Thank you very much, Chris. Everybody who came up here said they were scared. I don't know if I'm scared, but this is my first time of addressing an audience like this. And I don't have any smart technology for you to look at. There are no slides, so you'll just have to be content with me. (Laughter)
Çok teşekkür ederim, Chris. Buraya çıkan herkes korktuğunu söyledi. Korkup korkmadığımı bilmiyorum, ama ilk kez bu tür bir topluluğa hitap ediyorum. Sizlere gösterebileceğim zekice teknolojilerim yok. Slayt gösterilerim yok, yani sadece benimle idare etmek zorundasınız. (Gülüşmeler.)
What I want to do this morning is share with you a couple of stories and talk about a different Africa. Already this morning there were some allusions to the Africa that you hear about all the time: the Africa of HIV/AIDS, the Africa of malaria, the Africa of poverty, the Africa of conflict, and the Africa of disasters.
Bu sabah sizinle bir takım hikayeler paylaşmak ve farklı bir Afrika'dan bahsetmek istiyorum. Bu sabah bile Afrika'yla ilgili her zaman duyduğumuz bazı imalı sözler oldu: HIV/AIDS'in ülkesi Afrika, sıtmanın ülkesi Afrika, fakirliğin ülkesi Afrika, çatışmaların ülkesi Afrika, ve felaketlerin ülkesi Afrika.
While it is true that those things are going on, there's an Africa that you don't hear about very much. And sometimes I'm puzzled, and I ask myself why. This is the Africa that is changing, that Chris alluded to. This is the Africa of opportunity. This is the Africa where people want to take charge of their own futures and their own destinies. And this is the Africa where people are looking for partnerships to do this. That's what I want to talk about today.
Doğru, bunlar var ama diğer yönlerini fazla duymadığınız bir Afrika da var. Bazen şaşırıyorum ve kendime bunun sebebini soruyorum. Bu Chris'in anıştırmış olduğu değişen Afrika'dır. Bu, fırsatların Afrika'sı. Bu, insanların kendi geleceklerini ve kendi kaderlerini yönetmek istedikleri Afrika. Bu, insanların bunu başarabilmek için ortak aradıkları Afrika. Size bugün bunlardan bahsetmek istiyorum.
And I want to start by telling you a story about that change in Africa. On 15th of September 2005, Mr. Diepreye Alamieyeseigha, a governor of one of the oil-rich states of Nigeria, was arrested by the London Metropolitan Police on a visit to London. He was arrested because there were transfers of eight million dollars that went into some dormant accounts that belonged to him and his family. This arrest occurred because there was cooperation between the London Metropolitan Police and the Economic and Financial Crimes Commission of Nigeria -- led by one of our most able and courageous people: Mr. Nuhu Ribadu. Alamieyeseigha was arraigned in London. Due to some slip-ups, he managed to escape dressed as a woman and ran from London back to Nigeria where, according to our constitution, those in office as governors, president -- as in many countries -- have immunity and cannot be prosecuted. But what happened: people were so outraged by this behavior that it was possible for his state legislature to impeach him and get him out of office.
Size, Afrika'daki bu değişimle ilgili bir hikaye anlatarak başlamak istiyorum. 15 Eylül 2005 tarihinde, Nijerya'nın petrol zengini eyaletlerinden birinin valisi olan Bay Diepreye Alamieyeseigha Londra ziyareti sırasında Londra Büyükşehir Polisi tarafından tutuklanır. Kendisine ve ailesine ait, uzun süredir kullanılmayan banka hesaplarından birine yaptığı 8 milyon dolarlık havaleden dolayı tutuklanmıştır. Bu tutuklama, Londra Büyükşehir Polisi ile Nijerya Ekonomik ve Finansal Suçlar Komisyonunun ortak çalışmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu komisyonun en güçlü ve cesur insanlarımızdan biri olan Bay Nuhu Ribadu tarafından yönetilmektedir. Alamieyeseigha, Londra'da yargılanmıştır. Bazı hatalardan dolayı, kadın kıyafetleriyle kaçmayı başarmış ve Londra'dan Nijerya'ya dönmüştür. Bizim anayasamıza göre, pek çok ülkede olduğu gibi, valilerin, cumhurbaşkanının dokunulmazlığı bulunuyor ve haklarında dava açılamıyor. Ama ne oldu: insanlar bu davranışından dolayı o derece hiddetlenmişlerdi ki, yasama meclisinin izniyle soruşturma başlatıldı ve görevden alındı.
