So the Awesome story: It begins about 40 years ago, when my mom and my dad came to Canada. My mom left Nairobi, Kenya. My dad left a small village outside of Amritsar, India. And they got here in the late 1960s. They settled in a shady suburb about an hour east of Toronto, and they settled into a new life. They saw their first dentist, they ate their first hamburger, and they had their first kids. My sister and I grew up here, and we had quiet, happy childhoods. We had close family, good friends, a quiet street. We grew up taking for granted a lot of the things that my parents couldn't take for granted when they grew up -- things like power always on in our houses, things like schools across the street and hospitals down the road and popsicles in the backyard. We grew up, and we grew older. I went to high school. I graduated. I moved out of the house, I got a job, I found a girl, I settled down -- and I realize it sounds like a bad sitcom or a Cat Stevens' song --
Muhteşem hikaye: Her şey bundan 40 yıl kadar önce, annem ve babam Canada'ya geldiğinde başladı. Annem Nairobi, Kenya'dan ayrıldı. Babam Amritsar, Hindistan'ın dışında bir köyden ayrıldı. Ve buraya 1960ların sonunda geldiler. Toronto'nun yaklaşık 1 saat doğusunda kötü bir banliyöye yerleştiler. Ve yeni bir hayata başladılar. İlk kez bir dişçiye gittiler, ilk hamburgerlerini yediler, ve ilk çocukları dünyaya geldi. Kız kardeşim ve ben burada büyüdük, ve sakin, mutlu birer çocukluk geçirdik. Yakın ailemiz iyi arkadaşlarımız, sakin bir mahallemiz vardı. Ebeveynlerimizin büyürken kıymetini iyi bildiği bir çok şeyin kıymetini bilmeden yaşadık Evimizde sürekli elektrik olması gibi, Yolun karşısında okullar caddenin sonunda hastaneler ve arka bahçede buzlu şekerlemeler gibi. Büyüdük ve yaşlandık. Liseye gittim. Mezun oldum. Kendi evime çıktım, bir işe girdim. Birini buldum, evlendim -- Kulağa kötü bir sitcom ya da Cat Stevens şarkısı gibi geldiğini biliyorum.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
but life was pretty good. Life was pretty good. 2006 was a great year. Under clear blue skies in July in the wine region of Ontario, I got married, surrounded by 150 family and friends. 2007 was a great year. I graduated from school, and I went on a road trip with two of my closest friends. Here's a picture of me and my friend, Chris, on the coast of the Pacific Ocean. We actually saw seals out of our car window, and we pulled over to take a quick picture of them and then blocked them with our giant heads. (Laughter) So you can't actually see them, but it was breathtaking, believe me.
Ama hayat gayet güzeldi. Hayat gayet güzeldi. 2006 çok güzel bir yıldı. Ontario'nun üzüm bağlarında haziran ayında açık mavi gökyüzünün altında, 150 aile ve arkadaş ile çevrili halde, evlendim. 2007 çok güzel bir yıldı. Okuldan mezun oldum, ve en yakın iki arkadaşımla bir yolculuğa çıktım. Pasifik Okyanusu sahilinde, benim ve arkadaşım Chris'in bir fotoğrafı. Arabamızın camından fok balıkları gördük Hemen bir fotoğraflarını çekmek için kenara çektik ve sonra da onları koca kafalarımızla bloke ettik. (Gülüşmeler) Yani aslında onları göremiyorsunuz, ama inanın ki, nefes kesiciydi.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
2008 and 2009 were a little tougher. I know that they were tougher for a lot of people, not just me. First of all, the news was so heavy. It's still heavy now, and it was heavy before that, but when you flipped open a newspaper, when you turned on the TV, it was about ice caps melting, wars going on around the world, earthquakes, hurricanes and an economy that was wobbling on the brink of collapse, and then eventually did collapse, and so many of us losing our homes, or our jobs, or our retirements, or our livelihoods. 2008, 2009 were heavy years for me for another reason, too. I was going through a lot of personal problems at the time. My marriage wasn't going well, and we just were growing further and further apart. One day my wife came home from work and summoned the courage, through a lot of tears, to have a very honest conversation. And she said, "I don't love you anymore," and it was one of the most painful things I'd ever heard and certainly the most heartbreaking thing I'd ever heard, until only a month later, when I heard something even more heartbreaking.
2008 ve 2009 biraz daha zorluydu. Sadece benim için değil, bir çok insan için zorlayıcı olduklarını biliyorum Her şeyden önce haberler çok kötüydü. Hala da kötü, ve ondan önce de kötüydü, ama ne zaman bir gazeteyi açsanız, televizyonu açsanız dünyanın her yerinde devam eden, buzulların erimesi hakkındaydı depremler, kasırgalar ve çöküşün eşiğinde sallanan bir ekonomi, ve nihayetinde de çöktü, ve bir çoğumuz evlerimizi, veya işlerimizi, veya emeklilik planlarımızı, ya da geçim kaynaklarımızı kaybettik. 2008, 2009 benim için başka bir sebepten dolayı da kötü yıllardılar. O dönemde bir çok kişisel problemlerle boğuşuyordum. Evliliğim iyi gitmiyordu, ve gittikçe birbirimizden uzaklaşıyorduk. Bir gün eşim işten geldi ve dürüst bir konuşma yapabilmek için gözyaşlarıyla, cesaretini topladı Ve "Artık seni sevmiyorum." dedi Bu hayatımda duyduğum en acı verici şeylerden biriydi ki sadece 1 ay sonrasına dek de kesinlikle duyduğum en yürek parçalayıcı şeydi, ama sonra daha da yürek parçalayıcı bir şey duydum.
My friend Chris, who I just showed you a picture of, had been battling mental illness for some time. And for those of you whose lives have been touched by mental illness, you know how challenging it can be. I spoke to him on the phone at 10:30 p.m. on a Sunday night. We talked about the TV show we watched that evening. And Monday morning, I found out that he disappeared. Very sadly, he took his own life. And it was a really heavy time.
Size az önce bir fotoğrafını gösterdiğim arkadaşım Chris, bir süredir akıl hastalığıyla savaş veriyordu. Ve hayatlarına akıl hastalığı bir şekilde girmiş olanlar bunun ne kadar zorlayıcı olabileceğini bilirler. Onunla bir pazar akşamı saat 10 buçukta telefonda konuştum O akşam izlediğimiz televizyon programı hakkında konuştuk. Ve pazartesi sabahı, kaybolduğu haberini aldım. Çok üzücü bir şekilde, kendi canına kıymıştı. Ve gerçekten çok zor bir dönemdi.
And as these dark clouds were circling me, and I was finding it really, really difficult to think of anything good, I said to myself that I really needed a way to focus on the positive somehow. So I came home from work one night, and I logged onto the computer, and I started up a tiny website called 1000awesomethings.com. I was trying to remind myself of the simple, universal, little pleasures that we all love, but we just don't talk about enough -- things like waiters and waitresses who bring you free refills without asking, being the first table to get called up to the dinner buffet at a wedding, wearing warm underwear from just out of the dryer, or when cashiers open up a new check-out lane at the grocery store and you get to be first in line -- even if you were last at the other line, swoop right in there.
Bütün bu kara bulutlar tepemde dolaşmaktaydılar, ve iyi bir şey düşünebilmeyi çok, çok zor bulmaktaydım, Kendime, pozitif olana odaklanmamın gerçekten bir yolunu bulmam gerektiğini söyledim. Böylece bir gün işten eve geldim, ve bilgisayarı açtım, ve 1000awesomethings.com adında (1000muhteşemşey.com) küçük bir internet sitesi açtım. Kendime, hepimizin sevdiği, basit, evrensel, küçük ama hakkında yeterinde konuşmadığımız zevkleri hatırlatmaya çalışıyordum -- siz sormadan bardağınızı yeniden dolduran garsonlar gibi, bir düğünde açık büfeye ilk çağırılan olmak gibi, kurutma makinesinden yeni çıkmış sıcak iç çamaşırlarını giymek gibi ya da markette kasiyerlerin yeni bir kasa açması ve ilk sıra sizindir diğer sırada en sonra bile olsanız, hemen kaynayın.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
And slowly over time, I started putting myself in a better mood. I mean, 50,000 blogs are started a day, and so my blog was just one of those 50,000. And nobody read it except for my mom. Although I should say that my traffic did skyrocket and go up by 100 percent when she forwarded it to my dad. (Laughter) And then I got excited when it started getting tens of hits, and then I started getting excited when it started getting dozens and then hundreds and then thousands and then millions. It started getting bigger and bigger and bigger. And then I got a phone call, and the voice at the other end of the line said, "You've just won the Best Blog In the World award." I was like, that sounds totally fake. (Laughter) (Applause) Which African country do you want me to wire all my money to? (Laughter) But it turns out, I jumped on a plane, and I ended up walking a red carpet between Sarah Silverman and Jimmy Fallon and Martha Stewart. And I went onstage to accept a Webby award for Best Blog. And the surprise and just the amazement of that was only overshadowed by my return to Toronto, when, in my inbox, 10 literary agents were waiting for me to talk about putting this into a book. Flash-forward to the next year and "The Book of Awesome" has now been number one on the bestseller list for 20 straight weeks.
Ve yavaş yavaş zamanla, Kendimi daha iyi bir ruh haline getirmeye başladım. Yani günde 50000 blog yayın yapmaya başlıyor. Ve benim blogum da o 50000 den biriydi. Ve annem hariç kimse okumuyordu. Ama şunu söylemem gerekir ki sitenin trafiği, linki babama yolladığında yüzde yüz arttı. (Gülüşmeler) Ve onlarca hit almaya başladığımda heyecanlandım. Ve sonra düzenelerce hit almaya başladığında daha çok heyecanlanmaya başladım ve sonra yüzlerce ve binlerce ve sonra milyonlarca. Gittikçe büyümeye ve büyümeye ve büyümeye başladı. Ve sonrasında telefonum çaldı, ve hattın ucundaki diğer ses şöyle dedi, "Az önce dünyadaki en iyi blog ödülünü kazandınız" Kesinlikle kandırıldığımı düşündüm. (Gülüşmeler) (Alkışlar) Hangi Afrikan ülkesine tüm paramı yollamamı istiyorsunuz? (Gülüşmeler) Ama sonuçta bir uçağa atladım ve Sarah Silverman ve Jimmy Fallon ve Martha Stewart'la beraber kırmızı halıda yürüdüm. Ve En İyi Blog adına bir Webby ödülünü kabul etmek için sahneye çıktım. Ve bunun sürprizi ve şaşkınlığı Torontoya dönüşümle inboxumda 10 editörün bunu bir kitap haline getirmek için konuşmak istediklerine dair mesajlarıyla gölgede kaldı. Ertesi yıla hızla bir göz atalım ve "Muhteşemliğin Kitabı" 20 haftadır çok satanlar listesinde 1 numarada.
(Applause)
(Alkışlar)
But look, I said I wanted to do three things with you today. I said I wanted to tell you the Awesome story, I wanted to share with you the three As of Awesome, and I wanted to leave you with a closing thought. So let's talk about those three As. Over the last few years, I haven't had that much time to really think. But lately I have had the opportunity to take a step back and ask myself: "What is it over the last few years that helped me grow my website, but also grow myself?" And I've summarized those things, for me personally, as three As. They are Attitude, Awareness and Authenticity. I'd love to just talk about each one briefly.
Ama bakın, bugün size 3 şey yapmak istediğimi söyledim. Size Muhteşem Hikayeyi anlatmak istediğimi, sizinle Muhteşemliğin 3 Aşamasını paylaşmak istediğimi ve sizi son bir düşünceyle başbaşa bırakmak istediğimi söyledim. Öyleyse şu 3 aşamadan bahsedelim. Geçen son yıllarda, gerçekten düşünmek için fazla zamanım olmadı. Ama son zamanlarda biraz geri çekilip kendime sorabilme fırsatım oldu: bu son senelerde hem websitemin ama aynı zamanda kendimin de gelişmesini sağlayan şey neydi? Ve benim için, bu şeyleri 3 aşamada özetledim. Bunlar tutum, farkındalık ve özgünlüktür. Her birinden tek tek kısaca söz etmek istiyorum
So Attitude: Look, we're all going to get lumps, and we're all going to get bumps. None of us can predict the future, but we do know one thing about it and that's that it ain't gonna go according to plan. We will all have high highs and big days and proud moments of smiles on graduation stages, father-daughter dances at weddings and healthy babies screeching in the delivery room, but between those high highs, we may also have some lumps and some bumps too. It's sad, and it's not pleasant to talk about, but your husband might leave you, your girlfriend could cheat, your headaches might be more serious than you thought, or your dog could get hit by a car on the street. It's not a happy thought, but your kids could get mixed up in gangs or bad scenes. Your mom could get cancer, your dad could get mean. And there are times in life when you will be tossed in the well, too, with twists in your stomach and with holes in your heart, and when that bad news washes over you, and when that pain sponges and soaks in, I just really hope you feel like you've always got two choices. One, you can swirl and twirl and gloom and doom forever, or two, you can grieve and then face the future with newly sober eyes. Having a great attitude is about choosing option number two, and choosing, no matter how difficult it is, no matter what pain hits you, choosing to move forward and move on and take baby steps into the future.
Tutum, Bakın, hepimizin hayatında pürüzler olacak, ve hepimizin darbe alacağı günler olacak. Hiçbirimiz geleceği tahmin edemeyiz, ama hakkında bir şey biliyoruz ve bu da plana göre gitmeyeceği. Hepimizin çok iyi zamanları önemli günleri ve gurur verici anları olacak mezuniyet aşamalarındaki gülümsemelerden düğünlerdeki baba-kız danslarına ve doğumhaneyi çığlıklarıyla birbirine katan sağlıklı bebeklere, ama bu çok güzel zamanların arasında, bazı darbeler alabilir, bazı problemler yaşayabiliriz de. Üzücü ve hakkında konuşması eğlenceli olan bir şey değil, ama eşiniz sizi terkedebilir, kız arkadaşınız sizi aldatabilir, baş ağrılarınız sandığınızdan daha ciddi olabilir, ya da köpeğinize sokakta bir araba çarpabilir. Mutluluk verici bir düşünce değil, ama çocuklarınız çetelere ya da kötü gruplara katılabilirler. Anneniz kanser olabilir, babanız kötü davranabilir. Ve hayatta öyle anlar olur ki dibe vurursunuz, içiniz buruk ve kalbiniz paramparça. Ve ne zaman kötü haberle dünya başınıza yıkıldığında acı hazmedilip her yanınızı sardığında umarım her zaman iki seçeneğiniz varmış gibi davranırsınız. Bir, yana yakıla acılar içinde sonsuza dek yas tutabilirsiniz, ya da ikinci olarak, önce yas tutabilir sonra da yeni ayılmış gözlerle geleceği göğüsleyebilirsiniz. Harika bir tutum içerisinde olmak, ikinci seçeneği seçmektir, ve ilerlemeyi seçmektir, geleceğe doğru minik adımlarla ne kadar zor olursa olsa da size ne kadar acı gelse de.
The second "A" is Awareness. I love hanging out with three year-olds. I love the way that they see the world, because they're seeing the world for the first time. I love the way that they can stare at a bug crossing the sidewalk. I love the way that they'll stare slack-jawed at their first baseball game with wide eyes and a mitt on their hand, soaking in the crack of the bat and the crunch of the peanuts and the smell of the hotdogs. I love the way that they'll spend hours picking dandelions in the backyard and putting them into a nice centerpiece for Thanksgiving dinner. I love the way that they see the world, because they're seeing the world for the first time. Having a sense of awareness is just about embracing your inner three year-old. Because you all used to be three years old. That three-year-old boy is still part of you. That three-year-old girl is still part of you. They're in there. And being aware is just about remembering that you saw everything you've seen for the first time once, too. So there was a time when it was your first time ever hitting a string of green lights on the way home from work. There was the first time you walked by the open door of a bakery and smelt the bakery air, or the first time you pulled a 20-dollar bill out of your old jacket pocket and said, "Found money."
İkinci aşama, farkındalıktır. Üç yaşındaki çocuklarla zaman geçirmeyi seviyorum. Dünyaya bakış açılarını seviyorum, çünkü dünyayı hayatlarında ilk kez görüyorlar. Karşıdan karşıya geçen bir böceği seyredebilmelerini seviyorum. İlk beysbol maçlarını ağızları açık bir şekilde izlemelerini seviyorum gözleri kocaman açılmış ve ellerinde bir beysbol eldiveni yerfıstığı sesleri ve beysbol sopası çatırtıları ve sosisli sandviç kokularına bulanmış halde. Arka bahçede karahindiba toplayarak saatler geçirebilmelerini seviyorum ve Şükran Günü yemeği için onları masanın ortasına güzelce yerleştirebilmelerini. Dünyayı algılama şekilleri hoşuma gidiyor çünkü dünyayı hayatlarında ilk kez görüyorlar. Farkındalık duygusuna sahip olmak aslında sadece içinizdeki üç yaşındaki çocuğa sahip çıkmaktır. Çünkü hepiniz bir zamanlar üç yaşındaydınız. O üç yaşındaki çocuk hala sizin bir parçanız. O üç yaşındaki kız hala sizin bir parçanız. Orada bir yerlerdeler. Ve farkında olmak, aslında başınıza gelen her şeyin bir seferinde hayatınızda ilk kez başınıza geldiğini hatırlamakla ilgili. Yani bir zamanlar hayatınızda ilk kez işten eve gelirken sürekli yeşil ışıga denk geldiniz. Hayatınızda bir sefer ilk kez bir fırından içeri girdiniz ve fırın kokusunu içinize çektiniz, ya da ilk kez eski bir ceketin cebinden 20 liralık bir banknot çıkarttınız ve "Para buldum" dediniz.
The last "A" is Authenticity. And for this one, I want to tell you a quick story. Let's go all the way back to 1932 when, on a peanut farm in Georgia, a little baby boy named Roosevelt Grier was born. Roosevelt Grier, or Rosey Grier, as people used to call him, grew up and grew into a 300-pound, six-foot-five linebacker in the NFL. He's number 76 in the picture. Here he is pictured with the "fearsome foursome." These were four guys on the L.A. Rams in the 1960s you did not want to go up against. They were tough football players doing what they love, which was crushing skulls and separating shoulders on the football field. But Rosey Grier also had another passion. In his deeply authentic self, he also loved needlepoint. (Laughter) He loved knitting. He said that it calmed him down, it relaxed him, it took away his fear of flying and helped him meet chicks. That's what he said. I mean, he loved it so much that, after he retired from the NFL, he started joining clubs. And he even put out a book called "Rosey Grier's Needlepoint for Men." (Laughter) (Applause) It's a great cover. If you notice, he's actually needlepointing his own face.
Son aşama özgünlüktür. Ve bunun için, size kısa bir hikaye anlatmak istiyorum. 1932'ye kadar geriye dönelim Georgia'da bir fıstık çiftliğinde Roosevelt Grier adında küçük bir erkek bebeğin doğduğu yıllara. Roosevelt Grier ya da insanların genellikle hitap ettiği adıyla Rosey Grier, büyüdü ve NFL'de (Amerikan Ulusal Futbol Ligi) 136 kilo 195 cm lik bir savunma oyuncusu oldu. Kendisi fotoğrafta numara 76. Burada "Korkulu Dörtlü" ile aynı karede. Bunlar 1960larda L.A. Rams'de oynayan karşılarına çıkmak istemeyeceğiniz dört oyuncuydu. Onlar sevdikleri işi yapan sert futbol oyuncularıydılar ki bu da futbol sahasında kafa kırmak ve omuz çıkartmaktı. Ama Rosey Grier'in başka bir tutkusu daha vardı. Kendine has mizahına uygun bir şekilde aynı zamanda oya işi yapmayı seviyordu. Örgü örmeyi seviyordu. Onu sakinleştirdiğini, rahatlattığını, uçma korkusunu yenmesine ve kızlarla tanışmasına yardım ettiğini söylemişti. Aynen böyle dedi. Yani o kadar sevmişti ki, NFL den emekli olduktan sonra, kulüplere katılmaya başladı. "Rosey Grier'den Erkekler için Oya İşi" adında bir kitap bile çıkardı. (Gülüşmeler) (Alkışlar) Harika bir kapak. Ve eğer dikkat ettiyseniz, aslında kendi suratını işliyor.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
And so what I love about this story is that Rosey Grier is just such an authentic person, and that's what authenticity is all about. It's just about being you and being cool with that. And I think when you're authentic, you end up following your heart, and you put yourself in places and situations and in conversations that you love and that you enjoy. You meet people that you like talking to. You go places you've dreamt about. And you end you end up following your heart and feeling very fulfilled. So those are the three A's.
Ve aslında bu öyküde en sevdiğim şey Rosey Grier'in tamamen kendine özgü bir insan olması. Ve özgünlük tamamen bunun hakkında. Sadece kendin olmak ve kendin olurken rahat olmakla ilgili. Ve bence özgün olduğunuz zaman, kendinizi kalbinizin sesini dinlerken bulursunuz, ve kendinizi, sevdiğiniz ve zevk aldığınız yerlere, durumlara, konuşmalara götürürsünüz. Konuşmaktan hoşlandığınız insanlarla tanışırsınız. Hayallerini kurduğunuz yerlere gidersiniz. Ve kalbinizin sesini dinlemiş olursunuz ve bir şeyleri başarmış hissiyle dolarsınız. İşte bunlar o üç aşamadır.
For the closing thought, I want to take you all the way back to my parents coming to Canada. I don't know what it would feel like coming to a new country when you're in your mid-20s. I don't know, because I never did it, but I would imagine that it would take a great attitude. I would imagine that you'd have to be pretty aware of your surroundings and appreciating the small wonders that you're starting to see in your new world. And I think you'd have to be really authentic, you'd have to be really true to yourself in order to get through what you're being exposed to.
Kapanış için, sizleri ailemin Kanada'ya gelişine geri götürmek istiyorum. 20li yaşlarında yeni bir ülkeye gelmek nasıl bir histir bilmiyorum. Bilmiyorum, çünkü hiç yapmadım. Sanıyorum ki çok iyi bir tutum gerektirir. Sanıyorum ki etrafınızda olup bitenlerin gayet farkında olmanız gerekir. ve yeni dünyanızda görmeye başladığınız küçük mucizelerin kıymetini bilebilmeniz gerekir. Ve sanıyorum ki gerçekten özgün olmanız gerekir, kendinize karşı dürüst olmanız gerekir maruz kaldıklarınızı aşabilmek için.
I'd like to pause my TEDTalk for about 10 seconds right now, because you don't get many opportunities in life to do something like this, and my parents are sitting in the front row. So I wanted to ask them to, if they don't mind, stand up. And I just wanted to say thank you to you guys.
TEDTalk'umu burada duraklatmak istiyorum 10 saniye kadar, çünkü hayatta böyle bir şey yapabilmek için elinize fazla fırsat geçmez, ve ebeveynlerim en önde oturuyorlar. Onlardan, eğer bir sorun olmazsa, ayağa kalkmalarını rica etmek istemiştim. Ve sadece size teşekkür etmek istedim.
(Applause)
(Alkışlar)
When I was growing up, my dad used to love telling the story of his first day in Canada. And it's a great story, because what happened was he got off the plane at the Toronto airport, and he was welcomed by a non-profit group, which I'm sure someone in this room runs. (Laughter) And this non-profit group had a big welcoming lunch for all the new immigrants to Canada. And my dad says he got off the plane and he went to this lunch and there was this huge spread. There was bread, there was those little, mini dill pickles, there was olives, those little white onions. There was rolled up turkey cold cuts, rolled up ham cold cuts, rolled up roast beef cold cuts and little cubes of cheese. There was tuna salad sandwiches and egg salad sandwiches and salmon salad sandwiches. There was lasagna, there was casseroles, there was brownies, there was butter tarts, and there was pies, lots and lots of pies. And when my dad tells the story, he says, "The craziest thing was, I'd never seen any of that before, except bread. (Laughter) I didn't know what was meat, what was vegetarian. I was eating olives with pie. (Laughter) I just couldn't believe how many things you can get here."
Ben büyürken, babam Kanadadaki ilk gününün hikayesini anlatmaya bayılırdı. Ve çok güzel bir hikaye, şöyle ki Toronto Havaalanında uçaktan indi ve kar amacı gütmeyen bir grup tarafından karşılandı ki eminim bu salondaki biri o grubun başındadır. (Gülüşmeler) Ve bu kar amacı gütmeyen grup, Kanadaya gelen tüm yeni göçmenler için büyük bir yemek düzenlemişti Ve babamın anlattığına göre uçaktan inmiş ve bu yemeğe gitmiş ve orada bu inanılmaz ziyafet varmış. Ekmek varmış, şu küçük turşulardan varmış, zeytinler varmış, şu küçük beyaz soğanlardan varmış. Rulo yapılmış hindi salamları varmış, rulo yapılmış domuz salamları, rulo yapılmış sığır eti ve minik küpler halinde peynir. Ton balıklı salatalı sandviçler varmış ve yumurta salatalı sandviçler, ve somon salatalı sandviçler. Lasanya varmış, güveç varmış, çikolatalı kek varmış, tereyağlı tartlar, ve turtalar varmış, bir sürü turtalar. Ve babam hikayeyi anlatırken der ki, "En çılgın olanı, ekmek dışında, diğer yiyecekleri daha önce hiç görmemiştim." (Gülüşmeler) "Neyin et, neyin sebzeli olduğunu bilmiyordum; turtayla zeytinleri birlikte yiyordum." (Gülüşmeler) "Buraya bu kadar çok şey getirtilebileceğine inanamadım bir türlü."
(Laughter)
(Gülüşmeler)
When I was five years old, my dad used to take me grocery shopping, and he would stare in wonder at the little stickers that are on the fruits and vegetables. He would say, "Look, can you believe they have a mango here from Mexico? They've got an apple here from South Africa. Can you believe they've got a date from Morocco?" He's like, "Do you know where Morocco even is?" And I'd say, "I'm five. I don't even know where I am. Is this A&P?" And he'd say, "I don't know where Morocco is either, but let's find out." And so we'd buy the date, and we'd go home. And we'd actually take an atlas off the shelf, and we'd flip through until we found this mysterious country. And when we did, my dad would say, "Can you believe someone climbed a tree over there, picked this thing off it, put it in a truck, drove it all the way to the docks and then sailed it all the way across the Atlantic Ocean and then put it in another truck and drove that all the way to a tiny grocery store just outside our house, so they could sell it to us for 25 cents?" And I'd say, "I don't believe that." And he's like, "I don't believe it either. Things are amazing. There's just so many things to be happy about."
Ben beş yaşındayken, babam beni market alışverişlerine yanında götürürdü. Ve meyve ve sebzelerin üzerindeki küçük etiketlere şaşkınlıkla bakardı. "Bak, burada Meksika'dan bir mango olduğuna inanabiliyor musun?" derdi. burada Güney Afrika'dan bir elma var. "burada Fas'tan bir hurma olduğuna inanabiliyor musun?" "Fas'ın nerede olduğunu biliyor musun ki?" derdi ve ben de "ben 5 yaşındayım. Nerede olduğumu bile bilmiyorum" derdim. "Burası A&P mi?" Ve babam derdi ki, "Ben de Fas'ın nerede olduğunu bilmiyorum, ama haydi öğrenelim" Ve hurmayı alırdık, ve eve gelirdik. Ve gerçekten de raftan bir atlas alırdık, ve bu gizemli ülkeyi bulana dek sayfaları çevirirdik. Ve bulduğumuzda, babam derdi ki, "İnanabiliyor musun, birileri orada bir ağaca tırmanmış, bu şeyi toplamış, bir kamyona koymuş, limana kadar getirmiş, ve sonra da Atlantik Okyanusuna yelken açmış ve sonra başka bir kamyona koymuş ve evimizin hemen yakınındaki küçücük bir markete kadar getirmiş, ve böylece bize 25 cente satabiliyorlar?" Ve ben de derdim ki "Buna inanmıyorum" ve babam da "Ben de inanmıyorum" derdi. "Bazı şeyler inanılmaz. Mutlu olunacak o kadar çok şey var ki."
When I stop to think about it, he's absolutely right. There are so many things to be happy about. We are the only species on the only life-giving rock in the entire universe that we've ever seen, capable of experiencing so many of these things. I mean, we're the only ones with architecture and agriculture. We're the only ones with jewelry and democracy. We've got airplanes, highway lanes, interior design and horoscope signs. We've got fashion magazines, house party scenes. You can watch a horror movie with monsters. You can go to a concert and hear guitars jamming. We've got books, buffets and radio waves, wedding brides and rollercoaster rides. You can sleep in clean sheets. You can go to the movies and get good seats. You can smell bakery air, walk around with rain hair, pop bubble wrap or take an illegal nap.
Durup düşündüğümde, kesinlikle haklı; Mutlu olunacak o kadar çok şey var ki. Bizler, şimdiye kadar gördüğümüz tek evrende, tek hayat veren kaya parçası üzerinde, bunun gibi bir çok şeyi deneyimleyebilecek tek türüz. Demek istiyorum ki, mimariye ve tarıma sahip bir tek biziz. Mücevherlere ve demokrasiye bir tek biz sahibiz. Uçaklarımız, karayollarımız var, iç mimarimiz ve burçlarımız var. Moda dergilerimiz, elektronik müzik partilerimiz var. İçinde canavarlar olan bir korku filmi izleyebilirsiniz. Bir konsere gidip, gitarların döktürmesini dinleyebilirsiniz. Kitaplarımız, açık büfelerimiz ve radyo dalgalarımız var, gelinlerimiz ve lunapark trenlerimiz. Temiz çarşaflarda uyuyabilirsiniz. Sinemaya gidip güzel bir yerden izleyebilirsiniz. Fırın kokusunu koklayabilirsiniz, yağmurda ıslanmış saçlarla yürüyebilirsiniz, sakızdan balon yapıp patlatabilir, kaçak bir şekerleme yapabilirsiniz.
We've got all that, but we've only got 100 years to enjoy it. And that's the sad part. The cashiers at your grocery store, the foreman at your plant, the guy tailgating you home on the highway, the telemarketer calling you during dinner, every teacher you've ever had, everyone that's ever woken up beside you, every politician in every country, every actor in every movie, every single person in your family, everyone you love, everyone in this room and you will be dead in a hundred years. Life is so great that we only get such a short time to experience and enjoy all those tiny little moments that make it so sweet. And that moment is right now, and those moments are counting down, and those moments are always, always, always fleeting.
Biz bütün bu şeylere sahibiz, ama tadını çıkartabilmek için sadece 100 yılımız var. Ve bu da işin üzücü kısmı. Marketteki kasiyerler, fabrikanızdaki işçiler, otobanda arabanızı sıkıştıran adam, akşam yemeğinde sizi arayan telesatıcılar, tüm öğretmenleriniz, sizin yanınızda uyanmış herkes, her ülkedeki her politikacı, her filmdeki her aktör, ailenizdeki herkes, sevdiğiniz herkes, bu salondaki herkes ve siz yüz yıl içerisinde ölmüş olacaksınız. Hayat o kadar güzel ki, onu o kadar tatlı hale getiren küçücük anları yaşamak ve tadını çıkartmak için çok kısa bir süremiz var. Ve o an hemen şimdi, ve o anlar geriye sayıyor, ve o anlar sürekli sürekli, sürekli, kaçıp gidiyor.
You will never be as young as you are right now. And that's why I believe that if you live your life with a great attitude, choosing to move forward and move on whenever life deals you a blow, living with a sense of awareness of the world around you, embracing your inner three year-old and seeing the tiny joys that make life so sweet and being authentic to yourself, being you and being cool with that, letting your heart lead you and putting yourself in experiences that satisfy you, then I think you'll live a life that is rich and is satisfying, and I think you'll live a life that is truly awesome.
Asla şimdiki kadar genç olmayacaksınız. Ve işte bu yüzden inanıyorum ki, eğer hayatınızı çok harika bir tutumla yaşarsanız hayat önünüze bir engel koyduğunda, hep ilerlemeyi ve devam etmeyi seçerseniz etrafınızda olup bitenlerin farkında olarak yaşarsanız içinizdeki üç yaşındaki çocuğu kucaklayarak ve hayatı çok tatlı hale getiren küçük mutluluk kaynaklarını görerek ve kendinize özgün davranırsanız, kendin olmak ve bununla rahat olmak, kalbininizin sizi yönetmesine izin vererek ve sizi memnun edecek tecrübeler edinerek işte o zaman bence zengin ve tatmin edici bir hayatınız olacak ve bence gerçekten muhteşem bir hayatınız olacak.
Thank you.
Teşekkürler.