So sometimes I get invited to give weird talks. I got invited to speak to the people who dress up in big stuffed animal costumes to perform at sporting events. Unfortunately I couldn't go. But it got me thinking about the fact that these guys, at least most of them, know what it is that they do for a living. What they do is they dress up as stuffed animals and entertain people at sporting events.
Bazen garip konuşmalar yapmak için davet edilirim. Mesela doldurulmuş hayvan kılığına girip spor etkinliklerinde sahneye çıkan kişilere konuşma yapmak için çağrılmıştım. Maalesef gidemedim. Ancak bu durum beni; bu insanların, en azından bir kısmının geçimlerini sağlamak için ne yaptıklarını bildikleri gerçeğini düşünmeye sevketti. Yaptıkları şey doldurulmuş hayvan kılığına girmek ve spor etkinliklerinde insanları eğlendirmek.
Shortly after that I got invited to speak at the convention of the people who make balloon animals. And again, I couldn't go. But it's a fascinating group. They make balloon animals. There is a big schism between the ones who make gospel animals and porn animals, but -- (Laughter) they do a lot of really cool stuff with balloons. Sometimes they get in trouble, but not often. And the other thing about these guys is, they also know what they do for a living. They make balloon animals.
Bu daveti aldıktan kısa bir süre sonra balon hayvanlar yapan insanların kongresinde konuşmak için davet edildim. Ve yine gidemedim. Fakat bu çok etkileyici bir gruptu. Balondan hayvanlar yapıyorlar. Porno hayvanları yapanlarla İncil hikayelerindeki hayvanları yapanlar arasında büyük bir ayrılıkçılık var. (Kahkahalar) Fakat yine de balonlarla bir çok harika şey yapıyorlar. Çok sık olmasa da bazen başları belaya giriyor. Ve bu kişilerle ilgili diğer bir şey ise onlar da geçimlerini sağlamak için ne yaptıklarını biliyorlar. Balondan hayvanlar yapıyorlar.
But what do we do for a living? What exactly to the people watching this do every day? And I want to argue that what we do is we try to change everything. That we try to find a piece of the status quo -- something that bothers us, something that needs to be improved, something that is itching to be changed -- and we change it. We try to make big, permanent, important change. But we don't think about it that way. And we haven't spent a lot of time talking about what that process is like. And I've been studying it for a couple years. And I want to share a couple stories with you today.
Fakat biz geçimimizi sağlamak için ne yapıyoruz? Bunu izleyen insanlar her gün tam olarak ne yapıyorlar? Şunu iddia ediyorum ki biz yaptığımızın herşeyi değiştirmeye çalışıyoruz. Mevcut durumda bizi rahatsız eden iyileştirilmesi gereken birşey bulmaya çalışıyoruz. Değişmek işin adeta kaşınan bir şey buluyor ve onu değiştiriyoruz. Büyük, önemli ve kalıcı değişiklikler yapmaya çalışıyoruz. Ancak bunun böyle olduğunu düşünmüyoruz. Sürecin nasıl işlediğine dair konuşmak için çok zaman harcamadık. Ben birkaç yıldır bunun üzerine çalışıyorum. Ve bugün sizinle bir kaç hikayeyi paylaşmak istiyorum.
First, about a guy named Nathan Winograd. Nathan was the number two person at the San Francisco SPCA. And what you may not know about the history of the SPCA is, it was founded to kill dogs and cats. Cities gave them a charter to get rid of the stray animals on the street and destroy them. In a typical year four million dogs and cats were killed, most of them within 24 hours of being scooped off of the street. Nathan and his boss saw this, and they could not tolerate it. So they set out to make San Francisco a no-kill city: create an entire city where every dog and cat, unless it was ill or dangerous, would be adopted, not killed. And everyone said it was impossible. Nathan and his boss went to the city council to get a change in the ordinance. And people from SPCAs and humane shelters around the country flew to San Francisco to testify against them -- to say it would hurt the movement and it was inhumane. They persisted. And Nathan went directly to the community. He connected with people who cared about this: nonprofessionals, people with passion. And within just a couple years, San Francisco became the first no-kill city, running no deficit, completely supported by the community. Nathan left and went to Tompkins County, New York -- a place as different from San Francisco as you can be and still be in the United States. And he did it again. He went from being a glorified dogcatcher to completely transforming the community. And then he went to North Carolina and did it again. And he went to Reno and he did it again.
