Priya Vulchi: Four years ago, we really thought we understood racism. Just like many of you here today, we had experienced and heard stories about race, about prejudice, discrimination and stereotyping and we were like, "We get it, racism, we got it, we got it." But we weren't even close.
Priya Vulchi: Dört yıl önce gerçekten de ırkçılığı anladığımızı düşünüyorduk. Tıpkı birçoğunuz gibi ırka, önyargıya, ayrımcılığa ve basmakalıp örneklere dair bir şeyler yaşadık, hikâyeler duyduk ve "Irkçılığı anlıyoruz, anladık, anladık" şeklinde dolanıyorduk. Ama, yakınından bile geçmiyorduk.
Winona Guo: So we decided that we had to listen and learn more. We talked to as many random people as we could and collected hundreds of personal stories about race, stories that revealed how racial injustice is a nationwide epidemic that we ourselves spread and now can't seem to recognize or get rid of.
Winona Guo: Bu nedenle dinleyerek daha fazlasını öğrenemeye karar verdik. Konuşabileceğimiz kadar çok rastgele insanla konuştuk ve ırk hakkında yüzlerce hikâye topladık; bu hikâyeler ırksal adaletsizliğin, ulus genelinde kendi yaydığımız bir salgın olduğu ve şimdi ise bunun anlaşılamadığı veya bundan kurtulunamadığı ile ilgiliydi.
PV: We're not there yet. Today, we are here to raise our standards of racial literacy, to redefine what it means to be racially literate.
PV: O aşamaya henüz gelmedik. Bugün ırksal bilgi düzeyimizi yükseltmek, ırksal anlamda bilgili olmak ne demek yeniden tanımlamak için buradayız.
WG: We want everywhere across the United States for our youngest and future generations to grow up equipped with the tools to understand, navigate and improve a world structured by racial division. We want us all to imagine the community as a place where we not only feel proud of our own backgrounds, but can also invest in others' experiences as if they were our own.
WG: ABD'nin her yerindeki en genç ve gelecek jenerasyonun, ırksal ayrımla yapılandırılmış dünyada anlama, yol bulma ve gelişme donanımları ile büyümelerini istiyoruz. Hepimizin topluluğumuzu, geçmişimizden ve aynı zamanda kendimizinkiymiş kadar diğerlerinin deneyimlerinden de gurur duyduğumuz bir yer olarak hayal etmesini istiyoruz.
PV: We just graduated from high school this past June.
PV: Henüz geçtiğimiz Haziran'da liseden mezun olduk.
WG: And you'd think --
WG: Ve eğer -
(Applause)
(Alkışlar)
And you'd think after 12 years somebody in or out of the classroom would have helped us understand --
Eğer, 12 yıldan sonra sınıfımızdan ya da dışarıdan birinin
PV: At a basic level at least --
bize anlamamız için yardım ettiğini sanıyorsanız --
PV: En azından temel seviyede --
WG: The society we live in.
WG: Yaşadığımız toplumu.
PV: The truth for almost all our classmates is that they don't.
PV: Tüm sınıf arkadaşlarım için doğruyu söylemeliyim ki, yapmadılar.
WG: In communities around our country, so many of which are racially divided,
WG: Ülkemizdeki toplulukların birçoğu, ırksal olarak ayrılmış.
PV: If you don't go searching for an education about race, for racial literacy --
PV: Eğer ırk hakkında eğitim, ırksal bilgi araştırmazsanız --
WG: You won't get it. It won't just come to you.
WG: Anlamazsınız. Kendiliğinden ayağınıza gelmez.
PV: Even when we did have conversations about race, our understanding was always superficial. We realized that there are two big gaps in our racial literacy.
PV: Irk konusunda sohbetlerimiz olsa da bilgimiz çok yüzeyseldi. Irksal bilgimizde iki büyük boşluk olduğunu farkettik.
WG: First, the heart gap: an inability to understand each of our experiences, to fiercely and unapologetically be compassionate beyond lip service.
