I want to talk today about how reading can change our lives and about the limits of that change. I want to talk to you about how reading can give us a shareable world of powerful human connection. But also about how that connection is always partial. How reading is ultimately a lonely, idiosyncratic undertaking.
Bugün, okumanın hayatlarımızı nasıl değiştirebildiği ve bu değişimin sınırları hakkında konuşmak istiyorum. Sizlerle, okumanın bize nasıl güçlü insan ilişkilerinin olduğu paylaşılabilir bir dünya verebildiğini konuşmak istiyorum. Aynı zamanda iletişimin her zaman taraflı olması hakkında konuşmak istiyorum. Okumak ne kadar yalnız, kendine özgü bir girişim.
The writer who changed my life was the great African American novelist James Baldwin. When I was growing up in Western Michigan in the 1980s, there weren't many Asian American writers interested in social change. And so I think I turned to James Baldwin as a way to fill this void, as a way to feel racially conscious. But perhaps because I knew I wasn't myself African American, I also felt challenged and indicted by his words. Especially these words: "There are liberals who have all the proper attitudes, but no real convictions. When the chips are down and you somehow expect them to deliver, they are somehow not there." They are somehow not there. I took those words very literally. Where should I put myself?
Hayatımı değiştiren yazar, ünlü Afro-Amerikan roman yazarı James Baldwin idi. 1980'lerde Batı Michigan'da büyürken sosyal değişimle ilgilenen çok fazla Asya kökenli Amerikan yazar yoktu. Sanırsam James Baldwin'e yakın hissetmemin nedeni, bu boşluğu doldurmanın ve ırk bakımından bilinçli hissetmenin bir yoluydu. Ama belki de kendimin Afro-Amerikan olmadığımı bildiğimden, onun sözleri tarafından suçlandığımı ve meydan okunduğunu hissettim. Özellikle şu kelimeler: "Bütün uygun tutumlara sahip olan fakat gerçek olmayan inançları olan liberaller var. Ne zaman önemli bir durum olsa ve bir şekilde onlardan durumu kurtarmalarını beklesen orada olmuyorlar." Orada olmuyorlar. Bu sözcükleri harfi harfine irdeledim. Kendimi nereye koymalıyım?
I went to the Mississippi Delta, one of the poorest regions in the United States. This is a place shaped by a powerful history. In the 1960s, African Americans risked their lives to fight for education, to fight for the right to vote. I wanted to be a part of that change, to help young teenagers graduate and go to college. When I got to the Mississippi Delta, it was a place that was still poor, still segregated, still dramatically in need of change.
Mississippi Delta'ya, Birleşik Devletler'in en fakir bölgelerinden birine gittim. Güçlü bir tarih tarafından şekillendirilmiş bir yer. 1960'larda Afro-Amerikalılar hayatlarını eğitim için, oy hakkı için riske atarak savaştılar. Bu değişimin bir parçası olmak için, gençlerin mezun olması ve üniversiteye gitmeleri için yardım etmek istedim. Mississippi Delta'ya ulaştığımda orası hâlen fakir, hâlen ırkçılığa maruz kalmış, hâlen ciddi bir değişime ihtiyacı olan bir yerdi.
My school, where I was placed, had no library, no guidance counselor, but it did have a police officer. Half the teachers were substitutes and when students got into fights, the school would send them to the local county jail.
Yerleştiğim okulumun kütüphanesi ve rehber öğretmeni yoktu, fakat bir polis memuru vardı. Öğretmenlerin yarısı geçiciydi ve öğrenciler ne zaman kavgaya girişse okul onları yerel ilçe cezaevine gönderiyordu.
This is the school where I met Patrick. He was 15 and held back twice, he was in the eighth grade. He was quiet, introspective, like he was always in deep thought. And he hated seeing other people fight. I saw him once jump between two girls when they got into a fight and he got himself knocked to the ground. Patrick had just one problem. He wouldn't come to school. He said that sometimes school was just too depressing because people were always fighting and teachers were quitting. And also, his mother worked two jobs and was just too tired to make him come. So I made it my job to get him to come to school. And because I was crazy and 22 and zealously optimistic, my strategy was just to show up at his house and say, "Hey, why don't you come to school?" And this strategy actually worked, he started to come to school every day. And he started to flourish in my class. He was writing poetry, he was reading books. He was coming to school every day.
