So when I was eight years old, a new girl came to join the class, and she was so impressive, as the new girl always seems to be. She had vast quantities of very shiny hair and a cute little pencil case, super strong on state capitals, just a great speller. And I just curdled with jealousy that year, until I hatched my devious plan. So one day I stayed a little late after school, a little too late, and I lurked in the girls' bathroom. When the coast was clear, I emerged, crept into the classroom, and took from my teacher's desk the grade book. And then I did it. I fiddled with my rival's grades, just a little, just demoted some of those A's. All of those A's. (Laughter) And I got ready to return the book to the drawer, when hang on, some of my other classmates had appallingly good grades too. So, in a frenzy, I corrected everybody's marks, not imaginatively. I gave everybody a row of D's and I gave myself a row of A's, just because I was there, you know, might as well.
Sekiz yaşımdaydım, sınıfımıza yeni bir kız gelmişti. Çok etkileyici biriydi, tıpkı her 'yeni kız'ın olduğu gibi. Çok gür ve ışıltılı saçları vardı, küçük, şirin bir kalemliği.. Eyaletlerin başkentlerini ezbere biliyordu, hecelemesi muhteşemdi. Bense, o yıl kıskançlıktan kaskatı olmuştum. Ta ki, sinsi planımı hazırlayıncaya kadar. Bir gün dersten sonra biraz okulda bekledim. Hatta epey fazla... Sonra, kızlar tuvaletinde pusuya yattım. Etrafta kimse kalmayınca çıktım, sessizce sınıfa gittim ve öğretmenin masasından not kağıdını aldım. Evet, yaptım. Rakibimin notlarıyla oynadım. Sadece birazcık. A'ların birkaçını düşürdüm. Hepsini düşürdüm. Sonra, tam not kağıdını çekmeceye geri koyacaktım ki dedim ki; dur bir dakika, başkalarının da çok cezbedici notları varmış! Bir anda gözüm döndü ve herkesin notunu düzelttim. Hayalimde değil hem de. Herkese bir dizi D verdim. Kendime ise; bir dizi A... sadece, o an orada olduğum içindi yani, bilirsiniz, neden olmasındı...
And I am still baffled by my behavior. I don't understand where the idea came from. I don't understand why I felt so great doing it. I felt great. I don't understand why I was never caught. I mean, it should have been so blatantly obvious. I was never caught. But most of all, I am baffled by, why did it bother me so much that this little girl, this tiny little girl, was so good at spelling? Jealousy baffles me. It's so mysterious, and it's so pervasive. We know babies suffer from jealousy. We know primates do. Bluebirds are actually very prone. We know that jealousy is the number one cause of spousal murder in the United States. And yet, I have never read a study that can parse to me its loneliness or its longevity or its grim thrill. For that, we have to go to fiction, because the novel is the lab that has studied jealousy in every possible configuration. In fact, I don't know if it's an exaggeration to say that if we didn't have jealousy, would we even have literature? Well no faithless Helen, no "Odyssey." No jealous king, no "Arabian Nights." No Shakespeare. There goes high school reading lists, because we're losing "Sound and the Fury," we're losing "Gatsby," "Sun Also Rises," we're losing "Madame Bovary," "Anna K." No jealousy, no Proust. And now, I mean, I know it's fashionable to say that Proust has the answers to everything, but in the case of jealousy, he kind of does. This year is the centennial of his masterpiece, "In Search of Lost Time," and it's the most exhaustive study of sexual jealousy and just regular competitiveness, my brand, that we can hope to have. (Laughter) And we think about Proust, we think about the sentimental bits, right? We think about a little boy trying to get to sleep. We think about a madeleine moistened in lavender tea. We forget how harsh his vision was. We forget how pitiless he is. I mean, these are books that Virginia Woolf said were tough as cat gut. I don't know what cat gut is, but let's assume it's formidable.