İlk olarak, Nathan Winogard isimli bir adamdan bahsedeceğim. Nathan, San Francisco SPCA (Hayvanlara Zulmü Engelleme Derneği)'nin ikinci adamıydı. Ve muhtemelen SPCA'nın hakkında bilmediğiniz şeylerden biri kedileri ve köpekleri öldürmek üzere kurulduğudur. Şehir yöneticileri onlara ayrıcalıklar verdiler başıboş hayvanları sokaklardan temizleyip ve yok etmek için Bir yılda dört milyon köpek ve kedi öldürülürdü. Çoğu 24 saat içinde sokaklardan kepçe ile temizlendi. Nathan ve patronu bunu gördüler. Ve buna tahammül edemediler. Böylece San Francisco'yu vahşetten arındırmak için bir hedef belirlediler. Hasta veya zararlı olmayan her kedi ve köpeğin öldürülmeyip sahiplendirildiği bir şehir yaratmak. Herkes bunun imkansız olduğunu söyledi. Nathan ve patronu yönetmelikte değişilik yapılması için şehir yönetimine gittiler. SPCA'dan ve ülkenin dört bir tarafından humanist barınaklar onlara karşı gelmek için San Francisco'ya akın ettiler. Acımasız ve insancıl olmayan bir hareket olduğunu söylemek için. Israr ettiler. Ve Nathan direk halka gitti. Bunu önemseyen insanlarla iletişime geçti. Amatör ama tutkulu insanlara. Ve sadece birkaç yıl içerisinde, San Francisco vahşetten arınmış ilk şehir oldu. Hesaplarında açığı bulunmayan ve tamamıyla topluluk tarafından desteklenen. Nathan oradan ayrılıp New York, Tompkins'e gitti. Amerika Birleşik Devletler'i sınırları içinde olsa da San Francisco'dan olabildiğince farklı bir yere. Ve yine aynısını yaptı. O övgüler alan bir köpek yakalayıcısından toplumu dönüştüren birine dönüştü. Ve sonra Kuzey Karolayna'ya gidip aynı şeyi tekrar yaptı. Ve Renoya gitti ve yine aynı şeyi yaptı.
And when I think about what Nathan did, and when I think about what people here do, I think about ideas. And I think about the idea that creating an idea, spreading an idea has a lot behind it. I don't know if you've ever been to a Jewish wedding, but what they do is, they take a light bulb and they smash it. Now there is a bunch of reasons for that, and stories about it. But one reason is because it indicates a change, from before to after. It is a moment in time. And I want to argue that we are living through and are right at the key moment of a change in the way ideas are created and spread and implemented.
Ve ne zaman Nathan'ın yaptıklarını düşünsem ve ne zaman burada insanların yaptıklarını düşünsem, fikirlere yoğunlaşıyorum. Ve ben bir fikir yaratma fikrinin, bir fikri yaymanın arkasında çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Hiç Musevilerin evlilik töreninde bulundunuz mu bilmiyorum. Ama size orada ne yaptıklarını anlatayım: bir ampulü alıp ve ayaklarıyla parçalarlar. Bunun bazı nedenleri var ve hatta bu konuda anlatılan hikayeler var. Ama sebeplerden biri değişimi simgelemesi. Daha önceden sonrakine doğru değişimi. Zamanda bir anlık bir şey. Ve bizler şu an tam olarak da fikirlerin yaratılma, yayılma ve kabul görme şekillerinin değiştiği kilit zamanlarda yaşıyoruz.
We started with the factory idea: that you could change the whole world if you had an efficient factory that could churn out change. We then went to the TV idea, that said if you had a big enough mouthpiece, if you could get on TV enough times, if you could buy enough ads, you could win. And now we're in this new model of leadership, where the way we make change is not by using money or power to lever a system, but by leading.