Bu okul, Patrick ile tanıştığım okul. 15 yaşındaydı ve iki kez sınıfta kalmıştı; sekizinci sınıftı. Sessiz, içine dönüktü. Sanki sürekli derin düşünceler içindeydi. Başkalarının kavga edişini görmekten nefret ederdi. Bir keresinde, kavga eden iki kızın arasına atlayıp kendini yere düşürttüğünü görmüştüm. Patrick'in sadece bir sorunu vardı. Okula gelmezdi. Bazen okulun çok moral bozucu olduğunu söylerdi. Çünkü insanlar her zaman kavga ediyor ve öğretmenler istifa ediyorlardı. Aynı zamanda annesi iki işte çalışıyordu ve okula gitmesine ikna etmeye çalışmaktan yorulmuştu. Bu yüzden Patrick'i ikna etmeyi kendime iş olarak gördüm. Çılgın, 22 yaşımda ve inanılmaz iyimser olmamdan dolayı stratejim evine gitmek ve "Okula neden gelmiyorsun?" demekti. Bu strateji gerçekten işe yaradı. Okula her gün gelmeye başladı ve sınıfımda yıldızı parlamaya başladı. Şiir yazıyor, kitap okuyordu. Okula her gün geliyordu.
Around the same time that I had figured out how to connect to Patrick, I got into law school at Harvard. I once again faced this question, where should I put myself, where do I put my body? And I thought to myself that the Mississippi Delta was a place where people with money, people with opportunity, those people leave. And the people who stay behind are the people who don't have the chance to leave. I didn't want to be a person who left. I wanted to be a person who stayed. On the other hand, I was lonely and tired. And so I convinced myself that I could do more change on a larger scale if I had a prestigious law degree. So I left.
O sıralarda Patrick'le nasıl iletişim kuracağımı çözdüğümde Harvard'da hukuk fakültesine girdim. Aynı soruyla tekrar yüzleştim. Kendimi nereye koymalıyım? Bedenimi nereye koymalıyım? Düşündüm ki Mississippi Delta parası olan insanların olduğu, insanların fırsatlarının olduğu ve bu insanların ayrıldığı bir yerdi. Geride kalanlar ise ayrılma şanslarının olmadığı insanlardı. Ayrılan bir insan olmak istemedim. Kalan bir insan olmak istedim. Diğer yandan yalnız ve yorgundum. Eğer prestijli bir hukuk derecesine sahip olursam daha büyük ölçekte daha fazla şey değiştirebileceğime kendimi ikna ettim. Bu yüzden ayrıldım.
Three years later, when I was about to graduate from law school, my friend called me and told me that Patrick had got into a fight and killed someone. I was devastated. Part of me didn't believe it, but part of me also knew that it was true. I flew down to see Patrick. I visited him in jail. And he told me that it was true. That he had killed someone. And he didn't want to talk more about it. I asked him what had happened with school and he said that he had dropped out the year after I left. And then he wanted to tell me something else. He looked down and he said that he had had a baby daughter who was just born. And he felt like he had let her down. That was it, our conversation was rushed and awkward.
3 yıl sonra, hukuk fakültesinden mezun olacağım sıralar bir arkadaşım beni aradı ve Patrick'in bir kavgaya karışıp birini öldürdüğünü söyledi. Yıkılmıştım. Bir yanım buna inanmadı, fakat bir yanım da doğru olduğunu biliyordu. Patrick'i görmeye gittim. Cezaevinde ziyaret ettim. Olanların doğru olduğunu söyledi. Birini öldürdüğünün doğru olduğunu söyledi. Daha fazla konuşmak istemedi. Okulda neler olduğunu sordum ve ben ayrıldıktan bir yıl sonra okulu bıraktığını söyledi. Sonra bana başka bir şey anlatmak istedi. Yere baktı ve küçük bir kızının olduğunu, henüz yeni doğduğunu söyledi. Onu yüzüstü bıraktığını hissettiğini söyledi. Bu kadardı. Konuşmamız acele ve garipti.
When I stepped outside the jail, a voice inside me said, "Come back. If you don't come back now, you'll never come back." So I graduated from law school and I went back. I went back to see Patrick, I went back to see if I could help him with his legal case. And this time, when I saw him a second time, I thought I had this great idea, I said, "Hey, Patrick, why don't you write a letter to your daughter, so that you can keep her on your mind?" And I handed him a pen and a piece of paper, and he started to write.
Cezaevinden çıktığımda içimden bir ses dedi ki: "Geri dön. Eğer şimdi geri dönmezsen asla dönemeyeceksin." Hukuk fakültesinden mezun oldum ve geri döndüm. Patrick'i görmeye gittim, davasıyla ilgili yardım edebilir miyim diye düşündüm. Onu ikinci görüşümde, aklıma güzel bir fikir geldi ve dedim ki, "Patrick, kızına bir mektup yazmaya ne dersin? Böylece onu aklında tutabilirsin." Bir kalem ve bir parça kağıt verdim ve yazmaya başladı.
But when I saw the paper that he handed back to me, I was shocked. I didn't recognize his handwriting, he had made simple spelling mistakes. And I thought to myself that as a teacher, I knew that a student could dramatically improve in a very quick amount of time, but I never thought that a student could dramatically regress. What even pained me more, was seeing what he had written to his daughter. He had written, "I'm sorry for my mistakes, I'm sorry for not being there for you." And this was all he felt he had to say to her. And I asked myself how can I convince him that he has more to say, parts of himself that he doesn't need to apologize for. I wanted him to feel that he had something worthwhile to share with his daughter.
Bana kağıdı geri uzattığında, kağıda baktığımda şok geçirdim. El yazısını tanıyamadım. Çok basit yazım hataları yapmıştı. Öğretmenlik zamanımdan şunu anımsadım; bir öğrenci çok kısa bir zamanda büyük ivme katedebilir. Fakat bir öğrencinin ciddi bir şekilde gerileyeceğini hiç düşünmedim. Beni daha çok üzen asıl şey ise kızına yazdığı şeyleri görmekti. Şöyle yazmıştı: "Hatalarım için özür dilerim, senin için orada olamadığımdan dolayı özür dilerim." Söyleme ihtiyacı duyduğu her şey bu kadardı. Kendime, özür dilemesi gerekmediği yönleriyle ilgili daha fazla şey yazmaya nasıl ikna edebileceğimi sordum. Kızıyla paylaşmaya değer bir şeye sahip olduğunu hissettirmek istedim.
For every day the next seven months, I visited him and brought books. My tote bag became a little library. I brought James Baldwin, I brought Walt Whitman, C.S. Lewis. I brought guidebooks to trees, to birds, and what would become his favorite book, the dictionary. On some days, we would sit for hours in silence, both of us reading. And on other days, we would read together, we would read poetry.
Önümüzdeki yedi ay boyunca her gün, onu ziyaret ettim ve kitaplar aldım. Çantam küçük bir kütüphaneye dönüşmüştü. James Baldwin'i, Walt Whitman, C.S. Lewis'i götürdüm. Ağaçlar, kuşlar hakkında rehber kitaplar getirdim. Nihayetinde favori kitabı ise sözlük oldu. Bazı günlerde, sessizlik içinde saatlerce oturur ve ikimiz de okurduk. Diğer günlerde, birlikte okurduk, şiir okurduk.
We started by reading haikus, hundreds of haikus, a deceptively simple masterpiece. And I would ask him, "Share with me your favorite haikus." And some of them are quite funny. So there's this by Issa: "Don't worry, spiders, I keep house casually." And this: "Napped half the day, no one punished me!" And this gorgeous one, which is about the first day of snow falling, "Deer licking first frost from each other's coats." There's something mysterious and gorgeous just about the way a poem looks. The empty space is as important as the words themselves.
Haiku okumayla başladık, yüzlerce haiku, aldatıcı basit bir başyapıt. "Benle en sevdiğin haikuyu paylaş," derdim. Bazıları çok komikti. Örneğin Issa'dan: "Korkmayın örümcekler, evi rahat tutuyorum." Bir de şu: "Günün yarısı boyunca kestirdim, kimse beni cezalandırmadı!" Karın düştüğü ilk günlerle alakalı olan şu da bir harika: "Geyik, birbirlerinin üstünden ilk buzu yalıyordu." Bir şiirin nasıl göründüğüyle ilgili gizli ve muhteşem bir şey var. Boş bir alan, kelimelerin kendileri kadar önemli.
We read this poem by W.S. Merwin, which he wrote after he saw his wife working in the garden and realized that they would spend the rest of their lives together. "Let me imagine that we will come again when we want to and it will be spring We will be no older than we ever were The worn griefs will have eased like the early cloud through which morning slowly comes to itself" I asked Patrick what his favorite line was, and he said, "We will be no older than we ever were." He said it reminded him of a place where time just stops, where time doesn't matter anymore. And I asked him if he had a place like that, where time lasts forever. And he said, "My mother." When you read a poem alongside someone else, the poem changes in meaning. Because it becomes personal to that person, becomes personal to you.
W.S. Merwin'dan, eşini bahçede çalışırken görüp hayatlarının sonuna kadar birlikte yaşamaları gerektiğini anladıktan sonra yazdığı şu şiiri okuduk: "İstediğimiz zaman tekrar geleceğimizi ve bahar olacağını hayal etmeme izin ver Asla olduğumuzdan daha yaşlı olmayacağız Bitkin keder, sabahın kendine geldiği ilk bulut gibi yatışmış olacak." Patrick'e en sevdiği kısmı sordum ve dedi ki: "Asla olduğumuzdan daha yaşlı olmayacağız." Zamanın sadece durduğu bir yeri, zamanın daha fazla anlam ifade etmediği bir yeri hatırlattığını söyledi. Böyle bir yere sahip olup olmadığını, zamanın sonsuza kadar sürdüğü bir yeri olup olmadığını sordum. "Annemin yanı", dedi. Başkasının yanında bir şiiri okuduğunda şiirin anlamı değişir. Çünkü, anlamı o kişiye özgü ve size özgü olur.
We then read books, we read so many books, we read the memoir of Frederick Douglass, an American slave who taught himself to read and write and who escaped to freedom because of his literacy. I had grown up thinking of Frederick Douglass as a hero and I thought of this story as one of uplift and hope. But this book put Patrick in a kind of panic. He fixated on a story Douglass told of how, over Christmas, masters give slaves gin as a way to prove to them that they can't handle freedom. Because slaves would be stumbling on the fields. Patrick said he related to this. He said that there are people in jail who, like slaves, don't want to think about their condition, because it's too painful. Too painful to think about the past, too painful to think about how far we have to go.
Daha sonra kitap okuduk, bir sürü kitap. Frederick Douglass'ın anı yazısını okuduk. Kendine okuma ve yazmayı öğreten ve edebi kültürü sayesinde özgürlüğüne kavuşan Amerikan bir esir. Frederick Douglass'ı bir kahraman olarak görerek ve bu hikayeyi bir yükselme ve umut olarak düşünerek büyüdüm. Fakat bu kitap Patrick'i bir panik haline soktu. Patrick, yılbaşı boyunca, ustaların esirlere cin verip onlara özgürlükle baş edemeyeceklerini nasıl kanıtladıkları ile ilgili hikâyeye takmıştı. Çünkü esirler otlaklarda tökezleyeceklerdi. Patrick kendi durumunu buna benzetti. Hapishanelerde içinde bulundukları durumu düşünmek istemeyen bir esirmiş gibi insanların olduğunu söyledi. Çünkü bu çok acı vericiydi. Geçmiş hakkında düşünmek çok acı verici, daha ne kadar yolumuz olduğunu düşünmek çok acı verici.
His favorite line was this line: "Anything, no matter what, to get rid of thinking! It was this everlasting thinking of my condition that tormented me." Patrick said that Douglass was brave to write, to keep thinking. But Patrick would never know how much he seemed like Douglass to me. How he kept reading, even though it put him in a panic. He finished the book before I did, reading it in a concrete stairway with no light.
En sevdiği satır şuydu: "Ne olursa olsun, düşünmeyi bırakmak! Bana işkence eden şey, içinde bulunduğum durumun bitmeyen düşüncesiydi." Patrick, Douglass'ın düşünmek ve yazmak için cesur olduğunu söyledi. Ama Patrick, paniğe kapılmasına rağmen okumaya devam etmesi ile bana göre Douglass'a ne kadar benzediğini bilemeyecekti. Benden önce okumayı bitirdi, hem de ışıksız, beton bir merdivende okurken.
And then we went on to read one of my favorite books, Marilynne Robinson's "Gilead," which is an extended letter from a father to his son. He loved this line: "I'm writing this in part to tell you that if you ever wonder what you've done in your life ... you have been God's grace to me, a miracle, something more than a miracle."
Daha sonra benim çok sevdiğim bir kitabı okumaya başladık: Marilynne Robinson'dan "Gilead". Bir babadan oğula, genişletilmiş bir mektup. Şu satırı çok sevdi: "Bu mektubu, sana hayatında ne yaptığını hiç merak ettin mi diye yazıyorum, sen bana Tanrı'nın bir lütfuydun, bir mucize, bir mucizeden daha fazlası."
Something about this language, its love, its longing, its voice, rekindled Patrick's desire to write. And he would fill notebooks upon notebooks with letters to his daughter. In these beautiful, intricate letters, he would imagine him and his daughter going canoeing down the Mississippi river. He would imagine them finding a mountain stream with perfectly clear water. As I watched Patrick write, I thought to myself, and I now ask all of you, how many of you have written a letter to somebody you feel you have let down? It is just much easier to put those people out of your mind. But Patrick showed up every day, facing his daughter, holding himself accountable to her, word by word with intense concentration.
Bu dille ilgili bir şey, sevgisi, özlemi, sesi, Patrick'in yazma tutkusunu alevlendirdi. Defterler üstüne defterleri kızına yazdığı mektuplarla doldurdu. Bu güzel, karışık mektuplarda kızıyla birlikte Mississippi Gölü'ne kano yapmaya gittiğini hayal edebilirdi. Tertemiz suyu olan bir dağ nehri bulduklarını hayal edebilirdi. Patrick'i izlerken kendi kendime düşündüm, ve şimdi hepinize soruyorum; kaçınız, yüz üstü bıraktığınızı hissettiğiniz birine mektup yazdınız? Bu insanları aklınızdan çıkarabilmek çok daha kolay. Fakat Patrick her gün çıkageldi, kızıyla yüzleşti, kendini ona sorumlu hissetti, kelimesi kelimesine yoğun bir konsantrasyon ile.
I wanted in my own life to put myself at risk in that way. Because that risk reveals the strength of one's heart. Let me take a step back and just ask an uncomfortable question. Who am I to tell this story, as in this Patrick story? Patrick's the one who lived with this pain and I have never been hungry a day in my life. I thought about this question a lot, but what I want to say is that this story is not just about Patrick. It's about us, it's about the inequality between us. The world of plenty that Patrick and his parents and his grandparents have been shut out of. In this story, I represent that world of plenty. And in telling this story, I didn't want to hide myself. Hide the power that I do have.
Kendimi, hayatımda, bu şekilde bir riske atmak istedim. Çünkü bu risk, birinin kalbinin gücünü gösteriyor. Biraz geri gelmeme ve rahatsız edici bir soru sormama izin verin. Patrick'in hikayesini anlatmak için bu hikayedeki rolüm ne? Bu acıyı yaşayan Patrick ve hayatında bir gün bile aç kalmamış ben. Bu soruyu kendi kendime çok düşündüm, demek istediğim şey bu hikâye sadece Patrick'le ilgili değil, bizimle ilgili, aramızdaki eşitsizlikle ilgili. Dünyada Patrick, ebeveyni, büyükannesi ve büyükbabası gibi engele maruz kalan pek çok insan var. Bu hikâyede, bu kısmı temsil ediyorum. Bu hikâyeyi anlatarak kendimi saklamak istemedim. Kendi gücümü saklamak istemedim.
In telling this story, I wanted to expose that power and then to ask, how do we diminish the distance between us? Reading is one way to close that distance. It gives us a quiet universe that we can share together, that we can share in equally.
Bu hikâyeyi anlatarak bu gücü ortaya çıkarmak ve sormak istedim. Aramızdaki bu mesafeyi nasıl azaltabiliriz? Okumak, bu mesafeyi kapamak için bir yol. Okumak, birlikte paylaşabileceğimiz, eşit bir şekilde paylaşabileceğimiz bir evren veriyor.
You're probably wondering now what happened to Patrick. Did reading save his life? It did and it didn't. When Patrick got out of prison, his journey was excruciating. Employers turned him away because of his record, his best friend, his mother, died at age 43 from heart disease and diabetes. He's been homeless, he's been hungry.
Patrick'e ne olduğunu şimdi merak ediyorsunuzdur. Okumak, hayatını kurtardı mı? Kurtardı ve kurtarmadı. Patrick hapisten çıktığında macerası eziyetliydi. İşverenler, sicilinden dolayı onu geri çevirdi. Kalp rahatsızlığı ve diyabeti nedeniyle annesi, en yakın arkadaşı, 43 yaşında hayatını kaybetti. Evsizdi, açtı.
So people say a lot of things about reading that feel exaggerated to me. Being literate didn't stop him form being discriminated against. It didn't stop his mother from dying. So what can reading do? I have a few answers to end with today.
İnsanlar, okumayla ilgili bana çok abartılı gelen şeyler söylüyordu. Okuryazar olması, onun ayrımcılığa maruz kalmasını engellemedi. Annesini ölmekten kurtarmadı. Peki okumak ne yapabilir? Bugünü bitirmek için birkaç cevabım var.
Reading charged his inner life with mystery, with imagination, with beauty. Reading gave him images that gave him joy: mountain, ocean, deer, frost. Words that taste of a free, natural world. Reading gave him a language for what he had lost. How precious are these lines from the poet Derek Walcott? Patrick memorized this poem. "Days that I have held, days that I have lost, days that outgrow, like daughters, my harboring arms."
Okumak, onun iç hayatını gizemle, hayalle, güzellikle doldurdu. Okumak, ona haz veren görüntüler verdi: dağ, okyanus, geyik, buz. Özgür, doğal bir dünyanın tadında kelimeler verdi. Kaybettiği şeylerle ilgili bir dil verdi. Şair Derek Walcott'tan şu satırlar ne kadar da değerli. Patrick bu şiiri hatırladı. "Alıkonulduğum günler, kaybettiğim günler, kız çocuklar gibi, sığmayan günler, benim sığınan kollarım."
Reading taught him his own courage. Remember that he kept reading Frederick Douglass, even though it was painful. He kept being conscious, even though being conscious hurts. Reading is a form of thinking, that's why it's difficult to read because we have to think. And Patrick chose to think, rather than to not think. And last, reading gave him a language to speak to his daughter. Reading inspired him to want to write. The link between reading and writing is so powerful. When we begin to read, we begin to find the words. And he found the words to imagine the two of them together. He found the words to tell her how much he loved her.
Okumak, ona kendi cesaretini öğretti. Acı verici olmasına rağmen Frederick Douglass'ı okumaya devam ettiğini hatırlayın. Bilinçli olmak acı vermesine rağmen bilinçli olmaya devam etti. Okumak, düşünmenin bir şekli. Bu yüzden okumak zordur çünkü düşünmek zorunda kalırız. Patrick, düşünmeyi, düşünmemeye tercih etti. Son olarak, okumak, kızıyla konuşabileceği bir dil verdi. Okumak, onu yazmaya teşvik etti. Okumak ve yazmak arasındaki ilişki çok güçlü. Okumaya başladığımızda kelimeleri bulmaya başlarız. Patrick, kızıyla birlikte olduğunu düşünebildiği kelimeleri buldu. Kızını ne kadar çok sevdiğini anlatan kelimeleri buldu.
Reading also changed our relationship with each other. It gave us an occasion for intimacy, to see beyond our points of view. And reading took an unequal relationship and gave us a momentary equality. When you meet somebody as a reader, you meet him for the first time, newly, freshly. There is no way you can know what his favorite line will be. What memories and private griefs he has. And you face the ultimate privacy of his inner life. And then you start to wonder, "Well, what is my inner life made of? What do I have that's worthwhile to share with another?"
Okumak aynı zamanda aramızdaki ilişkiyi değiştirdi. Kendi bakışımızın ötesini görmemizi sağlayan samimiyete fırsat verdi. Okumak, eşit olmayan bir ilişkiyi aldı ve bize anlık bir eşitlik sağladı. Bir kişiyle bir okur olarak tanıştığınızda, onunla ilk kez tanışırsınız, tamamen yeni, tamamen hayat dolu. Onun en sevdiği satırın ne olacağını asla bilemezsiniz. Hangi anıları ve kederleri olduğunu bilemezsiniz. İç hayatıyla ilgili en yüksek gizliliğiyle yüzleşirsiniz. Daha sonra merak edersiniz: "Benim iç hayatım neden meydana gelmiş? Başka birisiyle paylaşmaya değer neyim var?"
I want to close on some of my favorite lines from Patrick's letters to his daughter. "The river is shadowy in some places but the light shines through the cracks of trees ... On some branches hang plenty of mulberries. You stretch your arm straight out to grab some." And this lovely letter, where he writes, "Close your eyes and listen to the sounds of the words. I know this poem by heart and I would like you to know it, too."
Patrick'in kızına yazdığı mektuplardan en sevdiğim satırlarla kapatmak istiyorum. "Göl bazı yerlerde karanlık, ama ışık, ağaçların çatlaklarından parlıyor. pek çok dutun asılı olduğu bazı dallarda. Birazını alabilmek için kolunu dümdüz uzatırsın." Ve yazmış olduğu bu güzel mektupta: "Gözlerini kapat ve kelimelerin sesini dinle bu şiiri ezbere biliyorum ve senin de bilmeni istiyorum."
Thank you so much everyone.
Herkese teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkış)