Of the five senses, vision is the one that I appreciate the most, and it's the one that I can least take for granted. I think this is partially due to my father, who was blind. It was a fact that he didn't make much of a fuss about, usually. One time in Nova Scotia, when we went to see a total eclipse of the sun --
Beş duyudan en çok takdir ettiğim ve en az cepte görebildiğim biri, görme duyusudur. Bu, bir dereceye kadar kör olan babamdan dolayı böyledir. Gerçi o, çoğu zaman kör olmasını mesele yapmadı. Bir zaman Nova Scotia'ya, tam güneş tutulmasını izlemeye gittik --
(Laughter)
Carly Simon şarkısında adı geçen güneş tutulmasını
Yeah, same one as in the Carly Simon song, which may or may not refer to James Taylor, Warren Beatty or Mick Jagger; we're not really sure. They handed out these dark plastic viewers that allowed us to look directly at the sun without damaging our eyes. But Dad got really scared; he didn't want us doing that. He wanted us instead to use these cheap cardboard viewers, so that there was no chance at all that our eyes would be damaged. I thought this was a little strange at the time.
ve belki de James Taylor'ın, Warren Beatty'nin ve Mick Jagger'in de atıfta bulunduğu tutulmayı, emin olamayız. Bize, gözlerimize zarar vermeden güneşe doğru bakmamızı mümkün kılan bu koyu plastik parçaları dağıttılar. Ama babam gerçekten korktu: bunu yapmamızı istemedi. Bunun yerine, gözlerimizin hasar görmesi tamamen imkansız olsun diye bu ucuz, karton parçaları kullanmamızı istedi. O zaman bunu biraz tuhaf sandım.
What I didn't know at the time was that my father had actually been born with perfect eyesight. When he and his sister Martha were just very little, their mom took them out to see a total eclipse -- or actually, a solar eclipse -- and not long after that, both of them started losing their eyesight. Decades later, it turned out that the source of their blindness was most likely some sort of bacterial infection. As near as we can tell, it had nothing whatsoever to do with that solar eclipse, but by then my grandmother had already gone to her grave thinking it was her fault.
O zaman bilmediğim şey şu ki babam mükemmel görme gücü ile doğmuştu. O ve kız kardeşi Martha çok küçükken anneleri onlara tam güneş tutulmasını -- yok, parçalı tutulmayı -- gösterdi ve çok geçmeden ikisinin de gözleri bozulmaya başladı. Yıllar sonra kör olmalarının nedeninin muhtemelen bir bakteriyel enfeksiyon olduğu ortaya çıktı. Tahmin edebildiğimiz kadarıyla gözlerinin bozulması, bu güneş tutulmasıyla hiç alakalı değildi. Fakat babaannem zaten bunun kendi suçu olduğunu düşünerek ölmüştü.
So, Dad graduated Harvard in 1946, married my mom, and bought a house in Lexington, Massachusetts, where the first shots were fired against the British in 1775, although we didn't actually hit any of them until Concord. He got a job working for Raytheon designing guidance systems, which was part of the Route 128 high-tech axis in those days -- so, the equivalent of Silicon Valley in the '70s. Dad wasn't a real militaristic kind of guy; he just felt bad that he wasn't able to fight in World War II on account of his handicap, although they did let him get through the several-hour-long army physical exam before they got to the very last test, which was for vision.
Babam 1946'da Harvard'dan mezun olmuş, annemle evlenmiş, ve Massachusetts devletindeki Lexington'da ev almıştı. (Orada 1775'te İngilizlere karşı ilk kez ateş etmiş, ama Concord'a kadar hiçbirini öldürememiştik.) Babam, Raytheon'da güdüm sistemleri tasarlayıcısı olarak çalışmaya başladı. Raytheon, 70'lerin Silikon Vadisi olan Route 128 ileri teknoloji ekseninin bir parçasıydı o sıralar. Babam aslında militarist biri değildi. Yalnızca özürlülüğü yüzünden II. Dünya Savaşında savaşamadığından kendini çok kötü hissederdi. Gerçi askerde bir kaç saat süren sağlık muayenesi yapmasına izin verdiler ama sadece muayenenin sonundaki görme duyusu testine varana kadar.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
So Dad started racking up all of these patents and gaining a reputation as a blind genius, rocket scientist, inventor. But to us he was just Dad, and our home life was pretty normal. As a kid, I watched a lot of television and had lots of nerdy hobbies like mineralogy and microbiology and the space program and a little bit of politics. I played a lot of chess. But at the age of 14, a friend got me interested in comic books, and I decided that was what I wanted to do for a living.
