, ha?
Woman 3: With her standing there right now, I think it's just my interpretation that we are bringing the statue down and bringing up something that's supposed to represent African pride, I think. Or something like that. Something should stand while Rhodes falls, I think that's what it's saying. Yeah. Yes. Thank you.
Üçüncü kadın: Onu tam orada dikilirken görünce bunun bana düşündürdüğü, bir heykeli yıkıyoruz ama yerine yeni bir şey doğuyor. Bu şeyin temsil ettiği şey, Afrika'nın onuru sanırım. Ya da bunun gibi bir şey. Rhodes düşerken başka bir şeyin ayakta durması gerekiyor. Anlatmaya çalıştığı bu, evet bu olabilir. Peki. Teşekkürler.
Man 3: What is behind me represents the African culture. We can't have the colonialist law, so we need to remove all these colonial statues. We have have our own statues now, our African leaders -- Bhambatha, Moshoeshoe, Kwame Nkrumah -- all those who paid their lives for our liberation. We can't continue in the 21st century, and after 21 years of democracy, have the colonizers in our own country. They belong somewhere. Maybe in a museum; not here. I mean learning institutions, places where young people, young minds are being shaped. So we cannot continue to have Louis Botha, Rhodes, all these people, because they're representing the colonialism.
Üçüncü adam: Arkamdaki Afrika kültürünü temsil ediyor. Kolonyal yasalarına bağlı olamayız, bu yüzden kolonyal heykellerin kaldırılması gerekiyor. Artık kendi anıtlarımız var; Afrikalı liderlerimiz olan Bhambatha, Moshoeshoe, Kwame Nkrumah... özgürlüğümüz için hayatlarını ortaya koyan liderlerimiz. 21. yüzyılda buna devam edemeyiz; 21 yıllık demokrasiden sonra, kendi ülkemizde sömürgecileri tutamayız. Başka bir yere aitler. Müze olabilir; ama burası değil. Yani bilgi kurumları diyorum. Gençlerin, genç beyinlerin şekillendiği yerler. Artık Louis Botha, Rhodes ve tüm o insanları burada tutamayız, çünkü hepsi sömürgeciliği temsil ediyor.
(Applause)
(Alkışlar)
Sethembile Msezane: On April 9, 2015, the Cecil John Rhodes statue was scheduled to be removed after a month of debates for and against its removal by various stakeholders. This caused a widespread interest in statues in South Africa. Opinions varied, but the media focused on problematizing the removal of statues. On that -- well, that year, I had just begun my master's at the University of Cape Town. During the time of the debate of the statue, I had been having reoccurring dreams about a bird. And so I started conjuring her mentally, spiritually and through dress. On that day, I happened to be having a meeting with my supervisors, and they told me that the statue was going to fall on that day. I told them that I'd explain later, but we had to postpone the meeting because I was going to perform her as the statue came down.
Sethembile Msezane: Destek veren ya da karşı çıkan tarafların bir ay süren tartışmalarından sonra, Cecil John Rhodes heykelinin 9 Nisan 2015'te kaldırılması planlandı. Bu, Güney Afrika'daki anıtların daha fazla dikkat çekmesine neden oldu. Farklı fikirler vardı ama medyada anıtların kaldırılması daha çok bir sorun olarak ele alındı. O sırada - aynı yıl, Cape Town Üniversitesi'nde yüksek lisansa yeni başlamıştım. Anıtla ilgili tartışmalar devam ederken rüyalarımda tekrar tekrar gördüğüm bir şey vardı: Bir kuş. Onu tasarlamaya başladım; zihinsel, ruhsal olarak ve kıyafetler içinde. O gün, tez danışmanlarımla görüşmem vardı. Bana anıtın o gün yıkılacağını söylediler. Nedenini daha sonra açıklayacağımı, ama gitmek zorunda olduğumu söyledim. Gitmeliydim çünkü anıt kaldırılırken onu sergileyecektim.
Her name was Chapungu. She was a soapstone bird that was looted from Great Zimbabwe in the late 1800s, and is still currently housed in Cecil John Rhodes's estate in Cape Town. On that day, I embodied her existence using my body, while standing in the blazing sun for nearly four hours. As the time came, the crane came alive. The people did, too -- shouting, screaming, clenching their fists and taking pictures of the moment on their phones and cameras. Chapungu's wings, along with the crane, rose to declare the fall of Cecil John Rhodes.