WG: İlki, kalp eksikliği: birbirimizin deneyimlerini coşkulu bir şekilde ve özür dilemeksizin, sözde bağlılığın ötesinde bir tutkuyla anlamada acizlik.
PV: And second, the mind gap: an inability to understand the larger, systemic ways in which racism operates.
PV: İkincisi, zihin eksikliği: ırkçılığın yönettiklerini daha geniş ve sistemli yollarla anlamada acizlik.
WG: First, the heart gap. To be fair, race did pop up a few times in school, growing up. We all defend our social justice education because we learned about Martin Luther King Jr. and Harriet Tubman and Rosa Parks. But even in all of those conversations, race always felt outdated, like, "Yes, slavery, that happened once upon a time, but why does it really matter now?" As a result, we didn't really care. But what if our teacher introduced a story from the present day, for example, how Treniya told us in Pittsburgh that --
WG: İlki, kalp eksikliği. Açık konuşmak gerekirse, büyürken okulda ırk birkaç kez ortaya çıktı. Hepimiz, sosyal adalet eğitimini destekliyoruz çünkü Martin Luther King Jr.'dan, Harriet Tubman ve Rosa Parks'tan öğrendik. Ama tüm bu sohbetlerde dahi, ırk hep mazide kalmış gibiydi. "Evet, kölelik bir zamanlar oldu ama neden şimdi önemi var?" Bunun sonucu olarak, gerçekten umursamadık. Ama eğer öğretmenlerimiz, günümüzden hikâyeler de anlatsaydı, örneğin; Pittsburgh'dan Treniya'nın bize anlattığı gibi --
PV: "My sister was scrolling through Facebook and typed in our last name. This white guy popped up, and we found out that his great-great-grandfather owned slaves and my great-great- great-grandmother was one of them. My last name -- it's not who I am. We've been living under a white man's name. If slavery didn't happen, who would I even be?"
PV: "Kız kardeşim Facebook'ta dolanırken soyadımızı yazdı. Beyaz bir adam aniden beliriyor ve onun büyük-büyük-büyükbabasının köleleri olduğunu ve büyük-büyük-büyük-büyükannemizin o kölelerden biri olduğunu öğrendik. Soyadım, kim olduğumu belirlemiyor. Beyaz adamın isminin gölgesinde yaşıyoruz. Eğer kölelik olmasaydı, kim olabilecektim?
WG: Now it feels relevant, immediate, because the connection to slavery's lasting legacy today is made clear, right? Or what would happen is our teacher would throw out these cold statistics. You've probably seen this one before in news headlines.
WG: Şimdi daha iyi anlıyorum çünkü köleliğin bugün devam eden mirasıyla olan bağlantı bunu anlaşılır hâle getirdi haksız mıyım? Ya da öğretmenlerimizin bize aktardığı o soğuk istatistiklere ne oldu? Bunu, büyük ihtimalle manşetlerde daha önce gördünüz.
PV: African-Americans are incarcerated more than five times the rate of white people.
PV: Hapse atılan Afrika kökenli Amerikalıların sayısı beyaz insanların beş katı.
WG: Now consider Ronnie, in Seattle.
WG: Seattle'da yaşayan Ronnie'yi düşünün.
PV: "My father means everything to me. He's all I've got, I don't know my mother. My father's currently being wrongly incarcerated for 12 years. I've got a daughter, and I try to be that same fatherly figure for her: always involved in everything she does, it might even be annoying at some points. But I'm afraid I'll go missing in her life just like my father did in mine."
PV: "Babam benim her şeyim. Tüm sahip olduğum o, annemi tanımıyorum. Babam, 12 yıldır haksız yere hapse atılmış durumda. Bir kızım var ve ona, babam gibi bir baba figürü olmaya çalışıyorum: yaptığı her şeye dâhil olmaya çalışıyorum, bazen rahatsız derecede bile olabiliyor. Ama babamın benim hayatımı kaçırması gibi, kızımın hayatını kaçırmaktan korkuyorum."
WG: Throwing out just the statistic, just the facts alone, disconnected from real humans, can lead to dangerously incomplete understanding of those facts. It fails to recognize that for many people who don't understand racism the problem is not a lack of knowledge to talk about the pain of white supremacy and oppression, it's that they don't recognize that that pain exists at all. They don't recognize the human beings that are being affected, and they don't feel enough to care.
WG: İstatistikleri ve gerçekleri tek başına söylemek, gerçek insanlardan bağlantısını koparmak, bu gerçekleri tehlikeli biçimde noksan bir şekilde anlamaya yol açabilir. Irkçılığı anlamayan birçok insanın sorunu; bilgi eksikliği değil, beyaz üstünlükçülüğü ve baskısının verdiği acılardan konuşurken acının varlığının hiçbir şekilde farkına varamamaları. İnsanların etkilendiğinin farkına varamıyorlar ve umursamaya değmediğini düşünüyorlar.
PV: Second, the mind gap. We can't ignore the stats, either. We can't truly grasp Ronnie's situation without understanding how things like unjust laws and biased policing systematic racism has created the disproportionate incarceration rates over time. Or like how in Honolulu, the large prison population of native Hawaiians like Kimmy is heavily influenced by the island's long history with US colonialization, its impact passing down through generations to today. For us, sometimes we would talk about people's personal, unique experiences in the classroom. Stuff like, how Justin once told us --
PV: İkincisi, zihin eksikliği. Biz de istatistikleri görmezden gelemeyiz. Ronnie'nin durumunu; adaletsiz kanunları ve sistematik ırkçılığın yarattığı önyargılı polis faaliyetlerini anlamadan gerçek manada kavrayamayız. Ya da Honolulu'da olduğu gibi, yerli Hawaililerden Kimmy gibi olan hapishanenin büyük çoğunluğu, ABD kolonileşmelerinin olduğu adanın köklü tarihinden ağır biçimde etkileniyor, etkisi nesilden nesile geçerek günümüze aktarılıyor. Bizim açımızdan, biz bazen sınıfta insanların kişisel ve eşsiz deneyimlerinden konuşuruz. Justin'in bize bir kere anlattığı şu şey gibi:
WG: "I've been working on psychologically reclaiming my place in this city. Because for me, my Chicago isn't the nice architecture downtown, it's not the North Side. My Chicago is the orange line, the pink line, the working immigrant class going on the train."
WG: "Psikolojik olarak bu şehirde yerimi kazanmak için uğraşıyorum. Çünkü bana göre, benim Şikagom şehir merkezindeki en iyi mimari yapıları ve Kuzey tarafı değil. Benim Şikagom, çalışan göçmen sınıfın trenle gittiği turuncu ve pembe hatlar."
PV: And while we might have acknowledged his personal experience, we wouldn't have talked about how redlining and the legalized segregation of our past created the racially divided neighborhoods we live in today. We wouldn't have completely understood how racism is embedded in the framework of everything around us, because we would stay narrowly focused on people's isolated experiences. Another example, Sandra in DC once told us:
PV: Ve onun deneyimlerini öğrenmişken; geçmişimizdeki kara listelerin ve kanunlaşmış ırk ayrımlarının, yaşadığımız bugünde ırksal olarak bölünmüş çevreler yaratması hakkında konuşamazdık. Irkçılığın, çevremizdeki her şeyin yapısına gömülü olduğunu tamamıyla anlamayacaktık çünkü; insanların dışlanma tecrübelerine dar bir şekilde odaklanmaya devam edecektik. Bir başka örnek, DC'den Sandra'nın anlattığı:
WG: "When I'm with my Korean family, I know how to move with them. I know what to do in order to have them feel like I care about them. And making and sharing food is one of the most fundamental ways of showing love. When I'm with my partner who's not Korean, however, we've had to grapple with the fact that I'm very food-centric and he's just not. One time he said that he didn't want to be expected to make food for me, and I got really upset."