Babam bütün bu patentler toplamaya ve bilim adamı, kör dahi, kaşif namını almaya başladı. Ama bizim için sadece baba idi ve evdeki yaşamımız oldukça sıradan sayılırdı. Çocukken bol televizyon izledim, ve mineraloji, mikrobiyoloji, uzay keşfi gibi çok sayıda garip hobilerim vardı. Biraz da politikayla ilgileniyordum. Bir de bol satranç oynadım. Ama 14 yaşındayken arkadaşlarımdan biri, bende çizgi roman ilgisini uyandırdı ve ben bunu geçimimi sağlamak için yapmak istediğime karar verdim.
So, here's my dad: he's a scientist, he's an engineer and he's a military contractor. So, he has four kids, right? One grows up to become a computer scientist, one grows up to join the Navy, one grows up to become an engineer ... And then there's me: the comic book artist.
Şimdi babam var, tamam mı? Bilim adamı, mühendis, ordu müteahhidi. Dört çocuğu da var. Biri bilgisayar uzmanı, biri bahriye askeri, biri de mühendis oluyor, ben ise
(Laughter)
çizgi roman sanatçısıyım.
Which, incidentally, makes me the opposite of Dean Kamen, because I'm a comic book artist, son of an inventor, and he's an inventor, son of a comic book artist.
(Gülüşmeler) Ki tesadüfen beni Dean Kamen'in zıddı eder: Ben, bir kaşifin oğlu çizgi roman sanatçısıyım, o ise çizgi roman sanatçısının oğlu kaşiftir. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Evet, doğrudur.
Right? It's true.
(Alkışlar)
(Applause)
Komik olan, babamın bana duyduğu inanç çok güçlüydü.
The funny thing is, Dad had a lot of faith in me. He had faith in my abilities as a cartoonist, even though he had no direct evidence that I was any good whatsoever; everything he saw was just a blur. Now, this gives a real meaning to the term "blind faith," which doesn't have the same negative connotation for me that it does for other people. Now, faith in things which cannot be seen, which cannot be proved, is not the sort of faith that I've ever really related to all that much. I tend to like science, where what we see and can ascertain are the foundation of what we know.
Her şeyi bulanık bir şekilde gördüğünden güzel resim çizdiğime hiç bir kesin delili olmamasına karşın, yine de çizme yeteneklerime inanıyordu. Hani "kör inanç" var ya... Aslında benim için bu sözün çağrıştırdığı anlam diğer insanlardaki gibi olumsuz değil. Yani, görülemeyen, kanıtlanamayan şeylere inanç, benim önem verdiğim bir tür inanç asla olmazdı. Ben daha çok, bildiğimizin temellerinin görüp tespit edebileceklerimizde bulunduğu bilime eğilimliyimdir.
But there's a middle ground, too -- a middle ground tread by people like poor old Charles Babbage and his steam-driven computers that were never built. Nobody really understood what it was that he had in mind except for Ada Lovelace, and he went to his grave trying to pursue that dream. Vannevar Bush with his memex -- this idea of all of human knowledge at your fingertips -- he had this vision. And I think a lot of people in his day probably thought he was a bit of a kook. And, yeah, we can look back in retrospect and say, "Yeah, ha-ha, it's all microfilm --
Ama bu iki eğilimin ortak noktası da var. Zavallı Charles Babbage ve hiç bir zaman yapılmamış buharla çalıştırılan bilgisayarının bulunduğu bir ortak yer. Ada Lovelace haricinde hiç kimse aklında neyin olduğunu tam kestiremedi ve o, bu düşün peşinde koşarak ta mezara kadar gitti. Vannevar Bush ve Memex'i -- tüm insan bilginin elinin altında bulunması fikri -- onun bir hayali vardı. Ve tahminen gününde pek çok insan, biraz çılgın olduğu kanısındaydı. Şimdi de geçmişe baktığımızda, ha, evet, diyoruz, bu işte bildiğimiz mikrofilm.
(Laughter)
Ama mesele bu değil. O, geleceğin biçimini kavradı.
But that's not the point; he understood the shape of the future. So did J.C.R. Licklider and his notions for computer-human interaction. Same thing: he understood the shape of the future, even though it was something that would only be implemented by people much later. Or Paul Baran, and his vision for packet switching. Hardly anybody listened to him in his day. Or even the people who actually pulled it off, the people at Bolt, Beranek and Newman in Boston, who just would sketch out these structures of what would eventually become a worldwide network, and sketching things on the back of napkins and on note papers and arguing over dinner at Howard Johnson's -- on Route 128 in Lexington, Massachusetts, just two miles from where I was studying the Queen's Gambit Deferred and listening to Gladys Knight & The Pips singing "Midnight Train to Georgia" --
Tam bilgisayar-insan arası ilişki hakkındaki fikirleriyle J.C.R. Liklider gibi. Aynısı: Geleceğin biçimini kavradı, neden sonra gerçekleşitirilse bile. Veya paket anahtarlama hayaliyle Paul Barron. Gününde neredeyse hiç kimse onu dinlemedi. Veya bunu aslında beceren kişiler: Boston'daki Bolt, Beranek ve Newman'da çalışanlar. Onlar, sonunda dünya çapında ağ olacak şeyin şekilleri peçetelerin arkalarında ve mektup kağıdında tasarlıyorlardı, Massachusetts devletinde, Lexington'da, Route 128'deki Howard Johnson'da yemek yerken tartışıyorlardı, benim Queen's Gambit Deferred'i okuduğum ve Gladys Knight & the Pips dinlediğim ve "Midnight Train to Georgia" söylediğim yerden sadece iki mil uzaklığında, ben ise o anda -- (Gülüşmeler)
(Laughter)
-- babamın büyük koltuğundaydım, tamam mı?
in my dad's big easy chair, you know?
So, three types of vision, right? Vision based on what one cannot see, the vision of that unseen and unknowable. The vision of that which has already been proven or can be ascertained. And this third kind, a vision of something which can be, which may be, based on knowledge but is, as yet, unproven. Now, we've seen a lot of examples of people who are pursuing that sort of vision in science, but I think it's also true in the arts, it's true in politics, it's even true in personal endeavors.
Peki, üç tür görme var, değil mi? Görülemeyene dayalı görme, yani görülmeyeni, bilinmeyeni görme. Kanıtlanmış veya tespit edilebilecek olanı görme. Ve üçüncü görme tipi: bilime dayanabilen ama bu yana kanıtlanmamış olanı görme. Şimdi bilim alanında bu tür görmenin peşinde koşan pek çok insanın örneğini gördük ama bu aynı zamanda sanat, siyaset, hatta kişisel girişimler için de doğru olabilir.
What it comes down to, really, is four basic principles: learn from everyone; follow no one; watch for patterns; and work like hell. I think these are the four principles that go into this. And it's that third one, especially, where visions of the future begin to manifest themselves. What's interesting is that this particular way of looking at the world, is, I think, only one of four different ways that manifest themselves in different fields of endeavor. In comics, I know that it results in sort of a formalist attitude towards trying to understand how it works. Then there's another, more classical attitude which embraces beauty and craft; another one which believes in the pure transparency of content; and then another, which emphasizes the authenticity of human experience and honesty and rawness.