Ne var ki, bu davranışım beni hâlâ şaşırtıyor. Bu fikrin nereden çıktığını anlamıyorum. Bunu yapmanın neden harika hissettirdiğini de anlamıyorum. Harika hissettim. Anlamıyorum; neden hiç yakalanmadım? Demek istediğim; çok aşikârdı. ama hiç yakalanmadım. Fakat beni en çok şaşırtan şey, beni neden bu denli rahatsız ettiği; küçücük, mini minnacık bu kızın çok iyi heceleyebilmesi... Kıskançlık beni şaşırtıyor. Çok gizemli bir şey ve çok yaygın. Biliyoruz ki, bebekler bile kıskançlık yaşıyor. Primatlar da. Mavikuşlar oldukça meyilli. Biliyoruz ki, kıskançlık, Birleşik Devletlerdeki eş cinayetlerinin birinci sebebi. Buna rağmen, hiç bir çalışma görmedim ki, kıskançlığın yalnızlığını, uzun ömrünü ya da korkunç sarsıntısını açıklasın. Bu sebeple, kurguya bakmalıyız. Çünkü roman, kıskançlığı her biçimiyle incelemiş bir laboratuvardır. Aslında, mübalağa mı olur bilmem ama, eğer kıskançlık olmasaydı, edebiyat olur muydu ki? Yani, hain Helen olmasa, 'Odesa' olmazdı. Kıskanç kral olmasa, 'Binbir gece masalları' olmazdı. Shakespeare olmazdı. Lise yıllarında okuduklarımızda öyle. Çünkü, 'Ses ve Öfke' yi kaybederdik. 'Gatsby'i, 'Güneş de Doğar'ı kaybederdik. 'Madame Bovary'i, ''Anna K.'yi kaybederdik. Kıskançlık olmasaydı Proust olmazdı. Demek istediğim, biliyorum, şimdilerde Proust'un her şeye bir cevabı olduğunu söylemek moda oldu. Fakat kıskançlık konusunda, biraz öyle. Bu yıl, başyapıtı 'Kayıp Zamanın İzinde'nin yüzüncü yıl dönümü. Roman, cinsel kıskançlık üzerine en kapsamlı çalışma ve genel rekabetin, benim olayım, üzerine sahip olmayı umduğumuz en iyi çalışma. Bir de, Proust'u ele aldığımızda, duygusal yönleri geliyor aklımıza, değil mi? Uyumaya çalışan küçük bir oğlan geliyor aklımıza. Lavanta çayıyla ıslatılmış madeleine keki geliyor aklımıza. Görüşlerinin ne denli sert olduğunu unutuyoruz. Ne kadar acımasız olduğunu unutuyoruz. Yani, bu kitaplar Virgina Woolf'un tabiriyle 'kedi bağırsağı kadar sert'. Kedi bağırsağı nasıl bir şey bilmiyorum ama sert bir şey olduğunu farz edelim.
Let's look at why they go so well together, the novel and jealousy, jealousy and Proust. Is it something as obvious as that jealousy, which boils down into person, desire, impediment, is such a solid narrative foundation? I don't know. I think it cuts very close to the bone, because let's think about what happens when we feel jealous. When we feel jealous, we tell ourselves a story. We tell ourselves a story about other people's lives, and these stories make us feel terrible because they're designed to make us feel terrible. As the teller of the tale and the audience, we know just what details to include, to dig that knife in. Right? Jealousy makes us all amateur novelists, and this is something Proust understood.
Birbirleriyle neden bu kadar uyumlu olduğuna bakalım; romanın ve kıskançlığın, kıskançlığın ve Proust'un. Kıskançlık kadar bâriz, insanın, arzuların, engellerin içine işleyen bir şey, som, hikâye tarzında bir temel midir? Bilmiyorum. Sanırım insanın kemiklerine işleyen bir şey. Çünkü, kıskançlık hissettiğimizde neler olduğunu düşünün. Kıskançlık hissettiğimizde, kendimize bir hikâye anlatırız. Kendimize, başka insanların hayatları hakkında bir hikâye anlatırız ve bu hikâyeler bize berbat hissettirir. Çünkü kötü hissettirme amacıyla yapılmışlardır. Masalın anlatıcısı ve dinleyicisi olarak, ne tür ayrıntıyı ilave edeceğimizi çok iyi biliriz. Böylece bıçağı saplayabiliriz, değil mi? Kıskançlık, hepimizi amatör roman yazarı yapar. Bu, Proust'un anladığı bir şey.
In the first volume, Swann's Way, the series of books, Swann, one of the main characters, is thinking very fondly of his mistress and how great she is in bed, and suddenly, in the course of a few sentences, and these are Proustian sentences, so they're long as rivers, but in the course of a few sentences, he suddenly recoils and he realizes, "Hang on, everything I love about this woman, somebody else would love about this woman. Everything that she does that gives me pleasure could be giving somebody else pleasure, maybe right about now." And this is the story he starts to tell himself, and from then on, Proust writes that every fresh charm Swann detects in his mistress, he adds to his "collection of instruments in his private torture chamber."
Birinci ciltte, Swann'ların Tarafı, kitap dizisinde Swann, ana karakterlerden bir tanesi, metresinden sevgi dolu söz ediyor, yatakta ne kadar iyi olduğundan bahsediyor. Fakat birden, birkaç cümle içinde, ki bunlar tam anlamıyla Proust cümleleri ve nehirler kadar uzunlar, fakat birkaç cümle içinde birden geri çekilir ve farkına varır; "Dur bir dakika, bu kadında sevdiğim her şeyi, bir başkası da seviyor olabilir. Bana zevk veren, yaptığı her şey, bir başkasına da zevk veriyor olabilir, belki de tam şu anda." İşte bu kendisine anlatmaya başladığı hikâye. Sonrasında, Proust şöyle yazıyor; Swann, metresinde tespit ettiği her yeni cazibeye karşılık, 'şahsi işkence odasındaki enstrüman koleksiyonu'na bir yenisini ekledi.
Now Swann and Proust, we have to admit, were notoriously jealous. You know, Proust's boyfriends would have to leave the country if they wanted to break up with him. But you don't have to be that jealous to concede that it's hard work. Right? Jealousy is exhausting. It's a hungry emotion. It must be fed.
Şimdi, Swann ve Proust'un, kabul etmeliyiz ki, kıskançlıkta adları çıkmış. Biliyorsunuz, eğer Proust'tan ayrılmak istiyorlarsa, erkek arkadaşlarının ülkeyi terk etmeleri gerekirdi. Fakat, meşakkatini kabul etmek için bu kadar kıskanç olmaya gerek yok, değil mi? Kıskançlık, yorucudur. Aç bir duygudur. Beslenmesi gerekir.
And what does jealousy like? Jealousy likes information. Jealousy likes details. Jealousy likes the vast quantities of shiny hair, the cute little pencil case. Jealousy likes photos. That's why Instagram is such a hit. (Laughter) Proust actually links the language of scholarship and jealousy. When Swann is in his jealous throes, and suddenly he's listening at doorways and bribing his mistress' servants, he defends these behaviors. He says, "You know, look, I know you think this is repugnant, but it is no different from interpreting an ancient text or looking at a monument." He says, "They are scientific investigations with real intellectual value." Proust is trying to show us that jealousy feels intolerable and makes us look absurd, but it is, at its crux, a quest for knowledge, a quest for truth, painful truth, and actually, where Proust is concerned, the more painful the truth, the better. Grief, humiliation, loss: These were the avenues to wisdom for Proust. He says, "A woman whom we need, who makes us suffer, elicits from us a gamut of feelings far more profound and vital than a man of genius who interests us." Is he telling us to just go and find cruel women? No. I think he's trying to say that jealousy reveals us to ourselves. And does any other emotion crack us open in this particular way? Does any other emotion reveal to us our aggression and our hideous ambition and our entitlement? Does any other emotion teach us to look with such peculiar intensity?
Peki kıskançlık neyi sever? Kıskançlık, bilgiyi sever. Kıskançlık, detayları sever. Kıskançlık, gür ve parlak saçları sever. Küçük ve şirin kalemliği... Kıskançlık, fotoğrafları sever. Bu yüzden Instagram bu kadar ünlendi. Proust aslında, bilgelik dilini ve kıskançlığı birbirine bağlıyor. Swann, kıskançlık sancılarındayken ve aniden kapı dinlemeye ve metresinin hizmetçilerine rüşvet vermeye başlamışken bu davranışlarını savunuyor da. Diyor ki; "Biliyorum, bak, bunların itici olduğunu düşünüyorsun, fakat bunun eski bir yazıtı yorumlamaktan ya da bir anıtı incelemekten farkı yok. Diyor ki; "Bunlar, gerçek zeka değeri olan bilimsel araştırmalar." Prous'un bize göstermeye çalıştığı, kıskançlığın tahammül edilemez olduğu ve bizi absürt gösterdiği. Fakat bu, bir çıkmaz olduğu kadar, bilgiyi arama yoludur da. Gerçeği arama, acı gerçeği... Aslında Proust'un kaygısı, gerçek ne kadar acı olursa, o kadar iyidir. Keder, küçük düşme, kayıp: Bunlar, bilgeliğe çıkan caddelerdir, Proust için. Der ki; " İhtiyaç duyduğumuz, bize acı çektiren bir kadın, ilgimizi çeken dahî bir erkeğin yapabileceğinden çok daha fazla derin ve hayati, bir dizi duyguyu ortaya çıkarır bizde." Gidip zalim bir kadın mı bulmamızı istiyor dersiniz? Hayır, sanırım söylemek istediği şey; kıskançlığın bize, kendimizi gösterdiği. Peki, bir başka duygu bize, kendimizi bu denli açar mı? Başka bir duygu, saldırganlığımızı, çirkin ihtiraslarımızı ve öz adlandırmamızı açığa çıkarabilir mi? Başka bir duygu bize, böylesine özgün bir yoğunlukla bakmayı öğretebilir mi?
Freud would write about this later. One day, Freud was visited by this very anxious young man who was consumed with the thought of his wife cheating on him. And Freud says, it's something strange about this guy, because he's not looking at what his wife is doing. Because she's blameless; everybody knows it. The poor creature is just under suspicion for no cause. But he's looking for things that his wife is doing without noticing, unintentional behaviors. Is she smiling too brightly here, or did she accidentally brush up against a man there? [Freud] says that the man is becoming the custodian of his wife's unconscious.
Freud, sonraları tüm bunlar hakkında yazdı. Bir gün, karısı tarafından aldatıldığı fikriyle kendisini tüketmiş çok endişeli bir adam Freud'a gelir. Freud der ki, bu adamla ilgili garip bir şey var, karısının ne yaptığına gidip bakmıyor bile. Çünkü kadın suçsuz, herkes biliyor. Zavallı kadın, şüphe altında, hem de sebepsiz yere. Freud, karısının farkında olmadan yaptığı şeyleri arar. İstemeden sergilediği davranışları. Burada çok mu gülümsedi? Şurada, geçerken yanlışlıkla adamın birine mi değdi? Freud der ki, adam, karısının bilinçaltına bekçilik etmeye başlamıştır. Roman, bu noktada çok iyidir.
The novel is very good on this point. The novel is very good at describing how jealousy trains us to look with intensity but not accuracy. In fact, the more intensely jealous we are, the more we become residents of fantasy. And this is why, I think, jealousy doesn't just provoke us to do violent things or illegal things. Jealousy prompts us to behave in ways that are wildly inventive. Now I'm thinking of myself at eight, I concede, but I'm also thinking of this story I heard on the news. A 52-year-old Michigan woman was caught creating a fake Facebook account from which she sent vile, hideous messages to herself for a year. For a year. A year. And she was trying to frame her ex-boyfriend's new girlfriend, and I have to confess when I heard this, I just reacted with admiration. (Laughter) Because, I mean, let's be real. What immense, if misplaced, creativity. Right? This is something from a novel. This is something from a Patricia Highsmith novel.
Roman, bize şunu çok iyi açıklar; kıskançlık, bizi yoğunlukla bakmaya iter, doğrulukla değil. Aslında, ne kadar şiddetle kıskanırsak o kadar çok hayal gücünün sakini olmaya başlıyoruz. İşte bu yüzdendir ki, sanıyorum, kıskançlık bizleri sadece şiddet içeren ya da yasadışı şeyler yapmaya kışkırtmıyor. Aynı zamanda bizleri, müthiş yaratıcı olmaya da teşvik ediyor. Şimdi, sekiz yaşımdaki halimi düşünüyorum, kabul ediyorum, ama aynı zamanda haberlerde duyduğum şu olayı düşünüyorum. 52 yaşında Michigan'lı bir kadın, sahte bir Facebook hesabı açmaktan yakalandı. Bu hesaptan çok aşağılayıcı ve çirkin mesajlar gönderiyormuş, hem de kendisine, tam bir yıldır. Tam bir yıl, bir yıl. Yapmaya çalıştığı şey, eski erkek arkadaşının kız arkadaşına çamur atmakmış. İtiraf etmeliyim ki bunu duyduğumda, tepkim; hayranlık duymak oldu. Çünkü, yani, gerçekçi olalım. Ne muazzam, gerçi yanlış yönlendirilmiş bir yaratıcılık, değil mi? Bu sanki romandan alıntı bir şey. Sanki Patricia Highsmith romanından alınmış. Highsmith, benim özellikle favorim.
Now Highsmith is a particular favorite of mine. She is the very brilliant and bizarre woman of American letters. She's the author of "Strangers on a Train" and "The Talented Mr. Ripley," books that are all about how jealousy, it muddles our minds, and once we're in the sphere, in that realm of jealousy, the membrane between what is and what could be can be pierced in an instant. Take Tom Ripley, her most famous character. Now, Tom Ripley goes from wanting you or wanting what you have to being you and having what you once had, and you're under the floorboards, he's answering to your name, he's wearing your rings, emptying your bank account. That's one way to go.
Amerikan edebiyatının oldukça zeki ve tuhaf kadını. 'Trendeki Yabancılar' ve 'Yetenekli Bay Ripley'in yazarıdır. Bu kitaplar, kıskançlığın akıllarımızı nasıl sersemlettiğini anlatıyor. Bir kez bu alana girdik mi, bu kıskançlık hükümdarlığına, olan ile olabilecek olan arasındaki ince zar, bir anda delinebilir. Tom Ripley'e bakın, onun en ünlü karakteri. Tom Ripley, sizi ya da sahip olduklarınızı istemekten öteye gidip siz olmayı ve bir zamanlar sahip olduklarınızın hepsini istiyor. Siz yerin altındayken, adınızı kullanıyor, yüzüklerinizi takıyor, banka hesabınızı boşaltıyor. Bu bir yol tabii. Peki biz ne yaparız? Tom Ripley'in seçtiği yoldan gidemeyiz.
But what do we do? We can't go the Tom Ripley route. I can't give the world D's, as much as I would really like to, some days. And it's a pity, because we live in envious times. We live in jealous times. I mean, we're all good citizens of social media, aren't we, where the currency is envy?
Dünyadaki herkese 'D' veremem ya. Ne kadar çok istesem de, kimi zaman... Çok yazık, çünkü hasetle dolu bir zamanda yaşıyoruz. Kıskançlıkla dolu bir zamanda yaşıyoruz. Yani, hepimiz sosyal medya vatandaşıyız, değil mi? Para biriminin haset olduğu ortam.
Does the novel show us a way out? I'm not sure. So let's do what characters always do when they're not sure, when they are in possession of a mystery. Let's go to 221B Baker Street and ask for Sherlock Holmes. When people think of Holmes, they think of his nemesis being Professor Moriarty, right, this criminal mastermind. But I've always preferred [Inspector] Lestrade, who is the rat-faced head of Scotland Yard who needs Holmes desperately, needs Holmes' genius, but resents him. Oh, it's so familiar to me. So Lestrade needs his help, resents him, and sort of seethes with bitterness over the course of the mysteries. But as they work together, something starts to change, and finally in "The Adventure of the Six Napoleons," once Holmes comes in, dazzles everybody with his solution, Lestrade turns to Holmes and he says, "We're not jealous of you, Mr. Holmes. We're proud of you." And he says that there's not a man at Scotland Yard who wouldn't want to shake Sherlock Holmes' hand.
Peki, roman bize bir çıkış yolu gösteriyor mu? Emin değilim. O halde, gelin karakterlerin emin olmadıklarında yaptıklarını yapalım, gizemin etkisi altında olduklarında yaptıklarını. Gelin, 221B Baker Sokağına gidelim ve Sherlock Holmes'u soralım. İnsanlar Holmes'u düşündüğünde akıllarına, intikamcı düşman Profesör Moriarty gelir, değil mi? Hani şu, dâhi suçlu. Fakat ben hep dedektif Lestrade'i tercih etmişimdir. Hani şu, fare suratlı, Scotland Yard müfettişi. Holmes'a feci şekilde ihtiyacı vardır, onun dehasına, ama aynı zamanda ona içerlemektedir. Ah, bana çok tanıdık geliyor. Lestrade, onun yardımına ihtiyaç duyar, ona içerler ve biraz da gizemin yarattığı sıkıntı kendisini kudurtur. Fakat birlikte çalıştıkça, bir şeyler değişir ve sonunda, 'Altı Napolyon'un Esrarı'nda, Holmes gelip, olayı çözerek herkesi büyüleyince, Lestrade, Holmes'a döner ve der ki; "Sizi kıskanmıyoruz Bay Holmes. Sizinle gurur duyuyoruz." Bir de, Scotland Yard'da Sherlock Holmes'un elini sıkmak istemeyen bir kişi bile olmadığını söyler.
It's one of the few times we see Holmes moved in the mysteries, and I find it very moving, this little scene, but it's also mysterious, right? It seems to treat jealousy as a problem of geometry, not emotion. You know, one minute Holmes is on the other side from Lestrade. The next minute they're on the same side. Suddenly, Lestrade is letting himself admire this mind that he's resented. Could it be so simple though? What if jealousy really is a matter of geometry, just a matter of where we allow ourselves to stand in relation to another? Well, maybe then we wouldn't have to resent somebody's excellence. We could align ourselves with it.
Bu, Holmes'un etkilendiğini gördüğümüz nadir anlardan birisi ve ben bunu oldukça dokunaklı buluyorum, bu küçük sahneyi. Fakat bu, aynı zamanda gizemli, değil mi? Sanki kıskançlığı duygu değil de, geometri problemiymiş gibi görmek. Yani, bir bakıyorsunuz Holmes, Lestrade'ın karşı tarafında. Dönüp tekrar baktığınızda ikisi aynı taraftalar. Birden Lestrade, hep içerlediği bu zekâya hayranlık duymaya başlıyor. Bu kadar basit olabilir mi ki? Ya kıskançlık, gerçekten de geometri meselesiyse? İlişkilerimizde, kendimize nerede durma izini verdiğimizle ilgiliyse? Belki de o zaman, başkalarının mükemmeliyetine içerleme gereği duymazdık. Kendimizi onunla aynı hizaya sokardık. Fakat ben, acil eylem planlarını severim.
But I like contingency plans. So while we wait for that to happen, let us remember that we have fiction for consolation. Fiction alone demystifies jealousy. Fiction alone domesticates it, invites it to the table. And look who it gathers: sweet Lestrade, terrifying Tom Ripley, crazy Swann, Marcel Proust himself. We are in excellent company. Thank you. (Applause)
Yani, bunun gerçekleşmesini beklerken teselli için kurgunun olduğunu hatırlayalım. Kurgu, başlı başına kıskançlığın sır perdesini aralıyor, onu uygarlaştırıyor ve yemek masasına davet ediyor. Bakın kimleri bir araya getiriyor; tatlı Lestrade, korkunç Tom Ripley, çılgın Swann ve Marcel Proust'un ta kendisi... Bizimki mükemmel bir arkadaşlık. Teşekkür ederim.