So today I'm going to talk to you about the rise of collaborative consumption. I'm going to explain what it is and try and convince you -- in just 15 minutes -- that this isn't a flimsy idea, or a short-term trend, but a powerful cultural and economic force reinventing not just what we consume, but how we consume.
Bugün sizlerle işbirliğine dayalı tüketim hakkında konuşacağım. Bunun ne olduğunu anlatmaya ve sizleri ikna etmeye çalışacağım: -- sadece 15 dakikada -- bunun ucuz bir fikir veya kısa dönemli bir eğilim olmayıp, sadece ne tükettiğimizi değil, aynı zamanda nasıl tükettiğimizi yeniden tanımlayan güçlü bir kültürel ve ekonomik güç olduğuna.
Now I'm going to start with a deceptively simple example. Hands up -- how many of you have books, CDs, DVDs, or videos lying around your house that you probably won't use again, but you can't quite bring yourself to throw away? Can't see all the hands, but it looks like all of you, right? On our shelves at home, we have a box set of the DVD series "24," season six to be precise. I think it was bought for us around three years ago for a Christmas present. Now my husband, Chris, and I love this show. But let's face it, when you've watched it once maybe, or twice, you don't really want to watch it again, because you know how Jack Bauer is going to defeat the terrorists. So there it sits on our shelves obsolete to us, but with immediate latent value to someone else. Now before we go on, I have a confession to make. I lived in New York for 10 years, and I am a big fan of "Sex and the City." Now I'd love to watch the first movie again as sort of a warm-up to the sequel coming out next week. So how easily could I swap our unwanted copy of "24" for a wanted copy of "Sex and the City?" Now you may have noticed there's a new sector emerging called swap-trading. Now the easiest analogy for swap-trading is like an online dating service for all your unwanted media. What it does is use the Internet to create an infinite marketplace to match person A's "haves" with person C's "wants," whatever they may be.
Şimdi aldatıcı bir şekilde kolay bir örnekle başlayacağım. Eller havaya - Kaç kişinin evinde ortalıkta dolaşan muhtemelen bir daha kullanmayacağınız ama atmaya da bir türlü kıyamadığınız kitaplar, CD'ler, DVD'ler veya kasetler var? Bütün elleri göremiyorum, ama herkes kaldırmış gibi gözüküyor. Bizim evde, raflarda "24" dizisinin DVD'leri var -- sezon 6'nın açık konuşmak gerekirse. Sanırsam üç yıl önce bize Noel hediyesi olarak verilmişti. Kocam Chris ve ben bu diziye bayılıyoruz. Ama kabul edelim, bir kere izlediğinizde -- veya iki kere olabilir -- bir daha seyretmeyi hakikaten istemiyorsunuz, çünkü Jack Bauer'in teröristleri nasıl alt edeceğini biliyorsunuz. Böylece raflarda duruyor bizim için eskimiş, ama bir başkası için anında değeri olan bir şey. Devam etmeden önce bir itirafta bulunmam gerek. New York'ta 10 yıl yaşadım, ve "Sex and the City"nin büyük bir hayranıyım. Bunun ilk filmini haftaya gelecek olan bölüme ısınma amacıyla tekrar izlemeyi çok isterdim. Yani bizim istenmeyen "24" kopyasını nasıl en kolay bir şekilde istenen "Sex and the City" kopyasıyla takas edebilirim? Sizin de fark edeceğiniz gibi takas ticareti denen yeni bir sektör var. Takas ticareti için en kolay benzetme istenmeyen bütün medyanız için online arkadaş bulma servisi gibidir. Yaptığı şey interneti kullanarak sınırsız bir pazar oluşturmak ve A kişisinin sahip oldukları ile C kişisinin istediklerini, bunlar ne olursa olsun eşleştirmektir.
The other week, I went on one of these sites, appropriately called Swaptree, and there were over 59,300 items that I could instantly swap for my copy of "24." Lo and behold, there in Reseda, CA was Rondoron who wanted swap his or her "like new" copy of "Sex and the City" for my copy of "24." So in other words, what's happening here is that Swaptree solves my carrying company's sugar rush problem, a problem the economists call "the coincidence of wants," in approximately 60 seconds. What's even more amazing is it will print out a postage label on the spot, because it knows the way of the item. Now there are layers of technical wonder behind sites such as Swaptree, but that's not my interest, and nor is swap trading, per se.
Geçen hafta, bu sitelerden birisine girdim, uygun bir şekilde Swaptree(Takasağacı) denmişti. Ve orada 59,300'den fazla şeyi anında benim "24" kopyam ile takas edebiliyordum. Şansa bak ki, Reseda, CA(California)'da rondoron(kullanıcı adı,rumuz) kendisinin "yeni gibi" "Sex and the City" kopyasını benim "24" kopyam ile takas etmek istiyordu. Başka bir deyişle, burada olan şey Swaptree'nin taşıyıcı firmamın şeker sarhoşluğu problemini, ekonomistlerin deyimiyle "isteklerin tesadüfü" problemini aşağı yukarı 60 saniyede çözmüş olmasıdır. Daha da hayret verici olan ise satın alma etiketinin o dakikada basılacak olması çünkü sistem (Swaptree) o şeyin ağırlını biliyor. Şimdi Swaptree gibi sitelerin ardında teknik harikalık katmanları var, ama benim ilgimi çeken bu değil, ve takas ticareti de değil tek başına.
My passion, and what I've spent the last few years dedicated to researching, is the collaborative behaviors and trust-mechanics inherent in these systems. When you think about it, it would have seemed like a crazy idea, even a few years ago, that I would swap my stuff with a total stranger whose real name I didn't know and without any money changing hands. Yet 99 percent of trades on Swaptree happen successfully, and the one percent that receive a negative rating, it's for relatively minor reasons, like the item didn't arrive on time.
Benim tutkum ve son birkaç yılı araştırmaya adadığım şey, işbirlikçi davranışlar ve bu sistemler içerisindeki güven mekanizmaları. Düşündüğünüzde, çılgınca bir fikir gibi gelebilir, hatta birkaç yıl öncesine kadar, gerçek ismini bilmediğim tamamen yabancı biriyle herhangi bir para değiş tokuşu olmadan eşyalarımı takas edeceğim fikri. Swaptree'deki ticaretin yüzde 99'u başarıyla gerçekleşiyor. Ve olumsuz derecelendirilen yüzde birlik kısım, görece ufak nedenlerden dolayı, ürünün zamanında ulaşmaması gibi.
So what's happening here? An extremely powerful dynamic that has huge commercial and cultural implications is at play. Namely, that technology is enabling trust between strangers. We now live in a global village where we can mimic the ties that used to happen face to face, but on a scale and in ways that have never been possible before. So what's actually happening is that social networks and real-time technologies are taking us back. We're bartering, trading, swapping, sharing, but they're being reinvented into dynamic and appealing forms. What I find fascinating is that we've actually wired our world to share, whether that's our neighborhood, our school, our office, or our Facebook network, and that's creating an economy of "what's mine is yours." From the mighty eBay, the grandfather of exchange marketplaces, to car-sharing companies such as GoGet, where you pay a monthly fee to rent cars by the hour, to social lending platforms such as Zopa, that will take anyone in this audience with 100 dollars to lend, and match them with a borrower anywhere in the world, we're sharing and collaborating again in ways that I believe are more hip than hippie. I call this "groundswell collaborative consumption."
Peki burada ne oluyor? Muazzam ticari ve kültürel çıkarımlara sahip inanılmaz derecede güçlü bir dinamik oyunda. Şöyle ki, teknoloji yabancılar arasında güveni sağlıyor. Artık global bir köyde yaşıyoruz, eskiden yüz yüze olagelen bağları taklit ettiğimiz bir yerde ama daha önce asla mümkün olmayan bir düzeyde ve şekilde. Yani aslında gerçekten olan şey, sosyal ağlar ve gerçekte zamanlı teknolojiler bizi geçmişe götürüyor. Değiş tokuş ediyoruz, ticaret yapıyoruz, takas ediyoruz, paylaşıyoruz ama bunlar dinamik ve çekici şekillerde yeniden keşfediliyor. Büyüleyici bulduğum şey, aslında dünyamızı paylaşma üzerine kurguluyoruz, mahallemiz ya da okulumuz olsun, ofisimiz ya da Facebook ağımız olsun. Ve bu da benim olan senindir ekonomisini doğuruyor. Değiş tokuş pazarının büyükbabası olan büyük eBay'den GoGet gibi saat başı kiraladığınız arabaya aylık ödeme yaptığınız araba paylaşım şirketlerine, Zopa gibi izleyiciler arasında herhangi birinin borç vereceği 100 dolarla dünyanın herhangi bir yerindeki borç alacak kişiyi karşılaştıran sosyal borç verme sitelerine, yeniden paylaşıyor ve hippiden daha hip (popüler) olduğuna inandığım bir şekilde işbirliği yapıyoruz. Bunu yayılan işbirlikçi tüketim olarak adlandırıyorum.
Now before I dig into the different systems of collaborative consumption, I'd like to try and answer the question that every author rightfully gets asked, which is, where did this idea come from? Now I'd like to say I woke up one morning and said, "I'm going to write about collaborative consumption," but actually it was a complicated web of seemingly disconnected ideas. Over the next minute, you're going to see a bit like a conceptual fireworks display of all the dots that went on in my head. The first thing I began to notice: how many big concepts were emerging -- from the wisdom of crowds to smart mobs -- around how ridiculously easy it is to form groups for a purpose. And linked to this crowd mania were examples all around the world -- from the election of a president to the infamous Wikipedia, and everything in between -- on what the power of numbers could achieve.
Şimdi farklı işbirlikçi tüketim sistemlerine dalmadan önce, her yazara haklı olarak sorulan soruyu yanıtlamaya çalışacağım, ki o da bu fikrin nereden geldiği sorusu. Şimdi bir sabah kalktım ve 'İşbirlikçi tüketim hakkında yazmak istiyorum' dedim demek isterdim. Ama aslında bağlantısız gibi görünen fikirlerin karmaşık bir ağıydı. Gelecek bir dakikada, kafamın içindeki tüm noktaların kavramsal bir havai fişek gösterisi gibi sergilendiğini biraz göreceksiniz. İlk fark etmeye başladığım şey: - kalabalıkların bilgeliğinden zeki ayaktakımına - ne kadar büyük kavramların ortaya çıktığı, bir amaç için gruplar oluşturmanın saçma bir biçimde ne kadar kolay olduğu. Ve bu kalabalık çılgınlığına bağlı olarak tüm dünyadan örnekler verilebilir- bir başkanın seçiminden adı çıkmış Wikipedia'ya ve aralarındaki her şeye kadar - sayıların gücünün neler başarabileceğini gösteren.
Now, you know when you learn a new word, and then you start to see that word everywhere? That's what happened to me when I noticed that we are moving from passive consumers to creators, to highly enabled collaborators. What's happening is the Internet is removing the middleman, so that anyone from a T-shirt designer to a knitter can make a living selling peer-to-peer. And the ubiquitous force of this peer-to-peer revolution means that sharing is happening at phenomenal rates. I mean, it's amazing to think that, in every single minute of this speech, 25 hours of YouTube video will be loaded. Now what I find fascinating about these examples is how they're actually tapping into our primate instincts. I mean, we're monkeys, and we're born and bred to share and cooperate. And we were doing so for thousands of years, whether it's when we hunted in packs, or farmed in cooperatives, before this big system called hyper-consumption came along and we built these fences and created out own little fiefdoms. But things are changing, and one of the reasons why is the digital natives, or Gen-Y. They're growing up sharing -- files, video games, knowledge. It's second nature to them. So we, the millennials -- I am just a millennial -- are like foot soldiers, moving us from a culture of "me" to a culture of "we."
Peki, bilirsiniz yeni bir kelimeyi öğrendiğinizde ve sonra o kelimeyi her yerde görmeye başlarsınız? Bana olan da buydu, pasif alıcılardan yaratıcılara, hayli etkin işbirlikçilere doğru değiştiğimizi fark ettiğimde. Olan şu, internet aracıyı ortadan kaldırıyor, böylece T-shirt tasarımcısından örgü örene kadar herkes birebir kazanç elde edebiliyor. Ve bu her yerde ve zamanda bulunabilen denkler arası devrim paylaşımın inanılmaz düzeylerde olduğu anlamına geliyor. Yani, bu konuşmanın her bir dakikasında, 25 saatlik YouTube videosunun yüklendiğini düşünmez harika. Benim bu örneklerde büyüleyici bulduğum şey bizim primat içgüdülerimize tam olarak nasıl dokundukları. Yani, bizler maymunuz, ve paylaşmak ve işbirliği yapmak için doğduk. Ve binlerce yıldır öyle yapıyoruz, sürü halinde avlandığımızda ya da kooperatiflerde tarım yaptığımızda, bu hiper-tüketim denen sistem ortaya çıkmadan önce ve bu çitleri kurmadan ve kendi küçük derebeyliğimizi kurmadan önce. Ama bazı şeyler değişiyor, bunun nedenlerinden biri dijital yerliler, ya da gen-Y'ler. Paylaşarak büyüyorlar - dokümanlar, video oyunları, bilgi; onların ikinci bir doğası gibi. Yani biz, bin yıllıklar - ben bir bin yıllığım - piyade erleri gibiyiz, bizi ben kültüründen alıp biz kültürüne taşıyan.
The reason why it's happening so fast is because of mobile collaboration. We now live in a connected age where we can locate anyone, anytime, in real-time, from a small device in our hands. All of this was going through my head towards the end of 2008, when, of course, the great financial crash happened. Thomas Friedman is one of my favorite New York Times columnists, and he poignantly commented that 2008 is when we hit a wall, when Mother Nature and the market both said, "No more." Now we rationally know that an economy built on hyper-consumption is a Ponzi scheme. It's a house of cards. Yet, it's hard for us to individually know what to do.
Bunun bu kadar hızlı olmasının nedeni mobil işbirliği nedeniyledir. Artık bağlı bir çağda yaşıyoruz, herhangi birinin, herhangi bir zamanda, gerçek zamanda elimizdeki küçük cihazla yerini tespit edebileceğimiz bir zaman. Tüm bunlar kafamdan 2008'in sonuna doğru, elbette büyük ekonomik kriz olduğunda geçiyordu. Thomas Friedman benim ne sevdiğim New York Times köşe yazarlarındandır, ve etkili bir şekilde doğa ana ve pazarın birlikte 'daha fazla yok' dediği bir anda 2008'in olduğunu söyledi. Biz mantıklı bir şekilde hiper-tüketim üzerine kurulmuş bir ekonominin bir saadet zinciri olduğunu biliyoruz; kağıttan bir ev. Dahası, bizim için bireysel olarak ne yaptığımızı bilmek zor.
So all of this is a lot of twittering, right? Well it was a lot of noise and complexity in my head, until actually I realized it was happening because of four key drivers. One, a renewed belief in the importance of community, and a very redefinition of what friend and neighbor really means. A torrent of peer-to-peer social networks and real-time technologies, fundamentally changing the way we behave. Three, pressing unresolved environmental concerns. And four, a global recession that has fundamentally shocked consumer behaviors. These four drivers are fusing together and creating the big shift -- away from the 20th century, defined by hyper-consumption, towards the 21st century, defined by collaborative consumption. I generally believe we're at an inflection point where the sharing behaviors -- through sites such as Flickr and Twitter that are becoming second nature online -- are being applied to offline areas of our everyday lives. From morning commutes to the way fashion is designed to the way we grow food, we are consuming and collaborating once again.
Yani tüm bunlar birçok twitleme demek, değil mi? Peki, kafamda çok fazla gürültü ve karmaşa vardı, ta ki ben bunun dört ana faktörden dolayı olduğunu anlayana kadar. Bir, topluluğun önemine dair yenilenmiş bir inanç, ve arkadaş ve komşunun gerçekten yeniden tanımlanması. Davranış şeklimizi köklü bir şekilde değiştiren denkler arası sosyal ağların ve gerçek zamanlı teknolojilerin bir sağanağı. Üç, çözülmemiş çevresel endişelerin baskısı. Ve dört, tüketici davranışlarını kökten bir şekilde şoka uğratan global bir durgunluk. Bu dört faktör birlikte eriyerek büyük bir değişim yaratıyorlar - hiper-tüketimle tanımlanmış 20. yüzyıldan uzakta, işbirlikçi tüketimle tanımlanmış 21. yüzyıla doğru bir kayma. Genel olarak bir kırılma noktasında olduğumuza inanıyorum, paylaşma davranışlarının çevrimiçi alışkanlıklar haline gelen Flickr ve Twitter gibi siteler aracılığıyla - günlük hayatımızın çevrimdışı alanlarına da uygulanacağına inanıyorum. Sabah işe gitmekten modanın tasarlanma şekline, yiyecek yetiştirme şekline kadar, tüketiyoruz ve bir kez daha işbirliği yapıyoruz.
So my co-author, Roo Rogers, and I have actually gathered thousands of examples from all around the world of collaborative consumption. And although they vary enormously in scale, maturity and purpose, when we dived into them, we realized that they could actually be organized into three clear systems. The first is redistribution markets. Redistribution markets, just like Swaptree, are when you take a used, or pre-owned, item and move it from where it's not needed to somewhere, or someone, where it is. They're increasingly thought of as the fifth 'R' -- reduce, reuse, recycle, repair and redistribute -- because they stretch the life cycle of a product and thereby reduce waste.
Birlikte yazdığımız arkadaşım Roo Rogers ve ben aslında tüm dünyadan işbirlikçi tüketim ile ilgili binlerce örneği bir araya getirdik. Ve büyük ölçüde olgunluk ve amaç açısından farklılık gösterseler de, içine daldığımızda, aslında üç açık sisteme bölünmüş şekilde düzenlenebileceklerini fark ettik. İlki, yeniden dağıtım pazarları. Yeniden dağıtım pazarları - Swaptree gibi - kullanılmış ya da başkasının olan ürünü aldığınızda ve ihtiyaç duyulmayan yerden alarak olduğu yere ya da kişiye ulaştırdığınız yerler. Giderek daha fazla beşinci 'R' olarak düşünülüyorlar - azalt, yeniden kullan, dönüştür, tamir et ve yeniden dolaşıma sok - çünkü bir ürünün yaşam döngüsünü uzatıyorlar ve bu şekilde atığı azaltıyorlar.
The second is collaborative lifestyles. This is the sharing of resources of things like money, skills and time. I bet, in a couple of years, that phrases like "coworking" and "couchsurfing" and "time banks" are going to become a part of everyday vernacular. One of my favorite examples of collaborative lifestyles is called Landshare. It's a scheme in the U.K. that matches Mr. Jones, with some spare space in his back garden, with Mrs. Smith, a would-be grower. Together they grow their own food. It's one of those ideas that's so simple, yet brilliant, you wonder why it's never been done before.
İkincisi işbirlikçi yaşam şekilleri. Bu, para, yetenek ve zaman gibi şeylerin paylaşımı ve kaynakları. İddiaya girerim ki, birkaç yıl içinde, birlikte çalışma ve kanepe sörfü ve zaman bankaları gibi ifadeler günlük dilin bir parçası haline gelecek. Benim işbirlikçi yaşam şekillerine en favori örneklerimden biri toprakpaylaşımı. İngiltere'den bir proje, arka bahçesinde fazladan biraz yer olan Bay Jones'u, bir şey yetiştirmek isteyen Bayan Smith ile eşleştiriyor. Birlikte kendi yiyeceklerini üretiyorlar. Çok basit, ancak çok parlak şu fikirlerden bir tanesi, neden daha önce düşünülmediğine şaşarsınız.
Now, the third system is product-service systems. This is where you pay for the benefit of the product -- what it does for you -- without needing to own the product outright. This idea is particularly powerful for things that have high-idling capacity. And that can be anything from baby goods to fashions to -- how many of you have a power drill, own a power drill? Right. That power drill will be used around 12 to 13 minutes in its entire lifetime. (Laughter) It's kind of ridiculous, right? Because what you need is the hole, not the drill. (Laughter) (Applause) So why don't you rent the drill, or, even better, rent out your own drill to other people and make some money from it? These three systems are coming together, allowing people to share resources without sacrificing their lifestyles, or their cherished personal freedoms. I'm not asking people to share nicely in the sandpit.
Üçüncü sistem ise ürün servis sistemleri. Bu ürünün yararına ödeme yaptığınız yer - size faydası - anında ürüne sahip olmanız gerekmiyor. Bu özellikle boşta çalışma kapasitesi olan şeyler için güçlü bir fikir. Ve bebek eşyalarından kılık kıyafete kadar her şey olabilir - Kaçınızın elektrikli matkabı var? Elektrikli matkap? Tabii. Bu elektrikli matkap tüm hayatı boyunca sadece 12 ila 13 dakika kullanılacak. (Gülüşmeler) Biraz saçma, değil mi? Çünkü ihtiyacınız olan delik, matkap değil. (Gülüşmeler) (Alkışlar) Peki neden matkabı kiralamıyorsunuz, ya da daha iyisi, kendi matkabınızı diğerlerine kiralayıp biraz para kazanmıyorsunuz? Bu üç sistem ortak noktada buluşuyorlar, insanlara yaşam tarzlarından ya da kıymet verdikleri kişisel özgürlüklerinden vazgeçmeden kaynaklarını kullanma izni veriyorlar. İnsanlardan kum havuzunda uslu bir şekilde paylaşmalarını istemiyorum.
So I want to just give you an example of how powerful collaborative consumption can be to change behaviors. The average car costs 8,000 dollars a year to run. Yet, that car sits idle for 23 hours a day. So when you consider these two facts, it starts to make a little less sense that we have to own one outright. So this is where car-sharing companies such as Zipcar and GoGet come in. In 2009, Zipcar took 250 participants from across 13 cities -- and they're all self-confessed car addicts and car-sharing rookies -- and got them to surrender their keys for a month. Instead, these people had to walk, bike, take the train, or other forms of public transport. They could only use their Zipcar membership when absolutely necessary. The results of this challenge after just one month was staggering. It's amazing that 413 lbs were lost just from the extra exercise. But my favorite statistic is that 100 out of the 250 participants did not want their keys back. In other words, the car addicts had lost their urge to own.
Size işbirlikçi tüketimin davranış değişikliğinde ne kadar güçlü olduğuna dair sadece bir örnek vereceğim. Ortalama bir arabanın yıllık maliyeti 8.000 dolardır. Üstelik, bu araba günde 23 saat durmaktadır. İşte bu iki gerçeği değerlendirirseniz, bir tanesine sahip olmak açıkça daha az mantıklı gelmeye başlar. İşte bu Zipcar ve GoGet gibi araba paylaşım şirketlerinin ortaya çıktığı andır. 2009'da, Zipcar 13 şehirdeki 250 katılımcıyı aldı ve hepsi de araba bağımlısı olduğunu itiraf ediyordu ve araba paylaşımında acemiydi - bir ay boyunca anahtarlarından vazgeçmelerini sağladı. Yerine, bu insanlar yürümek, bisiklete, trene binmek ya da diğer toplu taşıma yöntemlerini kullanmak zorundaydı. Sadece gerekli olduğunda Zipcar üyeliklerini kullanabileceklerdi. Sadece bir aylık bu deneyin sonuçları sarsıcıydı. Sadece fazladan egzersizden dolayı 187 kg kaybedilmesi inanılmazdı. Ama benim en sevdiğim istatistik şuydu, 250 katılımcıdan 100'ü anahtarlarını geri istemedi. Diğer bir deyişle, araba bağımlıları sahip olma arzularını kaybetmişlerdi.
Now products-service systems have been around for years. Just think of libraries and laundrettes. But I think they're entering a new age, because technology makes sharing frictionless and fun. There's a great quote that was written in the New York Times that said, "Sharing is to ownership what the iPod is to the 8-track, what solar power is to the coal mine." I believe also, our generation, our relationship to satisfying what we want is far less tangible than any other previous generation. I don't want the DVD; I want the movie it carries. I don't want a clunky answering machine; I want the message it saves. I don't want a CD; I want the music it plays. In other words, I don't want stuff; I want the needs or experiences it fulfills. This is fueling a massive shift from where usage trumps possessions -- or as Kevin Kelly, the editor of Wired magazine, puts it, "where access is better than ownership."
Ürün servis sistemleri yıllardır kullanılıyor. Kütüphaneleri ve çamaşırhaneleri düşünün. Ancak yeni bir çağa girdiklerini düşünüyorum, çünkü teknoloji paylaşımı zorlamadan ve eğlenceli hale getiriyor. New York Times'ta yazılmış harika bir alıntı var, şöyle diyor, 'Paylaşıma karşı mülkiyet, iPod'a karşı 8-kanallı, güneş enerjisine karşı kömür madeni demektir.' Ben de inanıyorum, bizim neslimiz, bizim istediğimizi tatmin edecek olanla ilişkimiz daha önce gelen nesillerden çok daha az somut. DVD'yi istemiyorum, içindeki filmi istiyorum. Hantal bir telesekreter istemiyorum, sakladığı mesajı istiyorum. CD istemiyorum, çaldığı müziği istiyorum. Diğer bir deyişle, şeyleri istemiyorum, karşılayacağı ihtiyaçları ve deneyimleri istiyorum. Bu büyük bir değişimi besliyor, kullanımın sahip olmayı gölgede bıraktığı yerden - ya da Wired dergisi editörü Kevin Kelly'nin söylediği gibi, 'Ulaşımın sahip olmaktan daha iyi olduğu.'
Now as our possessions dematerialize into the cloud, a blurry line is appearing between what's mine, what's yours, and what's ours. I want to give you one example that shows how fast this evolution is happening. This represents an eight-year time span. We've gone from traditional car-ownership to car-sharing companies, such as Zipcar and GoGet, to ride-sharing platforms that match rides to the newest entry, which is peer-to-peer car rental, where you can actually make money out of renting that car that sits idle for 23 hours a day to your neighbor. Now all of these systems require a degree of trust, and the cornerstone to this working is reputation.
Sahip olduklarımız bir buluta dönüştükçe, bulanık bir çizgi ortaya çıkıyor, benim olan ile senin olan arasında ve bizim olan arasında. Bu evrimin ne kadar hızlı olduğuna dair bir örnek vermek istiyorum. Bu sekiz yıllık bir zaman dilimini anlatıyor. Geleneksel araba mülkiyetinden, araba paylaşım şirketlerine - Zipcar ve GoGet gibi - en yeni giriş ile eşleştirildiği, denklerin araba kiralaması şeklinde olan yol paylaşma platformlarına, buralarda aslında günde 23 saat kullanılmadan duran arabayı komşunuza kiralayarak para kazanabilirsiniz. Şimdi elbette tüm bu sistemler bir derece güven gerektiriyor ve bu işleyişin mihenk taşı itibar.
Now in the old consumer system, our reputation didn't matter so much, because our credit history was far more important that any kind of peer-to-peer review. But now with the Web, we leave a trail. With every spammer we flag, with every idea we post, comment we share, we're actually signaling how well we collaborate, and whether we can or can't be trusted. Let's go back to my first example, Swaptree. I can see that Rondoron has completed 553 trades with a 100 percent success rate. In other words, I can trust him or her. Now mark my words, it's only a matter of time before we're going to be able to perform a Google-like search and see a cumulative picture of our reputation capital. And this reputation capital will determine our access to collaborative consumption. It's a new social currency, so to speak, that could become as powerful as our credit rating.
Eski tüketici sisteminde, itibarınız çok da fazla önemli değildir, çünkü her hangi bir denk değerlendirmesinde kredi geçmişiniz çok daha önemlidir. Ama şimdi Web'le, bir iz bırakıyoruz. İşaretlediğimiz her spam yollayanla, postaladığımız her fikirle, paylaştığımız her yorumla aslında ne kadar iyi işbirliği ettiğimizi ve güvenilir olup olmadığımızı işaretliyoruz. Haydi ilk örneğime geri dönelim, Swaptree. Rondoron'un yüzde yüz başarıyla 553 alışveriş gerçekleştirdiğini görebiliyorum. Diğer bir deyişle, kadın ya da erkek, ona güvenebilirim. Şimdi sözlerime dikkat edin, Google benzeri bir arama yapıp itibarımızın tümünü görebildiğimiz bir döküm göreceğimiz zaman çok da uzak değil. Ve bu itibar dökümü işbirlikçi tüketime ulaşmamızı belirleyecek. Bu yeni bir sosyal para birimi, denilebilir, bizim kredi değerlendirmemiz kadar güçlü olabilecek bir birim.
Now as a closing thought, I believe we're actually in a period where we're waking up from this humongous hangover of emptiness and waste, and we're taking a leap to create a more sustainable system built to serve our innate needs for community and individual identity. I believe it will be referred to as a revolution, so to speak -- when society, faced with great challenges, made a seismic shift from individual getting and spending towards a rediscovery of collective good. I'm on a mission to make sharing cool. I'm on a mission to make sharing hip. Because I really believe it can disrupt outdated modes of business, help us leapfrog over wasteful forms of hyper-consumption and teach us when enough really is enough.
Şimdi, kapanış düşüncesi olarak, aslında muazzam boşluk ve tükenmişliğin mahmurluğundan uyandığımız bir dönemde olduğumuza inanıyorum, ve toplum ve bireysel kimliğimize hizmet eden içsel ihtiyaçlarımız için kurulmuş daha sürdürülebilir bir sistem yaratmak için bir atılım yapıyoruz. Bir devrim olarak nitelendirileceğine inanıyorum, deyim yerindeyse -- toplum büyük zorluklarla yüz yüze kaldığında, kişinin alması ve harcamasından ortak kazanca doğru deprem gücünde bir yön değiştirme gerçekleştiriyor. Paylaşımı mükemmel kılmak benim misyonum. Paylaşımı moda haline getirmek benim misyonum. Çünkü gerçekten çağdışı iş yapma biçimlerini altüst edeceğine, aşırı-tüketimin savurgan şekillerini aşmamıza yardım edeceğine ve yeterlinin ne zaman yeterli olacağını öğreteceğine inanıyorum.
Thank you very much.
Çok teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)