Aslında bunu dört temel kurala indergeyebiliriz: Herkesten öğren, hiç kimseye uyma, değişmeyen kalıpları izle, harıl harıl çalış. Bu dört noktayı, bu görmenin içerdiği birer ilke sanıyorum. Özellikle de üçüncüsünde gelecek hayalleri belirmeye başlar. İlginç olan, bu özel dünyayı görme şekli kanımca değişik girişim alanlarında beliren dört ayrı şeklin sadece birisidir. Çizgi romanda, nasıl işlediğine ilişkin kavrama çabalarını bir türlü biçimci kılar diye sanırım. Bundan başka, güzelliğe ve ustalığa odaklı, daha klasik bir yaklaşım var. Ayrıca, içeriğin mutlak saydamlığına inanan yaklaşım var. Ve sonunda, insan deneyinin özgünlüğünü, dürüstlüğünü ve saflığını vurgulayan yaklaşım.
These are four very different ways of looking at the world. I even gave them names: the classicist, the animist, the formalist and iconoclast. Interestingly, they seem to correspond more or less to Jung's four subdivisions of human thought. And they reflect a dichotomy of art and delight on left and the right; tradition and revolution on the top and the bottom. And if you go on the diagonal, you get content and form, and then beauty and truth. And it probably applies just as much to music and movies and fine art, which has nothing whatsoever to do with vision at all, or, for that matter, nothing to do with our conference theme of "Inspired by Nature," except to the extent of the fable of the frog who gives a ride to the scorpion on his back to get across the river because the scorpion promises not to sting him, but the scorpion stings him anyway and they both die, but not before the frog asks him why, and the scorpion says, "Because it's my nature." In that sense, yes.
Bu, dünyayı görmenin dört şeklidir. Onlara birer ad taktım bile. Klasik, canlıcı, biçimci ve ikonoklast. İlginç olan, bunun az çok Jung'un insan düşüncesini bölme şekline benzemesi. Bir de, solda sanatı, sağda yaşamı; üstte geleneği, altta devrimi yansıyor. Köşegenlere de bakarsanız, içerik-biçim ve güzellik-gerçeklik karşıtlıkları görürsünüz. Bu şema aynı şekilde müzik, sinema, ve güzel sanatlar için de uygulanabilir ama bunun görme ile hiç alakası yok. Hatta konferansımızın başlığı olan "Doğadan Esinti" ile hiç ilgisi de yok. Şu hikayenin çağrıştırdığı anlamın dışında: Kurbağa akrebi ırmağın karşı yakasına taşımayı kabul eder çünkü akrep, kurbağayı sokmayacağını söz verdi. Ama akrep yine de sokar ve ikisi de ölür. Fakat bir an önce kurbağa akrebe, niçin soktuğunu sorar ve akrep, "Doğamda olan bir şey" diye cevaplar -- bu anlamda, evet. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Yani, doğamda
So this was my nature. The thing was, I saw that the route I took to discovering this focus in my work and who I was -- I saw it as just this road to discovery. Actually, it was just me embracing my nature, which means that I didn't actually fall that far from the tree, after all.
olan bir şeydi. Aslında yürüdüğüm yolu, yani eserlerimde bu görüşün olduğunu ve benim kim olduğumu keşfetmeye giden yolu, beni bu keşfe doğru götürecek araç olarak gördüm sadece. Yani aslında doğamda olan şeyi kabul ettim ve öyleyse ailemden o kadar uzaklaşmadım.
So what does a "scientific mind" do in the arts? I started making comics, but I also started trying to understand them, almost immediately. One of the most important things about comics that I discovered was that comics are a visual medium, but they try to embrace all of the senses within it. So, the different elements of comics, like pictures and words, and the different symbols and everything in between that comics presents, are all funneled through the single conduit, a vision. So we have things like resemblance, where something which resembles the physical world can be abstracted in a couple of different directions: abstracted from resemblance, but still retaining the complete meaning, or abstracted away from both resemblance and meaning towards the picture plane.
Peki, "bilimsel akıl"ın sanatta işi ne? Ben, çizgi roman yapmaya ve neredeyse eşzamanlı olarak çizgi romanı anlamaya çalışmaya başladım. Ve keşfettiğim en önemli şeylerden biri, çizgi romanın görsel bir araç olduğu ama içinde bütün duyuları bulundurmaya çalıştığı idi. Çizgi romanda bulunan, resim, kelimeler, farklı semboller ve aralarında kalan her şey gibi çeşitli öğelerin hepsi, tek görme duyusu aracılığıyla bize ulaşır. Öyleyse, benzerlik var ve fiziksel dünyaya benzeyen bir öğe bir kaç yöne doğru soyutlanabilir: benzerlikten soyutlanıp bütün anlamını saklayabilir; veya hem benzerlik hem de anlamdan soyutlanarak resim sahasına getirilebilir. Bu üç nokta, çizgi romanın
Put all these three together, and you have a nice little map of the entire boundary of visual iconography, which comics can embrace. And if you move to the right you also get language, because that's abstracting even further from resemblance, but still maintaining meaning. Vision is called upon to represent sound and to understand the common properties of those two and their common heritage as well; also, to try to represent the texture of sound to capture its essential character through visuals. There's also a balance between the visible and the invisible in comics. Comics is a kind of call and response, in which the artist gives you something to see within the panels, and then gives you something to imagine between the panels.
görsel tarafınının sınırlarını beliren birer kutuptur. Sağa doğru giderseniz, dile ulaşacaksınız çünkü dil, benzerlikten daha ileri soyutlanarak elde alınır ama anlamı saklıyor. Görme, sesi teslim etmek ve ikisinin ortak özelliklerini ve mirasını anlamak için çağrılır. Bir de, görsel içinde sesin dokumunu teslim etmek, öz karakterini kavramak için. Çizgi romanda aynı zamanda görülen ile görülmeyen arasındaki denge var. Çizgi roman, çağrı-cevap şeması üzerinde kurulur: Sanatçı size, pano içinde göreceğiniz ve panolar dışında hayal edeceğiniz öğeleri verir.
Also, another sense which comics' vision represents, and that's time. Sequence is a very important aspect of comics. Comics presents a kind of temporal map. And this temporal map was something that energizes modern comics, but I was wondering if perhaps it also energizes other sorts of forms, and I found some in history. You can see this same principle operating in these ancient versions of the same idea. What's happening is, an art form is colliding with a given technology, whether it's paint on stone, like the Tomb of Menna the Scribe in ancient Egypt, or a bas-relief sculpture rising up a stone column, or a 200-foot-long embroidery, or painted deerskin and tree bark running across 88 accordion-folded pages.
Bir de çizgi roman görmesinin teslim ettiği başka bir duyu: zaman. Sıralama, çizgi romanın çok önemli yönüdür. Çizgi roman bir zaman haritasıdır. Ve bu zaman haritası, modern çizgi romana enerji veren unsurdur. Ben ise "belki başka biçimlere de enerji veriyor" diye düşündüm ve tarih içinde buldum. Aynı fikrin eskiçağ versiyonlarında aynı ilkeyi görebilirsiniz. Sanatsal biçim, mevcut teknolojiyle uyum içindedir, ister Mısır'daki Katibin Mezarı'nda olduğu gibi taş üzerine boya olsun, ister taş sütun boyunca yukarıya doğru giden yarım kabartma olsun, ister 60 metre uzunluğunda nakış olsun, ister 88 akordeonvari katlanmış sayfa boyunca uzanan geyik derisi ve ağaç kabuğu olsun.
What's interesting is, once you hit "print" -- and this is from 1450, by the way -- all of the artifacts of modern comics start to present themselves: rectilinear panel arrangements, simple line drawings without tone, and a left-to-right reading sequence. And within 100 years, you already start to see word balloons and captions, and it's really just a hop, skip and a jump from here to here. So I wrote a book about this in '93, but as I was finishing the book, I had to do a little bit of typesetting, and I was tired of going to my local copy shop to do it, so I bought a computer. And it was just a little thing -- it wasn't good for much except text entry -- but my father had told me about Moore's law back in the '70s, and I knew what was coming. And so, I kept my eyes peeled to see if the sort of changes that happened when we went from pre-print comics to print comics would happen when we went beyond, to post-print comics.
İlginç olan şudur ki, matbaanın keşfinden, yani 1450'den itibaren tüm modern çizgi roman teknikleri görülmeye başlar: düz çizgili pano sıralanması, basit tonsuz çizgi çizmeler, soldan sağa okuma sırası. Ve 100 yıl içinde artık balonları ve başlıkları fark etmeye başlarsınız. Ve bu resimlerle çağımızın çizgi romanı arasında mesafe çok kısadır. 1993'te bunun üzerine bir kitap yazdım ve kitabı bitirecekken biraz dizgi yapmam gerekiyordu ve bitişikteki kırtasiyeye gitmekten usandığım için bilgisayar aldım. Basit bir şeydi -- metin girişi dışında pek işe yaramıyordu -- ama babam bana, 70'lerde Moore Yasası'ndan bahsettiğinden geleceğin farkındaydım. Dolayısıyla gözlerimi dört açıp matbaa öncesi çizgi romanından matbaa dönemi çizgi romanına geçişte olduğu gibi, matbaa sonrası çizgi romanına geçtiğimizde çizgi romanın aynı şekilde değişip değişmeyeceğini görmeye çalıştım.
So, one of the first things proposed was that we could mix the visuals of comics with the sound, motion and interactivity of the CD-ROMs being made in those days. This was even before the Web. And one of the first things they did was, they tried to take the comics page as is and transplant it to monitors, which was a classic McLuhanesque mistake of appropriating the shape of the previous technology as the content of the new technology. And so, what they would do is have these comic pages that resemble print comics pages, and they would introduce all this sound and motion. The problem was that if you go with this basic idea that space equals time in comics, what happens is that when you introduce sound and motion, which are temporal phenomena that can only be represented through time, they break with that continuity of presentation.
İleri sürülen ilk savlardan biri, çizgi romanın görsel tarafının o günlerde yapılan CD-ROM'ların ses, hareket ve interaktifliğiyle karıştırılabilmesi oldu. Bu İnternet öncesinde bile oldu. Ve yaptıkları ilk şeylerden biri, çizgi roman sayfasını olduğu gibi alarak ekrana taşımaları oldu. Bu da klasik McLuhan'vari bir hataydı: Önceki teknolojinin biçimini, yeni teknolojinin içeriği olarak kabul ettiler. Öyleyse, basılmış çizgi roman sayfalarına benzeyen çizgi roman sayfaları vardı ve bu sayfalara ses ve hareket eklediler. Ama şöyle bir sorun ortaya çıktı: Bu temel fikrindeysen yani çizgi romanda mekanın zaman ile eşit olduğu fikrindeysen, ve içine birer zamansal olgu olan ve sadece zaman içerisinde var olabilen ses ve hareket koyarsan, bunlar çizgi romanın akıcılığıyla çarpışıyor.
Interactivity was another thing. There were hypertext comics, but the thing about hypertext is that everything in hypertext is either here, not here, or connected to here; it's profoundly nonspatial. The distance from Abraham Lincoln to a Lincoln penny to Penny Marshall to the Marshall Plan to "Plan 9" to nine lives: it's all the same.
İnteraktiflik başka bir şeydi. Hipermetin çizgi romanı da vardı. Ama hipermetinde ya her şey buradadır, ya burada değildir, ya da buraya bağlıdır: Hipermetin, derinlemesine gayri mekansaldır. Abraham Lincoln'dan Lincoln penny'ye, Penny Marshall'a, Marshall Planı'na, "Plan 9"a, dokuz yaşama mesafe, hep aynıdır.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
But in comics, every aspect of the work, every element of the work, has a spatial relationship to every other element at all times.
Fakat çizgi romanda eserin her tarafının, her öğesinin daima her diğer öğesine mekansal bir bağlılığı vardır.
So the question was: Was there any way to preserve that spatial relationship while still taking advantage of all of the things that digital had to offer us? And I found my personal answer for this in those ancient comics that I was showing you. Each of them has a single unbroken reading line, whether it's going zigzag across the walls or spiraling up a column or just straight left to right, or even going in a backwards zigzag across those 88 accordion-folded pages, the same thing is happening; that is, that the basic idea that as you move through space you move through time, is being carried out without any compromise, but there were compromises when print hit. Adjacent spaces were no longer adjacent moments, so the basic idea of comics was being broken again and again and again and again.
Ve şu soru belirdi: Bu mekansal bağlılığı muhafaza etmenin ve aynı zamanda dijital çağın bize sunduğu tüm fırsatlardan istifade etmenin bir yolu var mı? Ben kendi kişisel cevabımı size göstermiş olduğum eski çağ çizgi romanlarda buldum. Onlardan her birisinde, tek, aralıksız okuma çizgisi var, ister duvarlar üzerinde zikzak olsun, ister sütun boyunca yükselen helezon olsun, ister soldan sağa, ister 88 akordeonvari sayfa boyunca geriye giden zikzak olsun. Bütün bunlarda aynı şey oluyor, ki bu temel bir fikirdir: Mekan içinde hareket ettikçe, zaman içinde de hareket ediyorsun fikri, istisna olmaksızın beliriyor. İstisnalar, matbaa ile birlikte başladı. Bitişik yerler, bitişik anlar değildi artık ve çizgi romanın temel fikri reddediliyordu tekrar tekrar, tekrar tekrar. Ben de şöyle düşündüm:
And I thought, OK, well, if that's true, is there any way, when we go beyond today's print, to somehow bring that back? Now, the monitor is just as limited as the page, technically, right? It's a different shape, but other than that, it's the same basic limitation. But that's only if you look at the monitor as a page, but not if you look at the monitor as a window.
Peki, bu doğruysa günümüzün matbaasının ötesine giderek bunu geri getirmemizin bir yolu var mı? Şimdi ekran, teknik olarak sayfa kadar sınırlıdır, değil mi? Şekli farklıdır ama bunun dışında aynı temel sıralama söz konusudur. Ama bu yalnızca ekrana sayfa muamelesi yaparsanız geçerlidir. Ekranı bir pencere olarak görürseniz, geçerli değildir.
And that's what I propose, that perhaps we could create these comics on an infinite canvas, along the X axis and the Y axis and staircases. We could do circular narratives that were literally circular. We could do a turn in a story that was literally a turn. Parallel narratives could be literally parallel. X, Y and also Z. So I had all these notions. This was back in the late '90s, and other people in my business thought I was pretty crazy, but a lot of people then went on and actually did it. I'm going to show you a couple now.
Ve ben şunu teklif ettim: Belki çizgi romanları sonsuz bir tuval üzerinde yapabilirdik, X ve Y eksenleri ve merdivenler boyunca. Kelimenin tam anlamıyla döngüsel hikayeler kurabilirdik. Hikayede kelimenin tam anlamıyla dönüşleri yapabilirdik. Gerçekten paralel olacak paralel anlatılar. X, Y, bir de Z. Geç 1990'larda bütün bu sezilerim vardı Ve meslektaşlarım beni oldukça çılgın sandı ama pek çok kişi, devam ederek sezdiklerimi gerçekleştirdi. Şimdi bir kaç örnek göstereceğim.
This was an early collage comic by a fellow named Jasen Lex. And notice what's going on here. What I'm searching for is a durable mutation -- that's what all of us are searching for. As media head into this new era, we are looking for mutations that are durable, that have some sort of staying power. Now, we're taking this basic idea of presenting comics in a visual medium, and we're carrying it through all the way from beginning to end. That's that entire comic you just saw, up on the screen right now. But even though we're only experiencing it one piece at a time, that's just where the technology is right now. As the technology evolves, as you get full immersive displays and whatnot, this sort of thing will only grow; it will adapt. It will adapt to its environment; it's a durable mutation.
Jason Lex adındaki meslektaşımın yaptığı erken bir kolaj çizgi roman bu. Burada neyin olup bittiğini fark edin. Benim aradığım, hepimizin aradığı şey, kalıcı bir değişimdir. Medya bu yeni çağa girerken biz değişimleri arıyoruz, kalıcı, kalma gücü olan değişimleri. Şimdi bu basit fikri, görsel bir araç içerisinde çizgi romanı sunma fikrini benimseyip çizgi romana başından sonuna kadar görsel araç muamelesi yapıyoruz. Biraz önce gördüğünüz çizgi romanın bütünü şu an ekranda. Gerçi onu yalnızca küçük parçalarla algılayabiliyoruz ama bu, teknolojinin şu an bulunduğu yerden dolayı böyledir. Teknoloji geliştiği, tamamen kaptıran görünüşleri ve bilmem neleri elde ettiğimiz sürece bu gibi şeyler de gelişecektir. Benimsenecek, çevresine uydurulacak: Kalıcı bir değişim olacak.
Here's another one. This is by Drew Weing; this is called "'Pup' Ponders the Heat Death of the Universe." See what's going on here as we draw these stories on an infinite canvas is you're creating a more pure expression of what this medium is all about. We'll go by this a little quickly. You get the idea. I just want to get to the last panel.
Başka bir çizgi romanı göstereceğim size. Drew Weing'in yaptığı, adı "Pop, Evrenin Isıl Ölümü Üzerine Kafa Yoruyor" olan bir çizgi roman. Burada neyin olup bittiğine bakın: Sonsuz tuval üzerinde çizdiğimizde aracın kendisiyle ilgili saf bir dışavurum yaratıyoruz. Bunu çabuk gözden geçireceğiz: Anlıyorsunuzdur. Son panoya gelmek istiyorum sadece...
[Cat 1: Pup! Earth to Pup! Cat 2: Come play baseball with us!]
(Gülüşmeler)
(Laughter)
Buyurun.
[Pup: Did either of you realize that eventually the universe will be nothing but a thin, cold gas spread across infinite, lonely space?]
(Gülüşmeler) (Gülüşmeler)
[Cat 1: Oh ... Cat 2: We'd better hurry, then!]
(Laughter)
Just one more. Talk about your infinite canvas. It's by a guy named Daniel Merlin Goodbrey, in Britain.
Bir tane daha. Hani sonsuz tuval. Daniel Merlin Goodbrey adlı bir İngiliz tarafından yapıldı.
Why is this important? I think this is important because media -- all media -- provide us a window back into our world. Now, it could be that motion pictures and eventually, virtual reality, or something equivalent to it, some sort of immersive display, is going to provide us with our most efficient escape from the world that we're in. That's why most people turn to storytelling, to escape. But media provides us with a window back into the world we live in. And when media evolve so that the identity of the media becomes increasingly unique -- because what you're looking at is comics cubed, you're looking at comics that are more comics-like than they've ever been before -- when that happens, you provide people with multiple ways of reentering the world through different windows. And when you do that, it allows them to triangulate the world they live in and see its shape. That's why I think this is important. One of many reasons, but I've got to go now. Thank you for having me.
Peki, bu niçin önemli? Bence, medya, tüm medya, bize dünyamıza geri bakan bir pencere verdiği için önemlidir. Şimdi, belki bir gün filmler, nihayet de sanal gerçeklik veya bir karşılığı, yani bizi tamamen kaptıran bir araç, bize bulunduğumuz dünyadan en etkili kaçış yolunu verecektir. Çoğu insanın hikaye anlatmaya başvurmasının nedeni, kaçma isteğidir zaten. Ama medya bize, yaşadığımız dünyaya geri bakan bir pencere veriyor. Ve medya geliştikçe kimliği giderek daha çok benzersiz olmaya başlar. Çünkü şu an küplü çizgi romana bakıyorsunuz. Her zamankinden daha çok kendine özgü bir çizgi romana bakıyorsunuz. Böyle bir şey olunca insanlara, dünyaya çeşitli pencerelerden geri dönmenin çok fazla yolunu veriyorsunuz. Ve bunu yaptığınızda onlara dünyaya düzen verme fırsatını, dünyanın şeklini görme fırsatını veriyorsunuz. Bu yüzden bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, bir çok nedenden biri ama şimdi gitmem lazım. Teşekkürler.