Biz fabrika fikri ile başladık: Tüm dünyayı değiştirebilecek değişimi üretecek etkin bir fabrikanız olsa... Daha sonra televizyon fikrine geçtik. Denildi ki eğer yeterince konuşabiliyorsanız, yeterince televizyonda görünebiliyorsanız, veya yeterince reklam yapabilirseniz, kazanırsınız. Ve şimdi bu yeni bir liderlik modeline ulaştık. Bu noktada parayla veya sistemi etkileyeck güçleri kullanarak değil, liderlik ederek değişimi sağlıyoruz.
So let me tell you about the three cycles. The first one is the factory cycle. Henry Ford comes up with a really cool idea. It enables him to hire men who used to get paid 50 cents a day and pay them five dollars a day. Because he's got an efficient enough factory. Well with that sort of advantage you can churn out a lot of cars. You can make a lot of change. You can get roads built. You can change the fabric of an entire country. That the essence of what you're doing is you need ever-cheaper labor, and ever-faster machines. And the problem we've run into is, we're running out of both. Ever-cheaper labor and ever-faster machines. (Laughter)
Size üç döngüden bahsetmeme izin verin. Birincisi fabrika döngüsü. Henry Ford harika bir fikirle ortaya çıkar. Bu fikir ona günde 50 cent ile çalışmaya alışık insanları işe alıp ve onlara günlük 5 dolar ödemesini sağlar. Çünkü onun yeterince verimli bir fabrikası vardır. Bu tür bir avantajla bir sürü arabayı seri olarak üretebilirsiniz. Çok fazla değişimi gerçekleştirebilir, yollar inşaa ettirebilirsiniz. Bütün bir ülkenin yapısını değiştirebilirsiniz. Yaptığınız şeyin özünde çok daha ucuz iş gücü ve daha hızlı makineler yatar. Ve sorun şu ki, şu an artık her ikisi de elimizden uçup gidiyor. Daha ucuz iş gücü ve daha hızlı makineler. (Kahkahalar)
So we shift gears for a minute, and say, "I know: television; advertising. Push push. Take a good idea and push it on the world. I have a better mousetrap. And if I can just get enough money to tell enough people, I'll sell enough." And you can build an entire industry on that. If necessary you can put babies in your ads. If necessary you can use babies to sell other stuff. And if babies don't work, you can use doctors. But be careful. Because you don't want to get an unfortunate juxtaposition, where you're talking about one thing instead of the other. (Laughter) This model requires you to act like the king, like the person in the front of the room throwing things to the peons in the back. That you are in charge, and you're going to tell people what to do next. The quick little diagram of it is, you're up here, and you are pushing it out to the world. This method -- mass marketing -- requires average ideas, because you're going to the masses, and plenty of ads. What we've done as spammers is tried to hypnotize everyone into buying our idea, hypnotize everyone into donating to our cause, hypnotize everyone into voting for our candidate. And, unfortunately, it doesn't work so well anymore either. (Laughter)
Öyleyse vitesi bir süreliğine yükseltiyor ve diyoruz ki, " Biliyorum. Televizyon Reklam. İtiş gücü. Güzel bir fikir bul ve onu dünyaya empoze et. Daha iyi bir fare kapanım var. Ve bunu yeterince insana anlatabilecek kadar param olursa, yeterince satış da yapabilirim." Ve bu fikir üstüne büyük bir endüstri inşa edebilirsin. Eğer gerekirse bebekleri reklamlarına koyabilirsin. Eğer gerekirse bebekleri kullanarak diğer şeyleri satabilirsin. Ve eğer bebekler de işe yaramazsa, doktorları kullanabilirsin. Ama dikkatli ol. Çünkü biri yerine diğerinden bahsettiğin talihsiz bir zıtlık hali de istemezsin. (Kahkahalar) Bu model senin kral gibi davranmanı gerektirir. Odanın önünde durup arkadakilere birşeyler fırlatan kişi gibi. Yetki sendedir. Ve insanlara daha sonra ne yapacaklarını sen söylersin. Bu durumu anlatacak küçük bir şekil çizsek, sen burda yukardasın ve aşağıdaki dünyaya birşeyleri itekliyorsun. Bu yöntem, yani kitlesel pazarlama ortalama fikirler gerektirir, çünkü kitlelere yöneliyorsun ve de yığınlarca reklama. Spamciler olaraksa insanları fikirimizi satın almaları için hipnotize etmeye çalıştık. Amacımıza katkıda bulunmaları için herkesi hipnotize etmeye çalışmak. Adayımıza oy vermeleri için herkesi hipnotize etmek. Ve maalesef artık bu da eskisi kadar çalışmıyor. (Kahkahalar)
But there is good news around the corner -- really good news. I call it the idea of tribes. What tribes are, is a very simple concept that goes back 50,000 years. It's about leading and connecting people and ideas. And it's something that people have wanted forever. Lots of people are used to having a spiritual tribe, or a church tribe, having a work tribe, having a community tribe. But now, thanks to the internet, thanks to the explosion of mass media, thanks to a lot of other things that are bubbling through our society around the world, tribes are everywhere.