Adı Chapungu'ydu. Sabun taşından yapılmış bu kuş, 1800'lerin sonlarında Büyük Zimbabve'den yağmalanarak alınmıştı. Bugün hâlâ Cecil John Rhodes'un Cape Town'daki mülkünde duruyor. O gün, kendi vücudumda onun varlığını somutlaştırdım; kızgın güneşte neredeyse dört saat boyunca dikildim. Saat geldi, vinç boynunu uzattı. İnsanlar da canlandı; bağıranlar, çığlık atanlar, yumruklarını kaldıranlar, telefon ve kameralarıyla o anları kaydedenler. Chapungu'nun kanatları, vinçle birlikte, Cecil John Rhodes'un düşüşünü duyururcasına yükseldi.
(Applause)
(Alkışlar)
Euphoria filled the air as he became absent from his base, while she remained still, very present, half an hour after his removal.
Anıt kaidesinden ayrılırken havayı büyük bir coşku sardı. Bu sırada Chapungu hâlâ oradaydı, tüm varlığıyla dikiliyordu - anıtın kaldırılmasından yarım saat sonra bile.
Twenty-three years after apartheid, a new generation of radicals has arisen in South Africa. The story of Chapungu and Rhodes in the same space and time asks important questions related to gender, power, self-representation, history making and repatriation. From then on, I realized that my spiritual beliefs and dreams texture my material reality. But for me, Chapungu's story felt incomplete. This soapstone bird, a spiritual medium and messenger of God and the ancestors, needed me to continue her story. And so I dabbled in the dream space a little bit more, and this is how "Falling" was born.
Irk ayrımı politikasından yirmi üç yıl sonra, Güney Afrika'da yeni bir radikal nesil yetişmişti. Chapungu ve Rhodes'un aynı yer ve zamandaki bu öyküsü, önemli sorular soruyor. Cinsiyet hakkında, güç, öz temsil, tarih yazımı, ülkeye dönüş hakkında sorular. O günden sonra, somut gerçekliğimin dokusunu ruhsal inanç ve rüyalarımın oluşturduğunu fark ettim. Ama Chapungu'nun öyküsü yarım kalmış gibi hissediyordum. Bu sabun taşı kuşunun, Tanrı ve atalar arasındaki bu ruhsal aracı ve habercinin, öyküsünü tamamlamak için bana ihtiyacı vardı. Hayal aleminde biraz daha didindim, bunun sonunda "Düşüş" doğdu.
[A film by Sethembile Msezane]
[Bir Sethembile Msezane filmi]
(Video) (A capella singing)
[Video] (Akapella seslendiriliyor)
[FALLING]
[DÜŞÜŞ - FALLING]
(Applause)
(Alkışlar)
In the film, Zimbabwe, South Africa and Germany share a common story about the soapstone birds that were looted from Great Zimbabwe. After Zimbabwe gained its independence, all the birds except for one were returned to the monument. "Falling" explores the mythological belief that there will be unrest until the final bird is returned.
Filmde, Zimbabve, Güney Afrika ve Almanya arasında ortak bir öykü işleniyor. Büyük Zimbabve'den zorla alınan sabun taşı kuşları hakkında bir öykü. Zimbabve bağımsızlığını kazanınca bir tanesi hariç tüm kuşların anıtları iade edildi. "Düşüş", son kuş geri gelene kadar huzursuzluğun bitmeyeceğini söyleyen mitolojik inanışı keşfediyor.
Through my work, I have realized a lot about the world around me: how we move through spaces, who we choose to celebrate and who we remember. Now I look in the mirror and not only see an image of myself, but of the women who have made me who I am today. I stand tall in my work, celebrating women's histories, in the hope that perhaps one day, no little black girl has to ever feel like she doesn't exist.
Sanatım sayesinde, etrafımda olup bitenleri çok daha iyi fark etmeye başladım: Mekânlar arasında nasıl dolaşıyoruz, kutlamak için kimleri, hatırlamak için kimleri seçiyoruz. Artık aynaya baktığımda sadece kendi görüntümü değil, beni ben yapan kadınları da görüyorum. Sanatımla dimdik duruyorum, kadınların tarihlerini kutluyorum; bu sayede umuyorum ki belki bir gün, hiçbir siyahi kız çocuğu kendisine, "var mıyım?" diye sormayacak.
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkışlar)