I grew up in Europe, and World War II caught me when I was between seven and 10 years old. And I realized how few of the grown-ups that I knew were able to withstand the tragedies that the war visited on them -- how few of them could even resemble a normal, contented, satisfied, happy life once their job, their home, their security was destroyed by the war. So I became interested in understanding what contributed to a life that was worth living. And I tried, as a child, as a teenager, to read philosophy and to get involved in art and religion and many other ways that I could see as a possible answer to that question. And finally I ended up encountering psychology by chance.
Avrupa'da büyüdüm ve İkinci Dünya Savaşı’na yedi ila on yaş arasında yakalandım. Ve tanıdığım yetişkinlerin ne kadar azının savaşın üzerlerinde bıraktığı trajedilere dayanabileceklerini fark ettim - ne kadar azı, savaş tüm bunları mahvetmeden önce normal, kendinden memnun, tatmin olmuş, mutlu bir hayata, işe, eve, güvenliğe sahip olduklarını anımsayabiliyorlardı. Böylece yaşamaya değer bir hayatın nasıl mümkün olduğunu anlamakla ilgilenmeye başladım. Ve çabaladım, çocukken, gençken, felsefe okumaya çalıştım ve sanat ve dinle ilgilendim ve bu soruma olası bir cevap verebileceğini düşündüğüm diğer birçok alanla. Ve sonunda şans eseri psikoloji ile karşılaştım.
I was at a ski resort in Switzerland without any money to actually enjoy myself, because the snow had melted and I didn't have money to go to a movie. But I found that on the -- I read in the newspapers that there was to be a presentation by someone in a place that I'd seen in the center of Zurich, and it was about flying saucers [that] he was going to talk. And I thought, well, since I can't go to the movies, at least I will go for free to listen to flying saucers. And the man who talked at that evening lecture was very interesting. Instead of talking about little green men, he talked about how the psyche of the Europeans had been traumatized by the war, and now they're projecting flying saucers into the sky. He talked about how the mandalas of ancient Hindu religion were kind of projected into the sky as an attempt to regain some sense of order after the chaos of war. And this seemed very interesting to me. And I started reading his books after that lecture. And that was Carl Jung, whose name or work I had no idea about.
Aslında İsviçre'de bir kayak merkezinde doğrusu keyfini süremeyecek kadar beş parasızdım, çünkü kar erimişti ve orada - filme gidecek param yoktu, ancak bulduğum- gazetede bir sunum olduğunu okudum daha önce Zürih'in merkezinde görmüş olduğum bir yerde biri tarafından veriliyordu ve uçan daireler hakkında konuşacaktı. Düşündüm, peki, filme gidemediğime göre, en azından bedavaya uçan daireleri dinleyebilirim. O akşam derste konuşan adam çok ilginçti. Ve bu - aslında, küçük yeşil adamlar hakkında konuşmak yerine, Avrupalıların zihinlerinin nasıl savaş ile travmatize olduğunu ve şimdi gökteki uçan daireleri projekte ederek, bir tür - Eski Hindu dininin mandalalarının savaşın yarattığı kargaşanın ardından bir tür düzene kavuşmayı sağlamak için nasıl gökyüzüne projekte edildikleri hakkında konuşuyordu. Ve bu bana çok ilginç gelmişti. Bu dersten sonra onun kitaplarını okumaya başladım. İsmi ya da çalışmalarıyla ilgili hiçbir fikrimin olmadığı bu adam Carl Jung'du.
Then I came to this country to study psychology and I started trying to understand the roots of happiness. This is a typical result that many people have presented, and there are many variations on it. But this, for instance, shows that about 30 percent of the people surveyed in the United States since 1956 say that their life is very happy. And that hasn't changed at all. Whereas the personal income, on a scale that has been held constant to accommodate for inflation, has more than doubled, almost tripled, in that period. But you find essentially the same results, namely, that after a certain basic point -- which corresponds more or less to just a few 1,000 dollars above the minimum poverty level -- increases in material well-being don't seem to affect how happy people are. In fact, you can find that the lack of basic resources, material resources, contributes to unhappiness, but the increase in material resources does not increase happiness.
Sonra bu ülkeye psikoloji okumaya geldim ve mutluluğun kökenlerini anlamaya çalışmaya başladım. Bu birçok insanın gösterdiği tipik bir sonuçtur, ve bunun farklı türleri vardır. Ancak bu, örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde 1956'dan beri araştırılan insanların yaklaşık yüzde 30'unun hayatlarının çok mutlu olduklarını söylediklerini gösteriyor. Ve bu hiç değişmedi. Bir yandan kişisel gelir, enflasyona ayarlamak için sabit tutulan bir skalada, iki katından fazla, neredeyse üç katına kadar arttı bu dönemde. Ancak esasında aynı sonuçları görürsünüz, yani, belli temel bir noktadan sonra, ki minimum yoksulluk sınırından sadece birkaç bin dolar fazlasına denk gelmektedir, maddi durumdaki iyileşme insanların ne kadar mutlu olduklarını etkiler görünmemektedir. Ve aslında, temel kaynakların, maddi kaynakların yetersizliğinin, mutsuzluğa etkisi olduğunu bulabilirsiniz, ama maddi kaynaklardaki artış mutluluğu artırmaz.
So my research has been focused more on -- after finding out these things that actually corresponded to my own experience, I tried to understand: where -- in everyday life, in our normal experience -- do we feel really happy? And to start those studies about 40 years ago, I began to look at creative people -- first artists and scientists, and so forth -- trying to understand what made them feel that it was worth essentially spending their life doing things for which many of them didn't expect either fame or fortune, but which made their life meaningful and worth doing.
Sonuçta benim araştırmam daha çok - bunların aslında benim kendi deneyimime karşılık geldiğini gördükten sonra, şimdi anlamaya çalışıyorum, hayatın hangi noktasında, normal deneyimlerimizde, gerçekten mutlu hissederiz. Ve buna başlamak için - 40 yıl önceki bu çalışmalarda, yaratıcı insanlara bakmaya başladım - önce sanatçılara ve bilim insanlarına ve diğerlerine - anlamaya çalıştım, hayatlarını ne şöhret ne de servet umdukları ancak anlamlı ve yapmaya değer buldukları şeyleri yaparak yaşamaya değdiğini düşündüren nedir diye.
This was one of the leading composers of American music back in the '70s. And the interview was 40 pages long. But this little excerpt is a very good summary of what he was saying during the interview. And it describes how he feels when composing is going well. And he says by describing it as an ecstatic state.
Bu 70'lerde Amerikan müziğinin önde gelen bestecilerinden biriydi. Ve görüşme 40 sayfa uzunluğunda. Ancak bu küçük alıntı görüşme sırasında söylediklerinin güzel bir özeti. Ve düzenleme iyi gittiğinde nasıl hissettiğini tarif ediyor. Ve bunu bir esriklik durumu olarak tarif ederek anlatıyor.
Now, "ecstasy" in Greek meant simply to stand to the side of something. And then it became essentially an analogy for a mental state where you feel that you are not doing your ordinary everyday routines. So ecstasy is essentially a stepping into an alternative reality. And it's interesting, if you think about it, how, when we think about the civilizations that we look up to as having been pinnacles of human achievement -- whether it's China, Greece, the Hindu civilization, or the Mayas, or Egyptians -- what we know about them is really about their ecstasies, not about their everyday life. We know the temples they built, where people could come to experience a different reality. We know about the circuses, the arenas, the theaters. These are the remains of civilizations and they are the places that people went to experience life in a more concentrated, more ordered form.
Yunancada esrik kelimesi kısaca bir şeyin kenarında durmak anlamında. Ve böylece esasen alelade günlük rutinlerinizi yapmadığınız zaman hissettiğiniz bir zihin durumunun benzeri haline geliyor. Yani esriklik esasen bir alternatif gerçekliğe adım atmak oluyor. Ve bu ilginç, eğer düşünürseniz, nasıl, insanlığın başarılarının zirveleri olarak saygı duyduğumuz medeniyetleri düşünürsek- Çin, Yunan, Hint medeniyetleri olsun, ya da Mayalar veya Mısırlılar - onlar hakkında bildiklerimiz gerçekte onların esriklikleridir, gündelik hayatları değil. İnşa ettikleri tapınakları biliyoruz - insanların gelip farklı bir gerçeklik deneyimledikleri yerleri. Sirkler hakkında bilgimiz var, arenalar, tiyatrolar - bunlar medeniyetlerden kalanlar ve insanların gidip daha yoğun ve düzenli biçimde yaşamı deneyimledikleri yerler.
Now, this man doesn't need to go to a place like this, which is also -- this place, this arena, which is built like a Greek amphitheatre, is a place for ecstasy also. We are participating in a reality that is different from that of the everyday life that we're used to. But this man doesn't need to go there. He needs just a piece of paper where he can put down little marks, and as he does that, he can imagine sounds that had not existed before in that particular combination. So once he gets to that point of beginning to create, like Jennifer did in her improvisation, a new reality -- that is, a moment of ecstasy -- he enters that different reality. Now he says also that this is so intense an experience that it feels almost as if he didn't exist. And that sounds like a kind of a romantic exaggeration. But actually, our nervous system is incapable of processing more than about 110 bits of information per second. And in order to hear me and understand what I'm saying, you need to process about 60 bits per second. That's why you can't hear more than two people. You can't understand more than two people talking to you.
Şimdi, bu adam bunun gibi bir yere gitmek ihtiyacında değil, ki ayrıca - bu yer, Yunan amfi tiyatrosu gibi inşa edilmiş bu arena, esriklik için bir yer ayrıca. Alışkın olduğumuz gündelik yaşamdan farklı bir gerçekliğe katılıyoruz. Ancak bu adamın oraya gitmeye ihtiyacı yok. Sadece üzerine küçük işaretler koyabileceği bir parça kâğıda ihtiyacı var, ve bunu yaparken, daha önce bu belirli birleşimde var olmamış sesleri hayal edebiliyor. Yani bir kez yaratmaya başlama noktasına geldiğinde - Jennifer'ın doğaçlamasında olduğu gibi - yeni bir gerçeklik, yani bir esriklik anına ulaşıyor. Bu farklı gerçekliğe giriyor. Şimdi ayrıca bunun çok kuvvetli bir deneyim olduğunu neredeyse kendisini yok hissettirdiğini söylüyor. Ve bu bir tür romantik abartma gibi geliyor. Ama aslında, sinir sistemimiz saniyede 110 bit bilgiden fazlasını işlemeye uygun değildir. Beni duyabilmeniz ve ne dediğimi anlayabilmeniz için, saniyede 60 bit bilgiyi işlemeniz gerekir. Bu nedenle iki kişiden fazlasını dinleyemezsiniz. Sizinle konuşan iki kişiden fazlaysa anlayamazsınız.
Well, when you are really involved in this completely engaging process of creating something new, as this man is, he doesn't have enough attention left over to monitor how his body feels, or his problems at home. He can't feel even that he's hungry or tired. His body disappears, his identity disappears from his consciousness, because he doesn't have enough attention, like none of us do, to really do well something that requires a lot of concentration, and at the same time to feel that he exists. So existence is temporarily suspended. And he says that his hand seems to be moving by itself. Now, I could look at my hand for two weeks, and I wouldn't feel any awe or wonder, because I can't compose. (Laughter)
Yeni bir şey yaratma gibi tamamen meşgul edici sürece bu adamın yaptığı gibi kendinizi adadığınızda, bedeninin nasıl hissettiğini ya da evdeki sorunları takip etmeye yetecek dikkatiniz kalmaz. Açlık ya da yorgunluk dahi hissetmez. Bedeni yok olur, kimliği bilincinden yok olur, çünkü hiçbirimizin olamayacağı gibi, çok dikkat gerektiren bir şeyi yapmak için ve aynı zamanda var olduğunu hissedebilmek için yeterli dikkate sahip değildir. Yani varoluş geçici olarak askıya alınmıştır. Ve ellerinin kendi kendine hareket ediyor gibi göründüğünü söyler. Elime iki hafta boyunca bakabilirim ve herhangi bir korku ya da hayret hissetmeyebilirim, çünkü beste yapamam.
So what it's telling you here is that obviously this automatic, spontaneous process that he's describing can only happen to someone who is very well trained and who has developed technique. And it has become a kind of a truism in the study of creativity that you can't be creating anything with less than 10 years of technical-knowledge immersion in a particular field. Whether it's mathematics or music, it takes that long to be able to begin to change something in a way that it's better than what was there before. Now, when that happens, he says the music just flows out. And because all of these people I started interviewing -- this was an interview which is over 30 years old -- so many of the people described this as a spontaneous flow that I called this type of experience the "flow experience." And it happens in different realms.
Yani bunun burada size anlattığı, görüşmenin diğer kısımlarında tanımladığı, bu açıkça otomatik, kendiliğinden süreç ancak çok iyi eğitim almış ve teknik geliştirmiş birisinin başına gelebilir. Ama bu yaratıcılık üzerine çalışmalarda, belirli bir alanda teknik bilgiye ulaşmadan 10 yıldan daha az sürede herhangi bir şey üretemeyeceğin gerçeği haline gelmiştir. Matematik ya da müzik olsun -- bir şeyi daha önce olduğundan daha farklı bir şey haline getirmeden önce bu kadar uzun zaman alır. Şimdi, bu olduğunda, müziğin sadece aktığını söylüyor. Ve çünkü bütün görüşme yapmaya başladığım insanlar - bu 30 yıldan eski bir görüşmeydi - benim "akış deneyimi" olarak tanımladığı bu şeyi çoğu insan kendiliğinden olan bir akış olarak tarif ediyordu. Ve bu farklı alanlarda oluyor.
For instance, a poet describes it in this form. This is by a student of mine who interviewed some of the leading writers and poets in the United States. And it describes the same effortless, spontaneous feeling that you get when you enter into this ecstatic state. This poet describes it as opening a door that floats in the sky -- a very similar description to what Albert Einstein gave as to how he imagined the forces of relativity, when he was struggling with trying to understand how it worked. But it happens in other activities. For instance, this is another student of mine, Susan Jackson from Australia, who did work with some of the leading athletes in the world. And you see here in this description of an Olympic skater, the same essential description of the phenomenology of the inner state of the person. You don't think; it goes automatically, if you merge yourself with the music, and so forth.
Örneğin, bir şair şu şekilde tarif ediyor. Bu Amerika Birleşik Devletleri'nin önde gelen yazarları ve şairleriyle görüşme yapan öğrencilerimden birinden. Ve bu esrik duruma girdiğinizde sahip olduğunuza benzer şekilde aynı zahmetsiz, kendiliğinden olan duyguyu tarif ediyor. Bu şair bunu gökyüzüne doğru açılan bir kapı olarak tarif ediyor - Albert Einstein'ın, izafiyet güçlerinin nasıl çalıştığını anlamaya çalışırken onları nasıl hayal ettiğinin çok benzeri bir tarif. Ancak diğer faaliyetlerde de ortaya çıkıyor. Örneğin, bu benim başka bir öğrencim, Avustralya'dan Susan Jackson dünyada önde gelen atletlerle çalışmış bir isim. Burada bir Olimpik patencinin tarifini görüyorsunuz, kişinin iç durumumun fenomenolojisinin aynı temel tarifi. Eğer müzikle bir olursanız ya da buna benzer bir şeyle otomatik olarak olacağını düşünmezsiniz.
It happens also, actually, in the most recent book I wrote, called "Good Business," where I interviewed some of the CEOs who had been nominated by their peers as being both very successful and very ethical, very socially responsible. You see that these people define success as something that helps others and at the same time makes you feel happy as you are working at it. And like all of these successful and responsible CEOs say, you can't have just one of these things be successful if you want a meaningful and successful job. Anita Roddick is another one of these CEOs we interviewed. She is the founder of Body Shop, the natural cosmetics king. It's kind of a passion that comes from doing the best and having flow while you're working.
Ayrıca, aslında en son yazdığım, 'İyi İş' adlı kitapta geçiyor, kendi iş arkadaşları tarafından hem çok başarılı ve etik, sosyal açıdan sorumlu olarak gösterilmiş olan bazı CEO'larla yaptığım röportajların yer aldığı bir kitap. Bu insanların başarıyı, başkalarına yardım etmek ve aynı zamanda bununla uğraşırken kendinizi mutlu hissetmeniz olarak tanımlıyor olduğunu göreceksiniz. Ve tüm bu başarılı ve sorumlu CEO'ların söylediği gibi, başarılı olmak için bunlardan sadece biri yeterli değil. Eğer anlamlı ve başarılı bir iş istiyorsanız- Anita Roddick görüştüğümüz CEO'lardan bir tanesi. Body Shop'ın kurucusu, kozmetik, bir tür doğal kozmetik kralı. En iyisini yapmaktan ve çalışırken akışa sahip olmaktan gelen bir tür tutku bu.
This is an interesting little quote from Masaru Ibuka, who was at that time starting out Sony without any money, without a product -- they didn't have a product, they didn't have anything, but they had an idea. And the idea he had was to establish a place of work where engineers can feel the joy of technological innovation, be aware of their mission to society and work to their heart's content. I couldn't improve on this as a good example of how flow enters the workplace.
Masaru Ibuka'dan ilginç küçük bir alıntı, bunu söylediği zaman Sony'yi beş parasız, bir ürünü olmadan başlattığında -- herhangi bir ürünleri yoktu, hiçbir şeyleri yoktu, ama bir fikirleri vardı. Ve aklındaki fikir, mühendislerin teknolojik yeniliğin heyecanını duyabileceği topluma olan görevinin farkında olabileceği ve mutlulukla çalışabilecekleri bir işyeri kurmaktı. Akışın işyerine girişinin daha iyi bir örneğini yaratmam çok zor.
Now, when we do studies -- we have, with other colleagues around the world, done over 8,000 interviews of people -- from Dominican monks, to blind nuns, to Himalayan climbers, to Navajo shepherds -- who enjoy their work. And regardless of the culture, regardless of education or whatever, there are these seven conditions that seem to be there when a person is in flow. There's this focus that, once it becomes intense, leads to a sense of ecstasy, a sense of clarity: you know exactly what you want to do from one moment to the other; you get immediate feedback. You know that what you need to do is possible to do, even though difficult, and sense of time disappears, you forget yourself, you feel part of something larger. And once the conditions are present, what you are doing becomes worth doing for its own sake.
Şimdi, çalışma yaptığımızda, tüm dünyadaki diğer iş arkadaşlarımızla birlikte 8 binden fazla insanla görüşme yaptık - Dominikli keşişlerden, kör rahibelere, Himalaya'ya tırmananlardan, Navajo çobanlarına - hepsi işini seviyordu. Ve kültürden bağımsız olarak, eğitimden bağımsız olarak ya da neyse, bir insan akıştaysa bu yedi koşulun var olduğu anlaşılıyor. Var olan odak bir kez yoğunlaştıktan sonra, bir esriklik, bir berraklık haline ulaşıyor, bir andan diğerine tam olarak ne yapmak istediğinizi biliyorsunuz, hemen geri dönüş alıyorsunuz. Yapmaya ihtiyacınız olan şeyi yapmanızın mümkün olduğunu biliyorsunuz, zor da olsa, ve zaman duygusu yok oluyor, kendinizi unutuyorsunuz, daha büyük bir şeyin parçası gibi hissediyorsunuz. Ve bir kez bu koşullar sağlandığında, yaptığınız her ne ise sadece onun hatırı için yapmak yetiyor.
In our studies, we represent the everyday life of people in this simple scheme. And we can measure this very precisely, actually, because we give people electronic pagers that go off 10 times a day, and whenever they go off you say what you're doing, how you feel, where you are, what you're thinking about. And two things that we measure is the amount of challenge people experience at that moment and the amount of skill that they feel they have at that moment. So for each person we can establish an average, which is the center of the diagram. That would be your mean level of challenge and skill, which will be different from that of anybody else. But you have a kind of a set point there, which would be in the middle.
Çalışmalarımızda, insanın gündelik yaşamını bu basit şemada sunuyoruz. Ve bunu çok kesin bir şekilde ölçebiliriz aslında, çünkü insanlara günde 10 kere çalan elektronik çağrı cihazları veriyoruz, ve her çaldığında ne yaptığınızı, ne hissettiğinizi, nerede olduğunuzu, ne düşündüğünüzü bize söylüyorsunuz. Ve ölçtüğümüz iki şey, insanların o anda deneyimledikleri sorunların miktarı ve o anda sahip olduklarını hissettikleri becerilerinin miktarı. Yani her bir insan için diyagramın merkezi olacak bir ortalama belirleyebiliriz. Bu, herkesinkinden farklı olacak olan sorunlarla yüzleşme ve beceri ortalama düzeyiniz olacaktır. Ancak ortada olacak bir tür belirli bir ayar noktası var.
If we know what that set point is, we can predict fairly accurately when you will be in flow, and it will be when your challenges are higher than average and skills are higher than average. And you may be doing things very differently from other people, but for everyone that flow channel, that area there, will be when you are doing what you really like to do -- play the piano, be with your best friend, perhaps work, if work is what provides flow for you. And then the other areas become less and less positive.
Eğer bu noktanın ne olduğunu bilirsek, oldukça doğru bir şekilde ne zaman akışta olacağınızı tahmin edebiliriz ve akış, sorunlar ortalamadan yüksek olduğunda ve yetenekleriniz ortalamadan yüksek olduğunda olacaktır. Ve bazı şeyleri diğerlerinden farklı yapıyor olabilirsiniz, ancak herkes için bu akış kanalı, buradaki bu alan, gerçekten yapmayı sevdiğini yaptığında olacaktır - piyano çalmak, muhtemelen, en iyi arkadaşınla olmak, belki iş, eğer iş size akışı sağlıyorsa. Ve sonra diğer alanlar az ve daha az olumlu olur.
Arousal is still good because you are over-challenged there. Your skills are not quite as high as they should be, but you can move into flow fairly easily by just developing a little more skill. So, arousal is the area where most people learn from, because that's where they're pushed beyond their comfort zone and to enter that -- going back to flow -- then they develop higher skills. Control is also a good place to be, because there you feel comfortable, but not very excited. It's not very challenging any more. And if you want to enter flow from control, you have to increase the challenges. So those two are ideal and complementary areas from which flow is easy to go into.
Canlanma hala güzeldir, çünkü burada fazladan size karşı meydan okuma vardır. Yetenekleriniz olmaları gerektiği kadar yüksek değildir, fakat sadece biraz daha fazla yetenek geliştirerek akışa kolayca kendinizi kaptırabilirsiniz. Yani, canlanma çoğu insanın öğrendiği bir alan, çünkü burası güvenli alanlarından dışarı itildikleri ve girdikleri - akışa döndükleri - sonra daha yüksek yetenekler geliştirdikleri yerdir. Kontrol de güzel bir yerdir çünkü orada kendinizi rahat hissedersiniz, ancak çok heyecanlı değil. Artık o kadar meydan okuma yoktur. Ve eğer akışa kontrolden girmeye çalışırsanız, meydan okumayı artırmanız gerekir. Yani bunlar akışa girmenin kolay olduğu iki ideal ve tamamlayıcı alandır.
The other combinations of challenge and skill become progressively less optimal. Relaxation is fine -- you still feel OK. Boredom begins to be very aversive and apathy becomes very negative: you don't feel that you're doing anything, you don't use your skills, there's no challenge. Unfortunately, a lot of people's experience is in apathy. The largest single contributor to that experience is watching television; the next one is being in the bathroom, sitting. Even though sometimes watching television about seven to eight percent of the time is in flow, but that's when you choose a program you really want to watch and you get feedback from it.
Meydan okuma ve yeteneğin diğer birleşimleri giderek daha az optimal hale gelir. Rahatlama iyidir - hala iyi hissedersiniz. Sıkıntı çok itici olmaya başlar ve duyarsızlık çok olumsuz olur -- bir şey yapıyormuş gibi hissetmezsiniz, yetenekleriniz kullanmazsınız, meydan okuma yoktur. Ne yazık ki, birçok insanın deneyimi duyarsızlıkta. Bu deneyime en büyük yegâne katkı televizyon izlemek, diğeri banyoda olmak, oturmak. Sonra, bazen zamanın yüzde yedi-sekizinde televizyon izlemek de akışta olmak olsa da, bu gerçekten izlemek istediğiniz bir program olduğunda ve ondan geri dönüş aldığınızdadır.
So the question we are trying to address -- and I'm way over time -- is how to put more and more of everyday life in that flow channel. And that is the kind of challenge that we're trying to understand. And some of you obviously know how to do that spontaneously without any advice, but unfortunately a lot of people don't. And that's what our mandate is, in a way, to do.
Yani ele aldığımız soru - ve ben zamanımı aştım - günlük yaşamımızı nasıl daha ve daha fazla bu akış kanalına koyabileceğimiz. Ve bu bizim anlamaya çalıştığımız türden bir mesele. Ve bazılarınız açıkça bunun nasıl yapılacağını kendiliğinizden tavsiye almadan biliyorsunuz, ama birçok insan bilmiyor. Ve bu da yapmamız gereken görevimiz bir yerde. Tamam.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)