Ama iyi bir haberim var, gerçekten güzel bir haber. Ben buna kabileler fikri diyorum. Kabileler dediğim şey aslında çok basit bir kavram. 50 bin yıl önceye dayanıyor. İnsanları ve fikirleri birbirleriyle buluşturup liderlik etmeyle ilgili. Ve insanların da hep istedikleri buydu. Bir çok insan ruhani veya kiliselere bağlı kabilelere alışık. Bir iş kabilesi olmasına, veya cemaat kabilesine. Ama şimdi, internet sayesinde, kitlesel medyasının patlaması sayesinde ve toplumda ortaya çıkıp tüm dünyada yayılan diğer birçok şey sayesinde her yerde kabileler var.
The Internet was supposed to homogenize everyone by connecting us all. Instead what it's allowed is silos of interest. So you've got the red-hat ladies over here. You've got the red-hat triathletes over there. You've got the organized armies over here. You've got the disorganized rebels over here. You've got people in white hats making food. And people in white hats sailing boats. The point is that you can find Ukrainian folk dancers and connect with them, because you want to be connected. That people on the fringes can find each other, connect and go somewhere. Every town that has a volunteer fire department understands this way of thinking. (Laughter)
Internet bizi birbirimize bağlayıp kaynaşmamızı sağlayacaktı. Bunun yerine benzer ilgi gruplarının oluşmasına imkan tanıdı. Şimdi bu tarafta kırmızı şapkalı bayanlar var. Şu tarafta kırmızı şapkalı triatletler. Organize ordular şurda. Organize olmayan isyancılar burda. Beyaz şapkalı yiyecek üretenler var. Ve beyaz şapkalı teknelerinde gezen insanlar var. Ukraynalı folklörcüleri bulabilir. Ve onlarla bağlantıya geçebilirsiniz. Çünkü bağlantıda olmak istiyorsunuz. Uçlarda olanlar birbirlerini bulup bir yerlere gidebilirler. Kendi gönüllü itfaiye teşkilatı olan her kasaba bu düşünme tarzını anlayabilir. (Kahkahalar)
Now it turns out this is a legitimate non-photoshopped photo. People I know who are firemen told me that this is not uncommon. And that what firemen do to train sometimes is they take a house that is going to be torn down, and they burn it down instead, and practice putting it out. But they always stop and take a picture. (Laughter)
Anlaşılıyor ki; bu photoshoplanmamış, meşru bir resim. Tanıdığım itfaiyeciler bunun alışılagelmiş olduğunu söyledi. Ve itfaiyeciler bazen yıkılmak üzere olan bir ev bulup tatbikat amaçlı yakıyorlar ve onu söndürme çalışması yapıyorlar. Ama her seferinde durup resim çekiyorlar. (Kahkahalar)
You know the pirate tribe is a fascinating one. They've got their own flag. They've got the eye patches. You can tell when you're running into someone in a tribe. And it turns out that it's tribes -- not money, not factories -- that can change our world, that can change politics, that can align large numbers of people. Not because you force them to do something against their will, but because they wanted to connect.
Biliyorsunuz ki korsanlar çok merak uyandıran bir gruptur. Bayrakları ve göz bantları vardır. Bir grup veya kabile üyesine rastladığınızda onları farkedersiniz. Ve anlaşılıyor ki sadece kabileler, ne para, ne fabrikalar, ama sadece kabileler dünyamızı, politikaları değiştirebiliyor, fazla sayıda insanı biraraya getirebiliyor. İnsanları istekleri dışında birşeylere zorladıklarından değil, ama insanlar birbirleriyle bağlantıda olmak istediklerinden oluyor bu.
That what we do for a living now, all of us, I think, is find something worth changing, and then assemble tribes that assemble tribes that spread the idea and spread the idea. And it becomes something far bigger than ourselves, it becomes a movement. So when Al Gore set out to change the world again, he didn't do it by himself. And he didn't do it by buying a lot of ads. He did it by creating a movement. Thousands of people around the country who could give his presentation for him, because he can't be in 100 or 200 or 500 cities in each night.
Artık günüzümde hayatımızı sürdürmek için sanırım, hepimizin yaptığı şey değiştirmeye değer bir şey bulmak. Sonrasında da kabileler kuran kabileleri kurup fikrimizi yayıcak fikri yaymalarını sağlamak. Böylece bu bizden de büyük bir şey halini alıyor. Bir hareket oluyor. Al Gore dünyayı değiştirmek üzere yola çıktığında bunu tek başına yapmadı. Bir sürü reklam vererek de yapmadı. Bir hareket yaratarak yaptı. Ülkenin dört bir tarafından binlerce insan, o her gece aynı anda 100, 200, 500 şehirde olamayacağı için, sunumunu onun yerine yaptı.
You don't need everyone. What Kevin Kelley has taught us is you just need, I don't know, a thousand true fans -- a thousand people who care enough that they will get you the next round and the next round and the next round. And that means that the idea you create, the product you create, the movement you create isn't for everyone, it's not a mass thing. That's not what this is about. What it's about instead is finding the true believers. It's easy to look at what I've said so far, and say, "Wait a minute, I don't have what it takes to be that kind of leader."
Herkese ihtiyacınız yok. Kevin Kelley'nin bize öğrettiğine göre sadece, ne bileyim, bin kadar gerçek taraftara ihtiyacınız var. Bin kadar insan, bir sonraki, bir sonraki ve sonraki adımı atacak kadar önem veren bin kişiye. Bu demek oluyor ki yarattığınız fikir, ürün, hareket herkes için değil. Kitlesel birşey değil. Kitlelerden bahsetmiyoruz. Gerçekten inanları bulmaktan bahsediyoruz. Şu ana kadar söylediklerime bakıp "Bu tür bir lider olmak benim yapımda yok," diyebilirsiniz.
So here are two leaders. They don't have a lot in common. They're about the same age. But that's about it. What they did, though, is each in their own way, created a different way of navigating your way through technology. So some people will go out and get people to be on one team. And some people will get people to be on the other team.
İşte size iki lider. Pek ortak özellikleri olmasa da. Aynı yaşlardalar. Ve tek ortak noktaları da bu. Ama yaptıklarına baktığınızda, her ikisinin de kendi başlarına teknolojik bakımdan yolunuzu bulmada farklı yollar yarattıklarını görürsünüz. Kimisi bir takımda çalışmaları için insanlar toplar. Kimisiyse diğer takımda olmaları için insanlar arar.
It also informs the decisions you make when you make products or services. You know, this is one of my favorite devices. But what a shame that it's not organized to help authors create movements. What would happen if, when you're using your Kindle, you could see the comments and quotes and notes from all the other people reading the same book as you in that moment. Or from your book group. Or from your friends, or from the circle you want. What would happen if authors, or people with ideas could use version two, which comes out on Monday, and use it to organize people who want to talk about something. Now there is a million things I could share with you about the mechanics here. But let me just try a couple.
Ürün veya hizmet yarattığınızda bu kararlarınızı da etkiler. Biliyorsunuz ki bu benim en sevdiğim aletlerden biri. Ne yazık ki yazarların hareket yaratmaları için planlanmamış. Düşünsenize siz Kindle kullanırken sizinle aynı anda aynı kitabı okuyanların yorum, alıntı ve notlarını da görebilseydiniz neler olurdu. Veya kitap kulübünüzdekilerin, arkadaşlarınızın veya istediğiniz çevreden insanlarınkileri. Yazarlar veya fikirleri olanlar Pazartesi günü piyasaya çıkacak olan ikinci versiyonu kullansalardı neler olurdu düşünsenize. Ve bunu insanları organize etmek için kullansalardı. Ortak bir konuda kunuşmak isteyen insanları. İşin mekaniğiyle ilgili konuşabileceğim milyonlarca şey var. Ama sadece bir iki tanesinden bahsedeyim.
The Beatles did not invent teenagers. They merely decided to lead them. That most movements, most leadership that we're doing is about finding a group that's disconnected but already has a yearning -- not persuading people to want something they don't have yet.
Beatles gençleri icat etmedi. Sadece onlara liderlik etmeye karar verdiler. Çoğu hareket ve çoğu liderlik insanları sahip olmadıkları bir şeyi istemeye ikna etmek yerine... bir şeye arzu duyan bir grup birbirinden bağımsız insanı bulmakla başlar.
When Diane Hatz worked on "The Meatrix," her video that spread all across the internet about the way farm animals are treated, she didn't invent the idea of being a vegan. She didn't invent the idea of caring about this issue. But she helped organize people, and helped turn it into a movement.
Diane Hatz çiftlik hayvanlarının maruz kaldıkları durumları anlatan The Meatrix adlı videosunda vegan olma fikrini çıkarmadı. Bu konuya önem verme fikrini de icat etmedi. Ama insanların organize olmasına yardımcı oldu, böylece de bir harekete dönüşmesine yardımcı oldu.
Hugo Chavez did not invent the disaffected middle and lower class of Venezuela. He merely led them.
Hugo Chavez, Venezüella'nın hükümetten hoşnut olmayan orta ve alt sınıfını keşfetmedi. Sadece onlara öncülük etti.
Bob Marley did not invent Rastafarians. He just stepped up and said, "Follow me."
Rastafarianları Bob Marley icat etmedi. Sadece öne çıkıp "Beni takip edin'" dedi.
Derek Sivers invented CD Baby, which allowed independent musicians to have a place to sell their music without selling out to the man -- to have place to take the mission they already wanted to go to, and connect with each other.
Derek Sivers CD Baby'yi icat etti. Bağımsız müzisyenlerin müziklerini büyük şirketlere satmadan pazarlayabilecekleri bir yer yarattı. Bu yer sayesinde müzisyenler ulaşmak istedikleri yerlere ulaşıp birbirleriyle bağlantıda olabiliyorlar.
What all these people have in common is that they are heretics. That heretics look at the status quo and say, "This will not stand. I can't abide this status quo. I am willing to stand up and be counted and move things forward. I see what the status quo is; I don't like it." That instead of looking at all the little rules and following each one of them, that instead of being what I call a sheepwalker -- somebody who's half asleep, following instructions, keeping their head down, fitting in -- every once in a while someone stands up and says, "Not me." Someone stands up and says, "This one is important. We need to organize around it." And not everyone will. But you don't need everyone. You just need a few people -- (Laughter) -- who will look at the rules, realize they make no sense, and realize how much they want to be connected.
Bu insanların ortak noktalarıysa "karşı" olmalarıdır. Karşı olanlar gidişata bakar ve "Bu böyle gitmez, ben bu şartlarda yaşayamam!" derler. Ayağa kalkıp yaptıklarımın arkasında durucak ve gidişatı düzelteceğim derler. Şu an ki durumu görüyorum ve bundan hoşnut değilim derler. Herbir küçük kural parçasına takılıp kurallar uyup işgüzar, yarı uyur halde talimatları takibeden kafasını eğip güruhta kaybolan arada bir kafasını kaldırıp "Ben değildim!" diyen kişiler değillerdir. Onlar ayağa kalkıp "Bu önemli. Bunun hakkında birşeyler yapmalıyız!" derler. Ve bunu herkes yapmayacaktır. Ama zaten herkese de ihtiyacınız yok. Sadece birkaç kişi yeter. (Kahkahalar) Kurallara bakıp bir işe yaramadıklarını farkedecek ve bağlantı halinde olmaları gerektiğinin ne kadar da önemli olduğunu farkeden birkaç kişi.
So Tony Hsieh does not run a shoe store. Zappos isn't a shoe store. Zappos is the one, the only, the best-there-ever-was place for people who are into shoes to find each other, to talk about their passion, to connect with people who care more about customer service than making a nickel tomorrow. It can be something as prosaic as shoes, and something as complicated as overthrowing a government. It's exactly the same behavior though.
Yani Tony Shea bir ayakkabıcı işletmiyor. Zappos bir ayakkabıcı değil. Zappos ayakkabılara ilgi duyanlar için tek ve de tüm zamanların en iyi bağlantı merkezi, tutkularından bahsedip insanlarla temas içinde olup müşteri hizmetlerine yarın kazanabilecekleri bir kuruştan daha çok önem veren tek yer. Ayakkabı kadar sıkıcı bir şey olabilir. Veya bir hükümet devirmek kadar karmaşık bir şey olabilir. Ama aslında tamamiyle aynı davranış şekli.
What it requires, as Geraldine Carter has discovered, is to be able to say, "I can't do this by myself. But if I can get other people to join my Climb and Ride, then together we can get something that we all want. We're just waiting for someone to lead us."
Geraldine Carter'ın da keşfettiği gibi "Kendi başıma yapabilirim. Ama başkalarını da benim Climb and Ride' ıma (Tırman ve Bin) katılmalarını sağlayabilirsem o zaman hepimiz istediğimizi elde etmiş oluruz." diyebilmeyi gerektirir. Birinin bize önayak olmasını bekliyoruz.
Michelle Kaufman has pioneered new ways of thinking about environmental architecture. She doesn't do it by quietly building one house at a time. She does it by telling a story to people who want to hear it. By connecting a tribe of people who are desperate to be connected to each other. By leading a movement and making change. And around and around and around it goes.
Michelle Kaufman çevre mimarisinde yeni düşünme şekillerine öncülük etti. Bunu her defasında bir ev inşa ederek yapmıyor. İnsanların duymak istedikleri bir hikaye anlatarak yapıyor. Birbirleriyle kontak halinde olmak isteyen insanları buluşturarak yapıyor. Bir harekete öncülük ederek. Değişiklik yaparak. Ve bu böylece devam ediyor.
So three questions I'd offer you. The first one is, who exactly are you upsetting? Because if you're not upsetting anyone, you're not changing the status quo. The second question is, who are you connecting? Because for a lot of people, that's what they're in it for: the connections that are being made, one to the other. And the third one is, who are you leading? Because focusing on that part of it -- not the mechanics of what you're building, but the who, and the leading part -- is where change comes.
Size önereceğim üç soru var. İlki tam olarak kimi üzdüğünüz? Çünkü birilerini üzmüyorsanız gidişatı değiştirmiyorsunuzdur. İkincisi kimleri birbirine bağlıyorsunuz? Çünkü birçok kişi için işin özünde bu var. Birebir kurulan bağlar. Ve üçüncüsü kime önderlik ediyosunuz? Çünkü bu kısma yoğunlaşmak, inşa ettiğiniz mekanizmaya değil de kim ve önderlik etme kısmı değişimin geldiği nokta.
So Blake, at Tom's Shoes, had a very simple idea. "What would happen if every time someone bought a pair of these shoes I gave exactly the same pair to someone who doesn't even own a pair of shoes?" This is not the story of how you get shelf space at Neiman Marcus. It's a story of a product that tells a story. And as you walk around with this remarkable pair of shoes and someone says, "What are those?" You get to tell the story on Blake's behalf, on behalf of the people who got the shoes. And suddenly it's not one pair of shoes or 100 pairs of shoes. It's tens of thousands of pairs of shoes.
Tom's Shoes'daki Blake'in çok basit bir fikri vardı. "Bu ayakkabılardan her bir çift alındığında aynı çiftten bir tane de hiç ayakkabısı olmayan birine versem n'olur?" Bu Neiman Marcus mağazasında raf payı kazanmanın hikayesi değil. Bu bir hikaye anlatan bir ürünün hikayesi. Ve siz bu kayda değer ayakkabılarla etrafta dolaşırken biri "Bunlar ne?" diyecek. Siz Blake'in adına bu hikayeyi anlatacaksınız ve ayakkabı verilen insanların adına. Ve bir anda bir çift veya 100 çift ayakkabı değil, onbinlerce çift ayakkabıdn bahsedilmeye başlanacak.
My friend Red Maxwell has spent the last 10 years fighting against juvenile diabetes. Not fighting the organization that's fighting it -- fighting with them, leading them, connecting them, challenging the status quo because it's important to him. And the people he surrounds himself with need the connection. They need the leadership. It makes a difference.
Arkadaşım Red Maxwell son on yılını juvenil diyabetle savaşarak geçirdi. Bununla savaşan organizasyonla savaşarak değil, onlarla beraber savaşıp onlara liderlik ederek onları birbirleriyle bağlantıya geçirip, gidişatı zorlayarak çünkü bu konu onun için önemli. Ve etrafındaki insanlar bu bağlantıya ihtiyaç duyuyorlar. Liderlik edilmesine ihtiyaç duyuyorlar. Bu liderlik bir fark yaratmaya yarıyor.
You don't need permission from people to lead them. But in case you do, here it is: they're waiting, we're waiting for you to show us where to go next. So here is what leaders have in common. The first thing is, they challenge the status quo. They challenge what's currently there. The second thing is, they build a culture. A secret language, a seven-second handshake, a way of knowing that you're in or out. They have curiosity. Curiosity about people in the tribe, curiosity about outsiders. They're asking questions. They connect people to one another. Do you know what people want more than anything? They want to be missed. They want to be missed the day they don't show up. They want to be missed when they're gone. And tribe leaders can do that. It's fascinating, because all tribe leaders have charisma, but you don't need charisma to become a leader. Being a leader gives you charisma. If you look and study the leaders who have succeeded, that's where charisma comes from -- from the leading. Finally, they commit. They commit to the cause. They commit to the tribe. They commit to the people who are there.
İnsanlara liderlik etmek için onların iznine ihtiyacınız yok. Ama eğer bu izne ihtiyaç duyarsanız, işte burda. Bekliyorlar, bekliyorlar, onlar bir sonraki adımda gidecekleri yeri göstermenizi bekliyorlar. İşte liderlerin ortak noktası bu. İlk olarak gidişatı kabullenmiyor, zorluyolar. Mevcut durumu yokluyorlar. İkincisi bir kültür inşa ediyorlar. Gizli bir dil, yedi saniye süren bir tokalaşma şekli, sizin dahil olup olmadığınızı anlayacakları bir yol. Meraklılar. Kabilelerindeki insanları merak ediyorlar. Dışardakileri merak ediyorlar. Sorular soruyorlar. İnsanları birbirlerine bağlıyorlar. İnsanların en çok istediği şey nedir biliyor musunuz? Özlenmek isterler. Orda olamdıkları gün özlenmek isterler. Gittiklerinde özlenmek isterler. Ve kabile liderleri bunu yapabilir. Çok enteresan ama tüm kabile liderlerinin karizması vardır. Fakat lider olmak için karizmaya ihtiycınız yoktur. Lider olmak size karzima kazandırır. Başarılı olmuş liderleri incelerseniz karizmanın liderlik etmekten geldiğini görürsünüz. Ve son olarak kendilerini adarlar. Kendilerini meseleye adarlar. Kabileye adarlar. Kendilerini orada bulunan insanlara adarlar.
So I'd like you to do something for me. And I hope you'll think about it before you reject it out-of-hand. What I want you to do, it only takes 24 hours, is: create a movement. Something that matters. Start. Do it. We need it. Thank you very much. I appreciate it. (Applause)
İşte bu yüzden sizden birşey yapmanızı isteyeceğim. Umarım elinizin tersiyle itmeden bir düşünürsünüz. Sizden yapmanızı istediğim şey sadece 24 saatinizi alıyor, Bir hareket yaratın. Önemli olan birşey. Başlayın. Onu yapın. Buna ihtiyacımız var. Çok teşekkürler. Gerçekten teşekkürler. (Alkış)