Good evening, everyone.
Herkese iyi akşamlar.
I am from Japan, so I'd like to start with a story about Japanese fishing villages. In the past, every fisherman was tempted to catch as many as fish as possible, but if everybody did that, the fish, common shared resource in the community, would disappear. The result would be hardship and poverty for everyone. This happened in some cases, but it did not happen in other cases. In these communities, the fishermen developed a kind of social contract that told each one of them to hold back a bit to prevent overfishing. The fisherman would keep an eye on each other. There would be a penalty if you were caught cheating. But once the benefit of a social contract became clear to everyone, the incentive to cheat dramatically dropped.
Japon olduğum için Japon balıkçı köylerinden bir hikâyeyle başlamak istiyorum. Geçmişte, tüm balıkçılar olabildiğince fazla balık yakalamak isterlerdi ama herkes öyle yapsaydı balık, toplumun ortak kaynağı, tükenirdi. Sonuç herkes için yoksulluk olurdu. Bu olay bazen gerçekleşti ama bazı toplumlarda gerçekleşmedi. Bu toplumlarda, Balıkçılar, sosyal bir sözleşme geliştirdiler. Bu sözleşme, balıkçıların gereğinden fazla balık yakalamasını önlüyordu. Balıkçılar sürekli birbirlerini gözlediler. Eğer biri hakkını aşarsa o kişiye ceza verilirdi. Bu sözleşmenin yararı herkes tarafından anlaşıldığı zaman açgözlülüğe olan yönelim fazlasıyla düştü.
We find the same story around the world. This is how villagers in medieval Europe managed pasture and forests. This is how communities in Asia managed water, and this is how indigenous peoples in the Amazon managed wildlife. These communities realized they relied on a finite, shared resource. They developed rules and practices on how to manage those resources, and they changed their behavior so that they could continue to rely on those shared resources tomorrow by not overfishing, not overgrazing, not polluting or depleting water streams today.
Tüm dünyada aynı hikâyeyi görüyoruz. Bu hikâye, orta Avrupa'daki köylülerin ormanları ve otlakları nasıl yönettiğini anlatıyor. Aynı hikâye Asya'da suyun nasıl kullanıldığını, Amazon'daki yerlilerin vahşi hayatını anlatıyor. Bu toplumlar sınırlı, ortak bir kaynağa bağlı olduklarını fark ettiler. Bu kaynakları kullanmak için kurallar geliştirdiler. Ayrıca davranışlarını değiştirdiler. Böylece paylaşılan kaynakların yarınlara aşırı avlanma, aşırı otlatma, kirlenme veya tükenme tehlikesi olmadan aktarılmasını sağladılar.
This is a story of the commons, and also how to avoid the so-called tragedy of the commons. But this is also a story of an economy that was mainly local, where everybody had a very strong sense of belonging.
Bu, paylaşılan kaynakların ve bu kaynakların tükenmesinden nasıl kaçınılacağının bir hikayesi. Ayrıca bu ağırlıklı olarak yerel olan herkesin güçlü bir aitlik hissettiği bir ekonomiye dönüştü.
Our economies are no longer local. When we moved away from being local, we started to lose our connection to the commons. We carried economic objectives, goals and systems beyond the local, but we did not carry the notion of taking care of the commons.
Bizim ekonomilerimiz artık yerel değil. Yerel olmaktan uzaklaştığımızda Bu ortak kaynaklarla olan bağlantımızı kaybetmeye başladık. Yerel olmanın ötesinde ekonomik hedefler, sistemler koyduk ama bu kaynakları önemsemedik.
So our oceans, forests, once very close to us as our local commons, moved very far away from us. So today, we pump millions of tons of greenhouse gases into the air, we dump plastics, fertilizers and industrial waste into the rivers and oceans, and we cut down forests that absorb CO2. We make the wild biodiversity much more fragile. We seem to have totally forgotten that there is such a thing as global commons: air, water, forests and biodiversity.
Bu yüzden, bir zamanlar bize ortak kaynaklarımız gibi çok yakın olan okyanuslarımız, ormanlarımız bizden çok uzaklaştılar. Bugün milyonlarca ton sera gazını havaya salıyoruz. Plastikleri, suni gübreleri, endüstriyel atıkları nehirlere ve okyanuslara döküyoruz ve karbondioksit emen ormanları kesiyoruz. Biyolojik çeşitliliği çok daha kırılgan hale getirdik. Küresel kaynaklar olan bazı şeyleri tamamen unutmuş haldeyiz: hava, su, orman ve biyolojik çeşitlilik.
Now, it is modern science that reminds us how vital the global commons are. In 2009, a group of scientists proposed how to assess the health of the global commons. They defined nine planetary boundaries vital to our survival, then they measured how far we could go before we cross over the tipping points or thresholds that would lead us to the irreversible or even catastrophic change.
Modern bilim bize bu küresel kaynakların ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. 2009'da bir grup bilim insanı bu kaynakların sağlığını ölçen bir yöntem önerdiler. Bizim hayatta kalmamız için hayati 9 gezegensel sınır belirlediler. Sonra bizim için geri dönülemez bir felaket niteliğindeki bu limitleri aşmadan ne kadar ileri gidebileceğimizi ölçtüler.
This is where we were in the 1950s. We broadly remained within safe operating space, marked by the green line. But look at where we are now. We have crossed four of those boundaries, and we will be crossing others in the future.
1950'lerde bu durumdaydık. Büyük oranda, yeşil ile belirtilmiş güvenli alandaydık. Bir de şimdi nerede olduğumuza bakın. Bu sınırlardan dördünü aştık. Gelecekte de geri kalanları aşacağız.
How did we end up in this situation? Well, my personal story may tell us something. Five years ago, I was appointed as CEO of the GEF, Global Environment Facility, but I am not a conservationist or an environmental activist. I am an economist, and for the last 30 years, I had worked for public finance in my home country and around the world. I can tell you one thing for sure: during these 30 years, the notion of the global commons never crossed my mind. I didn't have a single conversation about the global commons with my colleagues. This tells me that the notion of the global commons was not really entering into the big money decisions like state budgets or investment plans.
Peki bu durumu nasıl önleyebiliriz? Belki benim hikâyem size bir şey söyler. 5 yıl önce Küresel Çevre Örgütü'nün CEO'su olarak atandım ama ben bir doğacı veya çevreci aktivisti değilim. Ben bir ekonomistim, ve 30 yıldır, ülkemde ve dünyada kamu maliyesi için çalıştım. Ve sizi temin ederim ki bu 30 sene içinde, bu küresel kaynaklar aklımın ucundan bile geçmedi İş arkadaşlarımla hiçbir zaman bu küresel kaynaklar hakkında konuşmadım. Burdan anlaşılıyor ki küresel kaynaklarımızı koruma fikri devlet bütçesi veya yatırım planları kadar maddi değeri yok.
And I'm wondering, why do we have this sheer ignorance about the global commons, including me, myself? One possible explanation might be that until recently, it didn't really matter too much. Even if we mess up some part of the environment, we were not fundamentally changing the functions of the earth system. The global commons had still enough capacity to take the punches we gave them. In fact, the fish were still plentiful, the fields for grazing were still vast. Our mistake was to assume that the capacity of the earth for self-repair had no limits. It does have limits. The message from the science is very clear: we humans have become an overwhelming force to determine the future living conditions on earth, and what's more, we are running out of time. If we don't act on them, we will be losing the global commons. It's only our generation who are able to preserve it -- preserve the commons as we know them. Now is the time we start managing the global commons as our parents or our grandparents managed their local commons.
Merak ediyorum, acaba neden kaynaklarımız hakkında ben de dahil olmak üzere, böyle düpedüz bir bilgisizlik içindeyiz? Belki de şu bir açıklama olabilir; son zamanlara kadar bu çok da önemli değildi. Çevremizin bazı parçalarına zarar versek bile Temelde dünyanın sistemini değiştirmiyorduk. Bu kaynaklar hâlâ, bizim onlara verdiğimiz zararları def edecek kapasiteye sahipler. Aslında, balıklar hala çoklar, Otlak alanları hala uçsuz bucaksız. Bizim hatamız, dünyanın kendini tamir etme kapasitesinin sınırı olmadığını varsaymamızdı. Tabii ki bir sınırı var. Bilimin mesajı çok net: Biz insanlar, dünyanın yaşam koşullarını belirleyecek ezici güç olduk ve aynı zamanda, zamanımızı tüketiyoruz. Eğer harekete geçmezsek küresel kaynaklarımızı kaybedeceğiz. Sadece bizim neslimiz küresel kaynaklarımızın bildiğimiz gibi kalmasını sağlayabilir. Şimdi bu kaynaklarımızı büyüklerimizin yaptığı gibi idare etmenin zamanı.
The first thing we need to do is to simply recognize that we do have the global commons and they are very, very important. Then we need to build the stewardship of the global commons into all of our thinking, our business, our economy, our policy-making -- in all of our actions. We need to recreate the social contract of the fishing villages on the global scale.
Yapmamız gereken ilk şey bu kaynaklara sahip olduğumuzun ve onların çok önemli olduğunun farkına varmak. Sonra, bütün düşüncelerimizde, işlerimizde ekonomimizde, politikalarımızda bütün eylemlerimizde bu kaynakların bir idaresini kurmalıyız. Balıkçı köylerindeki sosyal sözleşmeyi küresel bir çapta yeniden oluşturmamız gerekiyor.
But what does it mean in practice? Where to start with? I see there are four key economic systems that fundamentally need to change. First, we need to change our cities. By 2050, two thirds of our population will live in cities. We need green cities. Second, we need to change our energy system. The world economy must sharply decarbonize, essentially in one generation. Third, we need to change our production-consumption system. We need to break away from current take-make-waste consumption patterns. And finally, we need to change our food system, what to eat and how to produce it. And all of those four systems are putting enormous pressure on the global commons, and it's also very difficult to flip them. They are extremely complex, with many decision-makers, actors involved.
Peki bu pratikte ne anlama geliyor? Nereden başlayabiliriz? Ben temelden değişmesi gereken 4 anahtar ekonomik sistem görüyorum. Öncelikle, şehirlerimizi değiştirmemiz gerekiyor. 2050'de nüfusun 3'te 2'si şehirlerde yaşayacak. Yeşil şehirlere ihtiyacımız var. İkinci olarak, enerji sistemimizi değiştirmemiz gerekiyor. Dünya ekonomisi özellikle bu nesilde dekarbonize olmak zorunda. Üçüncü olarak, üretim-tüketim sistemimizi değiştirmeliyiz. Şu an var olan al-yap-tüket modelinden uzaklaşmalıyız. Son olarak, ne yediğimizi ve onu nasıl ürettiğimizi, yani gıda sistemimizi değiştirmeliyiz. Tüm bu 4 sistem küresel kaynaklara müthiş bir baskı uyguluyor ve ayrıca bu sistemleri düzeltmek çok zor. Birçok karar alma mekanizmasının dahil olmasıyla fazlasıyla karmaşıklar.
Let's take the example of the food system. Food production is currently responsible for one quarter of greenhouse gas emissions. It is also a main user of the world's water resources. In fact, 70 percent of today's water is used to grow crops. Vast areas of tropical forest are used for agriculture. This deforestation drives extinction. In fact, we are losing species 1,000 times faster than the natural rate. And on top of all of that bad news, one third of food produced today globally is not eaten. It's wasted.
Gıda sisteminden bir örnek verelim. Gıda üretimi şu an sera gazı salınımının 1/4'ünden sorumlu. Ayrıca dünya su kaynaklarının en büyük tüketicisi. Bugün suyun %70'i ekinler için kullanılıyor. Tropik ormanların geniş alanları tarım için kullanılıyor. Ağaçların böyle yok edilmesi soy tükenmelerine neden oluyor. Şu anda, türler doğal oranından 1000 kat daha hızlı yok oluyorlar. Tüm bu kötü haberlerin yanısıra, bugün üretilen gıdanın 3'te 1'i tüketilmiyor. İsraf ediliyor.
But there is the good news, good signs. Coalitions of stakeholders are now coming together to try to transform the food system with one shared goal: how to produce enough healthy food for everyone, at the same time, to try to cut, to sharply reduce, the footprint from the food system on the global commons.
Ama iyi haberler, iyi işaretler de var. Paydaşların koalisyonları, gıda sistemini dönüştürmek için bir araya geliyorlar. Ortak bir hedefleri var: Herkese yetecek kadar sağlıklı gıdayı nasıl üretebiliriz. Aynı zamanda, Gıda sisteminin küresel kaynaklarımız içindeki etkisini azaltmak.
I had an opportunity to fly over the Indonesian island of Sumatra, and I saw with my own eyes the massive deforestation to make room for palm oil plantations. By the way, palm oil is included in thousands of food products we eat every day. The global demand for palm oil is just increasing. In Sumatra, I met smallholder farmers who need to make a day-to-day living from growing oil palm. I met global food companies, financial institutions and local government officials. All of them told me that they can't make the change by themselves, and only by working together under a kind of new contract, or a new practice, do they have a chance to protect tropical forests. So it's so encouraging to see, at least for the last few years, this new coalition among these committed actors along the supply chain come together to try to transform the food system. In fact, what they are trying to do is to create a new kind of social contract to manage the global commons.
Bir keresinde Endonezya'daki Sumatra Adası'nın üstünden uçma fırsatım olmuştu ve kendi gözlerimle palmiye yağı fidanlıkları için yok edilen ormanları gördüm. Bu arada, palmiye yağı binlerce yiyecek ürününde bulunuyor. Her gün yiyoruz. Palmiye yağı için küresel talep sürekli artıyor. Sumatra'da, gündelik işçilerle tanıştım. Küresel gıda şirketleriyle, finansal kurumlarla ve yerel hükümet görevlileriyle tanıştım. Hepsi bana değişimi kendi başlarına yapamayacaklarını söylediler. Sadece beraber çalışarak yeni bir sözleşme ya da bir uygulama altında, tropik ormanları koruma şansları var. En azından son birkaç yıldır, tedarik zincirindeki aktörlerin bu özverili aktörlerin gıda sistemini değiştirmek için bir araya geldiklerini görmek cesaret verici. Yapmaya çalıştıkları şey küresel kaynakları yönetmek için bir tür sosyal sözleşme oluşturmak.
All changes start at home, at your place and at my place. At GEF, Global Environment Facility, we have now a new strategy, and we put the global commons at its center. I hope we won't be the only ones. If everybody stays on the sidelines, waiting for others to step in, the global commons will continue to deteriorate, and everybody will be much worse off. We need to save ourselves from the tragedy of the commons.
Tüm değişiklikler evde, sizin yerinizde ve benim yerimde başlar. Küresel Çevre Örgütü olarak artık yeni bir stratejimiz var. Küresel kaynaklarımızı merkeze koyduk. Umarım ki tek biz olmayacağız. Eğer herkes kenarda kalmayı tercih ederse, diğerlerinin adım atmasını beklerse, küresel kaynaklarımız bozulmaya devam edecek ve bu herkes için daha kötü olacak. Kendimizi küresel kaynakların tükenmesinden korumalıyız.
So, I invite all of you to embrace the global commons. Please do remember that global commons do exist and are waiting for your stewardship.
Bu yüzden, hepinizi küresel kaynaklarımızı kucaklamaya davet ediyorum. Lütfen küresel kaynaklarımızın var olduğunu ve sizin idarenizi beklediğini unutmayın.
We all share one planet in common. We breathe the same air, we drink the same water, we depend on the same oceans, forests, and biodiversity. There is no space left on earth for egoism. The global commons must be kept within their safe operating space, and we can only do it together.
Hepimiz bir gezegeni paylaşıyoruz. Aynı havayı soluyoruz, aynı suyu içiyoruz. Aynı okyanuslara, denizlere, biyolojik çeşitliliğe bağımlıyız. Dünyada bencilliğe yer yok. Küresel kaynaklar güvenli kullanılma sınırlarında kalmak zorunda ve bunu sadece beraber yapabiliriz.
Thank you so much.
Çok teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)