WG: "Koreli aileme nasıl ayak uydurabileceğimi biliyorum. Onları umursadığımı hissettirmek için ne yapmam gerektiğini biliyorum. Yemek yapmak ve paylaşmak, sevgini göstermenin en temel yollarından biri. Hâlbuki, Koreli olmayan partnerimleyken; benim son derece yemek odaklı olmam, onun ise olmadığı gerçeğiyle boğuşuyoruz. Bir keresinde, ondan benim için yemek yapmasını beklememi istemediğini söyledi ve ben gerçekten üzüldüm."
PV: That might seem like a weird reaction, but only if we don't recognize how it's emblematic of something larger, something deeper. Intragenerational trauma. How in Sandra's family, widespread hunger and poverty existed as recently as Sandra's parents' generation and therefore impacts Sandra today. She experiences someone saying --
PV: Bu garip bir tepkiymiş gibi gözükebilir; eğer daha büyük, daha derin bir sembol olduğunun farkına varmazsak. Nesiller içi travma. Geniş çapta açlık ve yoksulluğun, Sandra'nın ailesinde daha Sandra'nın ebeveynlerinin kuşağında yaşanması ve bu nedenle Sandra'yı bugün etkiliyor olması. Birinin ona,
WG: "I don't want to feed you."
WG: "Seni beslemek istemiyorum."
PV: As --
PV: demesini
WG: "I don't want to hug you."
WG: "Sana sarılmak istemiyorum." algılıyor.
PV: And without her and her partner having that nuanced understanding of her reaction and the historical context behind it, it could easily lead to unnecessary fighting. That's why it's so important that we proactively --
PV: O ve partneri, tepkisini ve ardındaki tarihi bağlamındaki nüansı anlamazlarsa, bu kolaylıkla gereksiz tartışmalara yol açabilir. Bizim bu yüzden ileriye yönelik olarak
(Both speaking): Co-create --
-birlikte,
PV: A shared American culture that identifies and embraces the different values and norms within our diverse communities.
çeşitli topluluklarımızın içindeki farklı değer ve kuralları tanıyan ve kucaklayan paylaşılmış bir Amerikan kültürü yaratmamız önemli.
WG: To be racially literate --
WG: Irksal anlamda bilgili olmak için,
PV: To understand who we are so that we can heal together --
PV: Kim olduğumuzu anlayıp hep birlikte iyileşebilmemiz için,
WG: We cannot neglect the heart --
WG: Kalbi ya da zihni
PV: Or the mind. So, with our hundreds of stories, we decided to publish a racial literacy textbook to bridge that gap between our hearts and minds.
görmezden gelemeyiz. Bu yüzden, yüzlerce hikâyemizi ırk bilgisi ders kitabı olarak yayınlamaya karar verdik ki kalbimiz ve zihnimiz arasında köprü kurabilelim.
WG: Our last book, "The Classroom Index," shares deeply personal stories.
WG: Son kitabımız "Sınıf Dizini" son derece kişisel hikâyeleri paylaşıyor.
PV: And pairs those personal stories to the brilliant research of statisticians and scholars.
PV: Bu kişisel hikâyeleri, istatistikçiler ve bilim adamlarının muhteşem araştırmalarıyla eşleştiriyor.
WG: Every day, we are still blown away by people's experiences, by the complexity of our collective racial reality.
WG: Hâlâ her gün insanların deneyimlerine, kolektif ırksal gerçekliğimizin karmaşasına şaşırıyoruz.
PV: So today, we ask you --
PV: Bugün size şunu soruyoruz:
WG: Are you racially literate? Are you there yet?
WG: Irksal anlamda okur yazarlığınız var mı? Bilinçli misiniz? Henüz orada mısınız?
PV: Do you really understand the people around you, their stories, stories like these? It's not just knowing that Louise from Seattle survived Japanese American internment camps. It's knowing that, meanwhile, her husband was one of an estimated 33,000 Japanese Americans who fought for our country during the war, a country that was simultaneously interning their families. For most of us, those Japanese Americans both in camps and in service, now see their bravery, their resilience, their history forgotten. They've become only victims.
PV: Etrafınızdaki insanları, hikâyelerini, böyle hikâyeleri gerçekten anlıyor musunuz? Seattle'dan Louise'in Japon Amerikan toplama kampında hayatta kaldığını bilmek değil. Bu aynı zamanda eşinin, aynı dönemde kendi ailelerini alıkoymuş olan ülkemiz için savaşan yaklaşık 33.000 Amerikalı Japon'dan biri olduğunu bilmek demek. Kamplardaki ve askeri hizmetteki bu Amerikalı Japonların cesaretlerini, dirençlerini, unutulan tarihlerini birçoğumuz şimdi görüyor. Sadece mağdur oldular.
PV: It's not just knowing that interracial marriages like Shermaine and Paul in DC exist, it's acknowledging that our society has been programmed for them to fail. That on their very first date someone shouted, "Why are you with that black whore?" That according to a Columbia study on cis straight relationships black is often equated with masculinity and Asian with femininity, leading more men to not value black women and to fetishize Asian women. Among black-white marriages in the year 2000, 73 percent had a black husband and a white wife. Paul and Shermaine defy that statistic. Black is beautiful, but it takes a lot to believe so once society says otherwise.
PV: Sadece DC'den Shermaine ve Paul'unki gibi kültürlerarası evliliklerin olduğunu bilmek değil, toplumumuzun onları başarısızlığa uğratmaya programlandığını da kabul etmek. Daha ilk buluşmalarında, birinin "Neden bu siyah kaltaklasın?" diye bağırması. Eşcinsel olmayan ilişkiler üzerine yapılan Columbia araştırmasına göre; siyah sıklıkla erkeklik ile ve Asyalılık dişilikle eşit tutuluyor; daha çok erkeğin siyahi kadınlara değer vermeyip Asyalı kadın fetişi olmasına yol açıyor. 2000'li yıllardaki siyah-beyaz evliliklerin yüzde 73'ünde koca siyahi iken, karısı beyazdı. Paul ve Shermaine bu istatistiğe baş kaldırdılar. Siyah güzeldir, ama toplum aksini söylediği için buna inanmak epey zaman alıyor.
WG: It's not just knowing that white people like Lisa in Chicago have white privilege, it's reflecting consciously on the term whiteness and its history, knowing that whiteness can't be equated with American. It's knowing that Lisa can't forget her own personal family's history of Jewish oppression. That she can't forget how, growing up, she was called a dirty Jew with horns and tails. But Lisa knows she can pass as white so she benefits from huge systemic and interpersonal privileges, and so she spends every day grappling with ways that she can leverage that white privilege for social justice. For example, starting conversations with other people of privilege about race. Or shifting the power in her classroom to her students by learning to listen to their experiences of racism and poverty.
WG: Sadece Şikago'dan Lisa gibi beyaz insanların beyaz ayrıcalığına sahip olduğunu değil; beyazlık teriminin ve tarihinin bilinçli olarak yansıtıldığını ve beyazlığın eşittir Amerikalı demek olmadığını bilmek. Lisa'nın, Yahudilere yapılan eziyetlerdeki kendi aile geçmişini unutamadığını bilmek demek. Büyürken, boynuzlu ve kuyruklu pis Yahudi diye çağrıldığını unutamaması. Ancak Lisa beyaz olarak addedildiğini biliyordu, bu yüzden bu koca sistemli ve bireylerarası ayrıcalıktan faydalandı ve her gününü, sosyal adaleti sağlayabilmek için beyaz ayrıcalığıyla boğuşarak geçirdi. Örneğin, ayrıcalığı olan insanlarla ırk hakkında sohbetlere başladı. Ya da sınıfındaki öğrencilerle, onların ırkçılık ve yoksulluğa ilişkin deneyimlerini dinleyip öğrenerek güçlerini değiştirdi.
PV: It's not just knowing that native languages are dying. It's appreciating how fluency in the Cherokee language, which really only less than 12,000 people speak today, is an act of survival, of preservation of culture and history. It's knowing how the nongendered Cherokee language enabled Ahyoka's acceptance as a trans woman in Tahlequah, Oklahoma. Her grandmother told her firmly a saying in Cherokee, "I don't tell me who you are, you tell me who you are. And that is who you are."
PV: Sadece anadillerin öldüğünü bilmek değil. Kültür ile tarihin korunması ve bir hayatta kalış biçimi olarak, bugün gerçekte 12.000'den az insanın konuştuğu Çeroki dilinin ne kadar akıcı olduğunu takdir etmek. Cinsiyetsiz Çeroki dilinin, Tahlequah, Oklahoma'daki Ahyoka'nın bir trans kadın olarak kabul görmesini sağladığını bilmek. Büyükannesi ona, Çeroki dilinde açıkça şöyle söylemiş: "Ben senin kim olduğunu söylemiyorum, sen bana kim olduğunu söyle. Ve işte bu sensin."
WG: These are just parts of a few stories. There are approximately 323 million people in the United States.
WG: Bunlar, sadece birkaç hikâyeden kısımlar. ABD'de yaklaşık 323 milyon insan var.
PV: And 7.4 billion people on the planet.
PV: Ve gezegende 7.4 milyar.
WG: So we have a lot to listen to.
WG: Bu yüzden, dinlememiz gereken çok kişi var.
PV: And a lot to learn.
PV: Ve öğrenmemiz gereken.
WG: We need to raise the bar.
WG: Çıtayı yükseltmeliyiz.
PV: Elevate our standards for racial literacy. Because without investing in an education that values --
PV: Irksal bilgi için standartlarımızı yükseltmeliyiz. Çünkü, bu değerlerde eğitime yatırım yapılmazsa;
WG: Both the stories -- PV: And statistics --
WG: -hikâyelere ve PV: istatistiklere
WG: The people -- PV: And the numbers --
WG: insanlara PV: ve sayılara
WG: The interpersonal -- PV: And the systemic --
WG: bireylerarası PV: ve sistemli olarak-
WG: There will always be a piece missing.
WG: Her zaman bir parça eksik olacak.
PV: Today, so few of us understand each other.
PV: Bugün, çok azımız birbirini anlıyor.
WG: We don't know how to communicate --
WG: Nasıl iletişim kurar, PV: Birlikte yaşar,
PV: Live together -- WG: Love one another. We need to all work together to create a new national community.
WG: Birbirimizi severiz, bilmiyoruz. Yeni bir ulusal topluluk yaratmak için hep birlikte çalışmalıyız.
PV: A new shared culture of mutual suffering and celebration.
PV: Karşılıklı acı çekiş ve kutlamaların olduğu
WG: We need to each begin by learning in our own local communities,
yeni paylaşılmış bir kültür.
bridging the gaps between our own hearts and minds to become racially literate.
WG: Her birimiz, kendi yerel topluluklarımızı öğrenip kalplerimiz ve zihinlerimizin arasındaki boşluğa köprü koyarak ırksal anlamda bilgili olmaya başlamalıyız.
PV: Once we all do, we will be that much closer to living in spaces and systems that fight and care equally for all of us.
PV: Herbirimiz yaptığında, hepimiz için eşit şekilde savaşan ve umursayan alanlar ve sistemlerde yaşamaya bir o kadar yakın olacağız.
WG: Then, none of us will be able to remain distant.
WG: Ardından, hiçbirimiz mesafeli olmayacak.
PV: We couldn't -- sorry, mom and dad, college can wait.
PV: Yapamadık...Anne ve baba özür dileriz, üniversite bekleyebilir.
WG: We're on a gap year before college, traveling to all 50 states collecting stories for our next book.
WG: Üniversite öncesi bir yıl aradayız, 50 eyaleti geziyor ve bir sonraki kitabımız için hikâyeler topluyoruz.
PV: And we still have 23 states left to interview in.
PV: Ve hâlâ röportaj yapmamız gereken 23 eyalet kalmış durumda.
(Both) Let's all get to work.
(Birlikte) Haydi hepimiz işe koyulalım.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)