Today, Alams -- as we call him for short -- is in jail. This is a story about the fact that people in Africa are no longer willing to tolerate corruption from their leaders. This is a story about the fact that people want their resources managed properly for their good, and not taken out to places where they'll benefit just a few of the elite. And therefore, when you hear about the corrupt Africa -- corruption all the time -- I want you to know that the people and the governments are trying hard to fight this in some of the countries, and that some successes are emerging.
Bugün Alams, ona bu kısa adı verdik, hapiste. Bu, Afrika'daki insanların artık yöneticilerinin yolsuzluklarına tahammül etmek istemediklerini gösteren bir hikayedir. Bu, insanların artık kaynaklarının kendileri için kullanılmasını istediklerine, seçkin kişilerin bu kaynakları faydalanabilecekleri yerlere kaçırmasını istemediklerini gösteren bir hikaye. Bu yüzden, yolsuzluklarla dolu Afrika'dan bahsedildiğini duyarsanız, bilmenizi isterim ki bazı ülkelerde insanlar ve hükümetler, yolsuzluklarla mücadele için elinden geleni fazlasıyla yapıyor ve bunu bazı yerlerde başarıyorlar da.
Does it mean the problem is over? The answer is no. There's still a long way to go, but that there's a will there. And that successes are being chalked up on this very important fight. So when you hear about corruption, don't just feel that nothing is being done about this -- that you can't operate in any African country because of the overwhelming corruption. That is not the case. There's a will to fight, and in many countries, that fight is ongoing and is being won. In others, like mine, where there has been a long history of dictatorship in Nigeria, the fight is ongoing and we have a long way to go.
Bu sorunların çözüldüğü anlamına mı geliyor? Hayır. Katetmemiz gereken daha uzun bir yol ama bu konuda iradeliyiz. Bu çok önemli mücadelede başarılar elde ediliyor. Yani yolsuzluktan bahsedildiğini duyarsanız, bu konuda hiçbir şey yapılmadığını düşünmeyin sakın, yolsuzluklardan dolayı hiçbir Afrika ülkesinde iş yapamayacağınızı düşünmeyin. Durum böyle değil. Mücadele irademiz var ve pek çok ülkede bu mücadele veriliyor ve kazanılıyor da. Benim ülkemde olduğu gibi diğer ülkelerde de, Nijerya gibi başından uzun bir süre diktatörlük geçen yerlerde, mücadele devam ediyor ve uzun bir yolumuz var.
But the truth of the matter is that this is going on. The results are showing: independent monitoring by the World Bank and other organizations show that in many instances the trend is downwards in terms of corruption, and governance is improving. A study by the Economic Commission for Africa showed a clear trend upwards in governance in 28 African countries.
Ama gerçek şu ki bunlar yapılıyor. Sonuçlar şunu gösteriyor: Dünya Bankası ve diğer kuruluşların yapmış oldukları bağımsız gözlemler birçok durumda trendin, yolsuzluk konusunda düşüş gösterdiğini ve devletin kalkındığını ortaya koyuyor. Afrika Ekonomik Komisyonu tarafından yapılan bir araştırma 28 Afrika ülkesinde yönetimde yükselen bir trend ortaya koymuştur.
And let me say just one more thing before I leave this area of governance. That is that people talk about corruption, corruption. All the time when they talk about it you immediately think about Africa. That's the image: African countries. But let me say this: if Alams was able to export eight million dollars into an account in London -- if the other people who had taken money, estimated at 20 to 40 billion now of developing countries' monies sitting abroad in the developed countries -- if they're able to do this, what is that? Is that not corruption? In this country, if you receive stolen goods, are you not prosecuted? So when we talk about this kind of corruption, let us also think about what is happening on the other side of the globe -- where the money's going and what can be done to stop it. I'm working on an initiative now, along with the World Bank, on asset recovery, trying to do what we can to get the monies that have been taken abroad -- developing countries' moneys -- to get that sent back. Because if we can get the 20 billion dollars sitting out there back, it may be far more for some of these countries than all the aid that is being put together. (Applause)
Bu yönetim konusunu tamamlamadan önce bir şeye daha değinmek istiyorum. İnsanlar yolsuzluk, yolsuzluk diye konuşup duruyor. Ne zaman bu konu konuşulsa hemen aklınıza Afrika geliyor. İşte Afrika ülkelerinin imajı. Ama şunu söyleyeyim: Eğer Alams 8 milyon doları Londra'daki hesabına yatırabilseydi - parayı alan diğer insanlar, gelişmekte olan ülkelerin parasının 20 ila 40 trilyonun gelişmiş ülkelerde olduğu tahmin ediliyor - bunu yapmayı başarabiliyorlarsa, buna ne demeli? Bu yolsuzluk değil mi? Bu ülkede, çalınmış malları kabul ettiğiniz zaman, dava edilmiyor musunuz? Yani bu tür bir yolsuzluktan bahsettiğimiz zaman, madalyonun öbür yüzüne de bakalım. Bu para nereye gidiyor ve bunu durdurmak için ne yapılabilir. Şu anda Dünya Bankasıyla birlikte, varlıkların geri kazanılmasıyla ilgili bir girişimde çalışıyorum, yurt dışına kaçırılan paraların gelişmekte olan ülkelerin paralarının geri alınabilmesini sağlamak için neler yapılabileceği üzerinde çalışıyoruz. Çünkü dışarıdaki 20 trilyon dolarımızı geri alabilirsek, bu, bazı ülkeler için yapılan yardımlardan çok daha fazla fayda sağlayabilir. (Alkış.)
The second thing I want to talk about is the will for reform. Africans, after -- they're tired, we're tired of being the subject of everybody's charity and care. We are grateful, but we know that we can take charge of our own destinies if we have the will to reform. And what is happening in many African countries now is a realization that no one can do it but us. We have to do it. We can invite partners who can support us, but we have to start. We have to reform our economies, change our leadership, become more democratic, be more open to change and to information.
Bahsetmek istediğim ikinci bir konu ise reform isteği. Afrikalılar, herkesin hayırseverlik ve bakım konusu olmaktan yoruldu, biz de yorulduk. Minnettarız ama eğer reform iradesine sahipsek kendi kaderimizi yönetebileceğimizi biliyoruz. Ve şu anda birçok Afrika ülkesinde, bunu kendimizden başkasının yapamayacağını anlamaya başlıyoruz. Bunu biz yapmak zorundayız. Bizlere destek verebilecek ortaklar davet edebiliriz ama bu işe bizim başlamamız gerekiyor. Ekonomimizi geliştirmeliyiz, yöneticiliğimizi değiştirmeliyiz, daha demokratik olmalıyız, değişime ve bilgiye daha açık olmalıyız.
And this is what we started to do in one of the largest countries on the continent, Nigeria. In fact, if you're not in Nigeria, you're not in Africa. I want to tell you that. (Laughter) One in four sub-Saharan Africans is Nigerian, and it has 140 million dynamic people -- chaotic people -- but very interesting people. You'll never be bored. (Laughter)
Ve kıtanın en büyük ülkelerinden biri olan Nijerya'da bunu yapmaya başladık. Aslında, Nijerya'da değilseniz, Afrika'da değilsiniz demektir. Size bunu anlatmak istiyorum. (Gülüşmeler.) Sahra altı Afrikalıların dörtte biri Nijeryalıdır ve 140 milyon dinamik, düzensiz insana sahiptir ama çok enteresan insanlar. Asla sıkılmazsınız. (Gülüşmeler.)
What we started to do was to realize that we had to take charge and reform ourselves. And with the support of a leader who was willing, at the time, to do the reforms, we put forward a comprehensive reform program, which we developed ourselves. Not the International Monetary Fund. Not the World Bank, where I worked for 21 years and rose to be a vice president. No one can do it for you. You have to do it for yourself.
Sorumluluk üstlenmemiz ve kendi reformumuzu yapmamız gerektiğini anladık. Ve zamanında değişim yapmak isteyen bir yöneticinin desteği ile kendi tasarladığımız, kapsamlı bir reform programı hazırladık. Bunu Uluslararası Para Fonu hazırlamadı. Bunu, 21 yıl çalıştığım ve başkan yardımcılığına terfi ettiğim Dünya Bankası da hazırlamadı. Bunu sizin için hiç kimse yapamaz. Kendinizin yapması gerekir.
We put together a program that would, one: get the state out of businesses it had nothing -- it had no business being in. The state should not be in the business of producing goods and services because it's inefficient and incompetent. So we decided to privatize many of our enterprises. (Applause) We -- as a result, we decided to liberalize many of our markets. Can you believe that prior to this reform -- which started at the end of 2003, when I left Washington to go and take up the post of Finance Minister -- we had a telecommunications company that was only able to develop 4,500 landlines in its entire 30-year history? (Laughter)
İlk etapta devleti, hiçbir işi olmayan içinde olmaması gereken işlerden çıkaracak bir plan hazırladık. Devletin, mal ve hizmet üretme işlerinde olmaması gerekiyor çünkü bu alanda etkin ve yetkin değil. Dolayısıyla kurumlarımızın çoğunu özelleştirme kararı aldık. (Alkış.) Biz, sonuç olarak, piyasalarımızın çoğunu serbestleştirme kararı aldık. 2003 yılı sonunda başlayan bu reformdan önce, Maliye Bakanı olarak çalışmak üzere Washington'dan ayrıldığım zaman, 30 yıl boyunca sadece 4,500 karasal hat geliştirebilen bir telekomünikasyon şirketimiz olduğuna inanabiliyor musunuz? (Gülüşmeler.)
Having a telephone in my country was a huge luxury. You couldn't get it. You had to bribe. You had to do everything to get your phone. When President Obasanjo supported and launched the liberalization of the telecommunications sector, we went from 4,500 landlines to 32 million GSM lines, and counting. Nigeria's telecoms market is the second-fastest growing in the world, after China. We are getting investments of about a billion dollars a year in telecoms. And nobody knows, except a few smart people. (Laughter)
Benim ülkemde bir telefona sahip olmak çok büyük bir lükstü. Alamıyordunuz. Rüşvet vermeniz gerekiyordu. Telefonunuzu alabilmek için her şeyi yapmanız gerekiyordu. Devlet Başkanı Obasanjo, telekomünikasyon sektörünün serbestleştirilmesini destekleyip, başlattığında 4,500 karasal hattı 32 milyon GSM hattına çıkardık ve sayı giderek artıyor. Nijerya'nın telekomünikasyon pazarı, Çin'den sonra, dünyanın en hızlı gelişen pazarı. Telekoma yılda yaklaşık 1 trilyon dolar yatırım yapılıyor. Ve bunu, birkaç zeki insan haricinde, hiç kimse bilmiyor. (Gülüşmeler.)
The smartest one, first to come in, was the MTN company of South Africa. And in the three years that I was Finance Minister, they made an average of 360 million dollars profit per year. 360 million in a market -- in a country that is a poor country, with an average per capita income just under 500 dollars per capita. So the market is there. When they kept this under wraps, but soon others got to know. Nigerians themselves began to develop some wireless telecommunications companies, and three or four others have come in. But there's a huge market out there, and people don't know about it, or they don't want to know. So privatization is one of the things we've done.
İlk başlayan zeki şirket Güney Afrika'nın MTN şirketiydi. Maliye Bakanı olduğum ilk üç yıl içinde yıllık ortalama 360 milyon dolar kar elde ettiler. Kişi başına milli gelirim 500 doların altında olduğu fakir bir ülkede, 360 milyon dolar kar. İşte piyasa ortada. Bunu gizli tuttular ama başkalarının öğrenmesi uzun sürmedi. Nijeryalılar kendileri kablosuz iletişim şirketleri kurmaya başladı, sonra üç veya dört tane daha katılan oldu. Ama çok büyük bir piyasa var, insanlar bunu bilmiyor ya da bilmek istemiyor. Yani yaptığımız işlerden biri özelleştirme.
The other thing we've also done is to manage our finances better. Because nobody's going to help you and support you if you're not managing your own finances well. And Nigeria, with the oil sector, had the reputation of being corrupt and not managing its own public finances well. So what did we try to do? We introduced a fiscal rule that de-linked our budget from the oil price. Before we used to just budget on whatever oil we bring in, because oil is the biggest, most revenue-earning sector in the economy: 70 percent of our revenues come from oil. We de-linked that, and once we did it, we began to budget at a price slightly lower than the oil price and save whatever was above that price. We didn't know we could pull it off; it was very controversial. But what it immediately did was that the volatility that had been present in terms of our economic development -- where, even if oil prices were high, we would grow very fast. When they crashed, we crashed. And we could hardly even pay anything, any salaries, in the economy. That smoothened out. We were able to save, just before I left, 27 billion dollars. Whereas -- and this went to our reserves -- when I arrived in 2003, we had seven billion dollars in reserves. By the time I left, we had gone up to almost 30 billion dollars. And as we speak now, we have about 40 billion dollars in reserves due to proper management of our finances. And that shores up our economy, makes it stable.
Bunun yanı sıra maliyeyi daha iyi yönetmeye başladık. Çünkü eğer maliyenizi iyi yönetmezseniz size hiç kimse yardım etmez ve hiç kimse destek vermez. Ve Nijerya, petrol sektörüyle, yolsuzlukla dolu ve kendi kamu maliyesini iyi yönetemeyen bir üne sahipti. Bu durumda ne yapmaya çalıştık? Bütçemizi petrol fiyatlarından ayıran çıkartan bir mali kural getirdik. Önceleri bütçemizi petrolden kazandığımıza göre ayarlıyorduk çünkü petrol ekonomideki en büyük, en çok kar getiren sektördü: Gelirlerimizin %70'ini petrolden sağlıyoruz. Bu bağlantıyı kestik ve ardından petrol fiyatından daha düşük bir fiyatla bütçemizi ayarlamaya başladık ve bunun üzerindekilerden tasarrufa gittik. Bunu becerip beceremeyeceğimizi bilmiyorduk; oldukça çekişmeliydi. Ama ilk etkisi, ekonomik gelişimimiz açısından oluşan fiyat dalgalanmaları oldu, petrol fiyatları yükselse bile, biz çok hızlı bir şekilde büyüyecektik. Onlar battığında, biz de battık. Ve neredeyse hiçbir şeyi, hiçbir maaşı ödeyemiyorduk. Bu sorun çözüldü. Ben ayrılmadan önce 27 trilyon dolar tasarruf etmeyi başardık. Bunu rezervlerimize ekledik-- Ben 2003 yılında geldiğim zaman, rezervlerimizde 7 trilyon dolarımız vardı. Benim gideceğim zamana yakın neredeyse 30 trilyon dolara kadar çıkmıştık. şu an konuşurken, maliyemizin doğru yönetimi sayesinde neredeyse 40 trilyon dolar rezervimiz var. Ve bu ekonomimizi destekliyor, istikrarlı hale getiriyor.
Our exchange rate that used to fluctuate all the time is now fairly stable and being managed so that business people have a predictability of prices in the economy. We brought inflation down from 28 percent to about 11 percent. And we had GDP grow from an average of 2.3 percent the previous decade to about 6.5 percent now. So all the changes and reforms we were able to make have shown up in results that are measurable in the economy.
Sürekli dalgalanan döviz kurumuz artık oldukça sabit ve idare ediliyor, dolayısıyla iş adamları ekonomideki fiyatları tahmin edebiliyorlar. Enflasyonu yüzde 28 oranından yüzde 11 oranına kadar düşürdük. Ve geçen on yıllarda yüzde 2, 3 ortalaması olan GSYİH değerini şimdilerde yüzde 6,5 oranına çıkardık. Yani yapmayı başardığımız bütün değişimler ve gelişimler ekonomide ölçülebilir sonuçlar beraberinde getirdi.
And what is more important, because we want to get away from oil and diversify -- and there are so many opportunities in this one big country, as in many countries in Africa -- what was remarkable is that much of this growth came not from the oil sector alone, but from non-oil. Agriculture grew at better than eight percent. As telecoms sector grew, housing and construction, and I could go on and on. And this is to illustrate to you that once you get the macro-economy straightened out, the opportunities in various other sectors are enormous.
Ve daha da önemlisi, petrolden uzaklaşmak ve değişiklik yapmak istediğimiz için, tıpkı Afrika’nın birçok ülkesinde olduğu gibi bu tek büyük ülkede o kadar çok imkân var ki-- Bu büyümelerin çoğunun sadece petrol sektöründen değil de, petrol olmayan sektörlerden gelmiş olması dikkat çekiciydi. Tarım yüzde 8 daha da yükseldi. Telekom sektörü büyüdükçe, konut ve inşaat sektörü de büyüdü ve bu şekilde devam edebilirim. Ve bunu sizlere bir defa makro-ekonomiyi düzelttiğiniz zaman çeşitli diğer sektörlerdeki imkanların da o derece büyüdüğünü göstermek için anlattım.
We have opportunities in agriculture, like I said. We have opportunities in solid minerals. We have a lot of minerals that no one has even invested in or explored. And we realized that without the proper legislation to make that possible, that wouldn't happen. So we've now got a mining code that is comparable with some of the best in the world. We have opportunities in housing and real estate. There was nothing in a country of 140 million people -- no shopping malls as you know them here. This was an investment opportunity for someone that excited the imagination of people. And now, we have a situation in which the businesses in this mall are doing four times the turnover that they had projected.
Söylediğim gibi, tarımda imkanlarımız var. Katı minerallerde imkanlarımız var. Hiç kimsenin şimdiye dek yatırım yapmadığı veya keşfetmediği katı minerallerimiz var. Ve bunu mümkün kılmak için uygun yasalar olmadıkça, bunun gerçekleşmeyeceğini anladık. Artık şimdi dünyadaki en iyi madencilikte emniyet kurallarına eş değerde kurallarımız var. Konut ve gayrimenkul sektöründe fırsatlar var. 140 milyon nüfusa sahip bir ülkede hiçbir şey yoktu, burada bildiğiniz alışveriş merkezleri yoktu. İnsanların heyecanını uyandıran biri için burası bir yatırım fırsatıydı. Ve şimdi, bu alışveriş merkezindeki işyerlerinin, beklenilen cirodan dört kat fazlasını yaptıkları bir durum söz konusu.
So, huge things in construction, real estate, mortgage markets. Financial services: we had 89 banks. Too many not doing their real business. We consolidated them from 89 to 25 banks by requiring that they increase their capital -- share capital. And it went from about 25 million dollars to 150 million dollars. The banks -- these banks are now consolidated, and that strengthening of the banking system has attracted a lot of investment from outside. Barclays Bank of the U.K. is bringing in 500 million. Standard Chartered has brought in 140 million. And I can go on. Dollars, on and on, into the system.
Yani, inşaatta, emlakta, mortgage piyasasında büyük şeyler oluyor. Finansal hizmetler: 89 tane bankamız vardı. Aralarında kendi gerçek işlerini yapmayan çok banka vardı. Bu 89 bankayı 25 bankaya düşürerek birleştirdik ve sermayelerini arttırmalarını, sermayelerini paylaşmalarını talep ettik. Ve 25 milyon doları 150 milyon dolara çıkardık. Artık birleştirilmiş durumdaki bu bankalar ve bankacılık sisteminin güçlendirilmesi dışarıdan birçok yatırım çekti. İngiltere'nin Barclays Bank'ı 500 milyon değerinde yatırım yapıyor. Standard Chartered 140 milyon değerinde yatırım yaptı. Ve böyle devam edebilirim. Dolarlar gittikçe sisteme girdi.
We are doing the same with the insurance sector. So in financial services, a great deal of opportunity. In tourism, in many African countries, a great opportunity. And that's what many people know East Africa for: the wildlife, the elephants, and so on. But managing the tourism market in a way that can really benefit the people is very important.
Sigorta sektöründe de aynı şeyi yapıyoruz. Yani finansal hizmetlerde, çok büyük imkanlar var. Turizmde, birçok Afrika ülkesinde, büyük imkanlar var. Ve birçok insan Doğu Afrika'yı bunlarla tanıyor: vahşi yaşam, filler, vesaire. Ama turizm piyasasının, insanlara gerçekten yarar sağlanabilecek şekilde idare edilmesi oldukça önemli.
So what am I trying to say? I'm trying to tell you that there's a new wave on the continent. A new wave of openness and democratization in which, since 2000, more than two-thirds of African countries have had multi-party democratic elections. Not all of them have been perfect, or will be, but the trend is very clear. I'm trying to tell you that since the past three years, the average rate of growth on the continent has moved from about 2.5 percent to about five percent per annum. This is better than the performance of many OECD countries. So it's clear that things are changing.
Yani ne söylemeye çalışıyorum? Sizlere kıtada yeni bir dalganın olduğunu söylemeye çalışıyorum. Açıklık ve demokratikleştirme konularında yeni bir dalga ve 2000 yılından beri Afrika ülkelerinin üçte ikisinden fazlası çok partili demokratik seçimler yaptı. Bunların hepsi mükemmel değildi veya mükemmel olmayacak ancak trend çok bariz. Sizlere, son üç yıldan beri kıtadaki ortalama büyüme oranının yıllık yüzde 2,5'ten yüzde 5'e çıktığını anlatmaya çalışıyorum. Bu birçok OECD ülkesinden çok daha iyi bir performanstır. Yani değişikliklerin gerçekleştiği bariz.
Conflicts are down on the continent; from about 12 conflicts a decade ago, we are down to three or four conflicts -- one of the most terrible, of course, of which is Darfur. And, you know, you have the neighborhood effect where if something is going on in one part of the continent, it looks like the entire continent is affected. But you should know that this continent is not -- is a continent of many countries, not one country. And if we are down to three or four conflicts, it means that there are plenty of opportunities to invest in stable, growing, exciting economies where there's plenty of opportunity. And I want to just make one point about this investment.
Kıtadaki iç savaşlar azaldı; on yıl önce 12 iç savaş var iken, şimdi üç ila dört iç savaş kaldı. En kötülerinden biri elbette ki Darfur iç savaşı. Ve bilirsiniz, komşu etkisi diye bir şey söz konusu, eğer kıtanın bir yerinde bir şeyler oluyorsa, sanki bütün kıtada oluyormuş gibi görünür. Ama bilmelisiniz ki bu kıta, birçok ülkeden oluşan bir kıta, tek bir ülkeden değil. Ve üç ila dört iç savaşa düşmüş olmamız, pek çok fırsatın olduğu istikrarlı, büyüyen, heyecan verici ekonomilere birçok yatırım yapma imkanının olduğu anlamına geliyor. Ve bu yatırımlar hakkında bir noktaya değinmek istiyorum.
The best way to help Africans today is to help them to stand on their own feet. And the best way to do that is by helping create jobs. There's no issue with fighting malaria and putting money in that and saving children's lives. That's not what I'm saying. That is fine. But imagine the impact on a family: if the parents can be employed and make sure that their children go to school, that they can buy the drugs to fight the disease themselves. If we can invest in places where you yourselves make money whilst creating jobs and helping people stand on their own feet, isn't that a wonderful opportunity? Isn't that the way to go? And I want to say that some of the best people to invest in on the continent are the women. (Applause)
Günümüzde Afrikalılara yardım etmenin en iyi yolu onlara kendi ayakları üzerinde durmaları için yardım etmektir. Ve bunu en iyi şekilde iş olanakları yaratmalarına yardım ederek yapabilirsiniz. Sıtma hastalığına karşı savaşmanız ve buna para harcamanız ve çocukların hayatlarını kurtarmanız sorun değil. Ben bunu söylemiyorum. Bu hoş. Ama bir aile üzerinde yarattığı etkiyi düşünün: eğer veliler işe alınırsa ve çocuklarının okula gitmelerini sağlayabilirlerse o zaman bu hastalıklarla savaşmak için ilaçları kendileri satın alabilirler. Sizin paralarınızı kendinizin kazanabildiğiniz yerlere yatırım yapabilirsek eğer, ve onlara iş olanakları oluşturup, kendi ayakları üzerinde durmaları için yardım edersek, bu muhteşem bir imkan olmaz mı? Bu takip etmemiz gereken yol değil mi? Ve kıtada yatırım yapılabilecek en iyi insanlar kadınlardır. (Alkış.)
I have a CD here. I'm sorry that I didn't say anything on time. Otherwise, I would have liked you to have seen this. It says, "Africa: Open for Business." And this is a video that has actually won an award as the best documentary of the year. Understand that the woman who made it is going to be in Tanzania, where they're having the session in June. But it shows you Africans, and particularly African women, who against all odds have developed businesses, some of them world-class.
Bir CD’m var. Hiçbir şeyi vaktinde söylemediğim için kusura bakmayın. Tam aksine, bunu seyretmiş olmanızı isterdim. Konusu "Afrika: Ticarete Açık." Ve bu video yakın zaman önce yılın en iyi belgesel ödülünü aldı. Bunu yapan kadınların Tanzanya'da olacağını anlamalısınız, orada haziran ayında toplantı yapacaklar. Ama Afrikalıları gösteriyor ve özellikle de, bütün farklara rağmen şirketler kuran, bazıları ise dünya çapında şirketler kuran Afrikalı kadınlarını gösteriyor.
One of the women in this video, Adenike Ogunlesi, making children's clothes -- which she started as a hobby and grew into a business. Mixing African materials, such as we have, with materials from elsewhere. So, she'll make a little pair of dungarees with corduroys, with African material mixed in. Very creative designs, has reached a stage where she even had an order from Wal-Mart. (Laughter) For 10,000 pieces. So that shows you that we have people who are capable of doing.
Bu videodaki kadınlardan biri, Adenike Ogunlesi, çocuk kıyafetleri tasarlıyor. Bu işe bir hobi olarak başlamış ve bir şirket haline dönüşmüş. Elimizde olan Afrika malzemelerini başka yerlerden gelen malzemeler ile birleştiriyor. Şimdi, Afrika malzemeleri ile birleştirmiş olduğu fitilli kumaştan küçük bir kot pantolon tasarlayacak. Çok yaratıcı tasarımlar. Öyle bir seviyeye gelmiş ki Wal-Mart'tan bile sipariş almış. (Gülüşmeler.) 10,000 adet kadar. Dolayısıyla, bu size bizlerde de bunları yapmaya ehilli olan insanların olduğunu gösteriyor.
And the women are diligent. They are focused; they work hard. I could go on giving examples: Beatrice Gakuba of Rwanda, who opened up a flower business and is now exporting to the Dutch auction in Amsterdam each morning and is employing 200 other women and men to work with her. However, many of these are starved for capital to expand, because nobody believes outside of our countries that we can do what is necessary. Nobody thinks in terms of a market. Nobody thinks there's opportunity. But I'm standing here saying that those who miss the boat now, will miss it forever.
Ve kadınlar çalışkandır: dikkatlidirler; harıl harıl çalışırlar. Sizlere örnek vermeye devam edebilirim: Ruanda'dan Beatrice Gakuba, bir çiçekçilik işyeri açtı ve şimdi her sabah Amsterdam'daki Hollanda ihalelerine ihracat yapıyor, ve yanında 200 kadın ve erkek çalıştırıyor. Herneyse ama bunların çoğunun büyüyebilmek için sermayeye ihtiyaçları var, çünkü bizim ülkelerimiz dışında hiç kimse gerekli olan şeyleri yapabileceğimize inanmıyor. Hiç kimse piyasa açısından düşünmüyor. Hiç kimse bu imkanları düşünmüyor. Ama burada durup şunu söylüyorum: Şu anda gemiyi kaçıranlar, ömür boyu kaçıracaklar.
So if you want to be in Africa, think about investing. Think about the Beatrices, think about the Adenikes of this world, who are doing incredible things, that are bringing them into the global economy, whilst at the same time making sure that their fellow men and women are employed, and that the children in those households get educated because their parents are earning adequate income.
Yani Afrika'da olmak istiyorsanız yatırım yapmayı düşünün. Bu dünyadaki Beatrice'leri düşünün, Adenike'leri düşünün, onlar, kendilerini küresel ekonomiye getiren muhteşem şeyler yaparken aynı zamanda erkek ve bayan arkadaşlarının çalışmalarını sağlıyorlar ve bu ailelerin çocuklarının eğitilmesini sağlıyorlar çünkü velileri bunun için yeterli para kazanıyor.
So I invite you to explore the opportunities. When you go to Tanzania, listen carefully, because I'm sure you will hear of the various openings that there will be for you to get involved in something that will do good for the continent, for the people and for yourselves.
Dolayısıyla, sizleri fırsatları keşfetmeye davet ediyorum. Tanzanya'ya gittiğiniz zaman, dikkatlice dinleyin, çünkü eminim ki size kıtanın, insanların ve sizin faydanıza olacak bir şeylere katılmanız için çeşitli fırsatlardan bahsedilecektir.
Thank you very much. (Applause)
Çok teşekkür ederim. (Alkış.)