Today I stand before you as a man who lives life to the full in the here and now. But for a long time, I lived for death.
Bugün karşınızda, hayatını burada ve şu anda dolu dolu yaşayan bir adam olarak duruyorum. Fakat uzun süre, ölüm için yaşadım.
I was a young man who believed that jihad is to be understood in the language of force and violence. I tried to right wrongs through power and aggression. I had deep concerns for the suffering of others and a strong desire to help and bring relief to them. I thought violent jihad was noble, chivalrous and the best way to help.
Cihadın, güç ve şiddetin dili olarak anlaşılması gerektiğine inanan, genç bir adamdım. Yanlışları, güç ve saldırganlıkla düzeltmeye çalışmıştım. Diğer insanların ıstırapları için derin endişelerim vardı ve onlara yardım etmek, onları teselli etmek için güçlü bir tutku besliyordum. Şiddet içeren cihat benim için soylu, yiğit bir şeydi ve yardımın en iyi yoluydu.
At a time when so many of our people -- young people especially -- are at risk of radicalization through groups like al-Qaeda, Islamic State and others, when these groups are claiming that their horrific brutality and violence are true jihad, I want to say that their idea of jihad is wrong -- completely wrong -- as was mine, then.
İnsanlarımızın çoğunun -- özellikle de gençlerin -- El-Kaide, İslam Devleti ve diğerleri gibi gruplar aracılığıyla bir radikalleşme riskinde oldukları; bu gruplar, korkunç vahşiliklerinin ve şiddetlerinin gerçek cihat olduğunu iddia ettikleri bu zamanda, onların cihat fikirlerinin, tıpkı benimki gibi, yanlış olduğunu -- tamamen yanlış olduğunu -- söylemek istiyorum.
Jihad means to strive to one's utmost. It includes exertion and spirituality, self-purification and devotion. It refers to positive transformation through learning, wisdom and remembrance of God. The word jihad stands for all those meanings as a whole. Jihad may at times take the form of fighting, but only sometimes, under strict conditions, within rules and limits.
Cihat, insanın son noktaya kadar uğraşmasıdır. Gayreti, maneviyatı, arınmayı ve fedakârlığı içerir. Öğrenme, akıl ve Tanrı'nın hatırlanması aracılığıyla gerçekleştirilen, pozitif dönüşüm anlamına gelir. Cihat kelimesi, bir bütün olarak bu anlamlara gelir. Cihat, zaman zaman, bir savaş biçimine giriyor olabilir fakat bu yalnızca bazen, sert koşullar altında, kurallar ve sınırlar içerisinde olur.
In Islam, the benefit of an act must outweigh the harm or hardship it entails. More importantly, the verses in the Koran that are connected to jihad or fighting do not cancel out the verses that talk about forgiveness, benevolence or patience.
İslam'da, bir eylemin menfaati, o eylemin yol açtığı zarara veya zorluğa üstün gelmelidir. Daha da önemlisi; cihat ya da savaşla bağlantılı Kuran ayetleri; bağışlayıcılık, iyilik ya da sabır ile ilgili ayetlerin etkisini yok etmez.
But now I believe that there are no circumstances on earth where violent jihad is permissible, because it will lead to greater harm. But now the idea of jihad has been hijacked. It has been perverted to mean violent struggle wherever Muslims are undergoing difficulties, and turned into terrorism by fascistic Islamists like al-Qaeda, Islamic State and others. But I have come to understand that true jihad means striving to the utmost to strengthen and live those qualities which God loves: honesty, trustworthiness, compassion, benevolence, reliability, respect, truthfulness -- human values that so many of us share.
Fakat şimdi, dünyada, cihadın hoş görülebilir olduğu herhangi bir durumun olduğunu düşünmüyorum, çünkü büyük bir zarara yol açacaktır. Fakat cihat fikri artık gasp edildi. Müslümanlar zorluk çektikleri zaman, şiddetli ıstırap anlamına gelmesi için değiştirildi ve El-Kaide, İslam Devleti ve diğerleri gibi faşist İslamcılar tarafından, terörizme dönüştürüldü. Fakat anlıyorum ki, gerçek cihat, Tanrı'nın sevdiği nitelikleri yaşamak ve kuvvetlendirmek için sonuna kadar çabalamak anlamına geliyor ve bu nitelikler: Dürüstlük, güvenilirlik, merhamet, cömertlik, itimat, saygı, doğruluk -- çoğumuzun paylaştığı insani değerler.
I was born in Bangladesh, but grew up mostly in England. And I went to school here. My father was an academic, and we were in the UK through his work.
Ben Bangladeş'te doğdum fakat daha çok İngiltere'de büyüdüm. Okula orada gittim. Babam öğretim görevlisiydi ve onun işi için İngiltere'deydik.
In 1971 we were in Bangladesh when everything changed. The War of Independence impacted upon us terribly, pitting family against family, neighbor against neighbor. And at the age of 12 I experienced war, destitution in my family, the deaths of 22 of my relatives in horrible ways, as well as the murder of my elder brother. I witnessed killing ... animals feeding on corpses in the streets, starvation all around me, wanton, horrific violence -- senseless violence. I was a young man, teenager, fascinated by ideas. I wanted to learn, but I could not go to school for four years.
1971 yılında her şey değiştiğinde, Bangladeş'te idik. Kurtuluş Savaşı bizi son derece etkiledi, aileleri ve komşuları karşı karşıya getirdi. 12 yaşımda savaşa, ailemde yoksulluğa, 22 akrabamın korkunç biçimlerde öldürülmelerine ve ayrıca büyük erkek kardeşimin öldürülmesine tanıklık ettim. Öldürme eylemine şahit oldum... Hayvanlar sokaklarda cesetleri yiyordu, etrafımda açlık vardı, kötülük, korkunç bir şiddet vardı -- anlamsız bir şiddetti. Genç bir adamdım, delikanlıydım, fikirlerden etkileniyordum. Öğrenmek istiyordum, fakat dört yıl okula gidemedim.
After the War of Independence, my father was put in prison for two and a half years, and I used to visit him every week in prison, and homeschooled myself. My father was released in 1973 and he fled to England as a refugee, and we soon followed him. I was 17.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, babam iki buçuk yıllığına hapse atıldı ve hapishanede onu her hafta ziyaret ediyordum ve evde kendi kendimi eğitiyordum. Babam 1973 yılında çıktı ve mülteci olarak İngiltere'ye kaçtı, sonrasında biz de onu takip ettik. 17 yaşımdaydım.
So these experiences gave me a sharp awareness of the atrocities and injustices in the world. And I had a strong desire -- a very keen, deep desire -- to right wrongs and help the victims of oppression.
Bu tecrübeler, dünyadaki vahşet ve adaletsizlikler konusunda bana keskin bir farkındalık sağladı. Ayrıca yanlışları düzeltmek ve eziyet gören kurbanlara yardım etmek için çok güçlü -- çok keskin, derin -- bir tutku besliyordum.
While studying at college in the UK, I met others who showed me how I could channel that desire and help through my religion. And I was radicalized -- enough to consider violence correct, even a virtue under certain circumstances.
İngiltere'de üniversitede okurken, bana bu tutkuyu nasıl yönlendirip dinime nasıl katkı sağlayacağımı gösteren insanlarla tanıştım. Şiddeti doğru, hatta belli koşullarda bir erdem varsayacak kadar radikalleştirildim.
So I became involved in the jihad in Afghanistan. I wanted to protect the Muslim Afghan population against the Soviet army. And I thought that was jihad: my sacred duty, which would be rewarded by God.
Böylece, Afganistan'da cihada dâhil oldum. Sovyet ordusuna karşı Müslüman Afganları korumak istemiştim. Bunun cihat olduğunu düşündüm: Tanrı'nın ödüllendirileceği kutsal görevim.
I became a preacher. I was one of the pioneers of violent jihad in the UK. I recruited, I raised funds, I trained. I confused true jihad with this perversion as presented by the fascist Islamists -- these people who use the idea of jihad to justify their lust for power, authority and control on earth: a perversion perpetuated today by fascist Islamist groups like al-Qaeda, Islamic State and others.
Bir vaiz oldum. İngiltere'deki hiddetli cihadın öncülerinden biriydim. Askere aldım, bağış topladım, eğitim verdim. Gerçek cihadı, faşist İslamcıların yansıttığı bu dalalet ile karıştırdım -- bu insanlar, güce, otoriteye ve dünya üzerindeki kontrole duydukları tutkuyu meşrulaştırmak için cihat fikrini kullanıyorlardı: Günümüzde El-Kaide, İslam Devleti ve diğerleri gibi faşist İslamcı grupların sürdürdüğü bir sapkınlık.
For a period of around 15 years, I fought for short periods of time in Kashmir and Burma, besides Afghanistan. Our aim was to remove the invaders, to bring relief to the oppressed victims and of course to establish an Islamic state, a caliphate for God's rule. And I did this openly. I didn't break any laws. I was proud and grateful to be British -- I still am. And I bore no hostility against this, my country, nor enmity towards the non-Muslim citizens, and I still don't.
Ortalama 15 yıllık bir dönem boyunca, Afganistan'ın yanı sıra, Keşmir ve Myanmar'da da kısa dönemlerde savaştım. Amacımız istilacıları defetmek, baskı gören kurbanları teselli etmek ve elbette bir İslam devleti kurmak, Tanrı'nın yöneteceği bir hilafet kurmaktı. Bunu açıkça yaptım. Hiçbir kuralı çiğnemedim. İngiliz olmaktan gururlu ve minnettardım-- hâlâ da öyleyim. Ayrıca, ne kendi ülkeme düşmanlık besliyor, ne de Müslüman olmayan vatandaşlara nefret besliyordum, hâlâ da beslemiyorum.
During one battle in Afghanistan, some British men and I formed a special bond with a 15-year-old Afghani boy, Abdullah, an innocent, loving and lovable kid who was always eager to please. He was poor. And boys like him did menial tasks in the camp. And he seemed happy enough, but I couldn't help wonder -- his parents must have missed him dearly. And they must have dreamt about a better future for him. A victim of circumstance caught up in a war, cruelly thrust upon him by the cruel circumstances of the time.
Afganistan'da bir savaş esnasında, birkaç İngiliz ve ben, 15 yaşında, ismi Abdullah olan, iyiliğe hevesli, masum, sevecen ve cana yakın bir çocukla özel bir ilişki oluşturduk. Fakirdi. Onun gibi çocuklar kampta hizmetçilik yapıyorlardı. Oldukça mutlu görünüyordu, ama düşünmeden edemiyordum-- ailesi onu oldukça özlemiş olmalıydı. Onun için daha iyi bir gelecek hayal etmiş olmalılardı. Savaşın içerisindeki şartların bir kurbanıydı, zamanın acımasız şartları ona hücum etmişti.
One day I picked up this unexploded mortar shell in a trench, and I had it deposited in a makeshift mud hut lab. And I went out on a short, pointless skirmish -- always pointless, And I came back a few hours later to discover he was dead. He had tried to recover explosives from that shell. It exploded, and he died a violent death, blown to bits by the very same device that had proved harmless to me. So I started to question. How did his death serve any purpose? Why did he die and I lived?
Bir gün, siperdeki bu patlamamış havan mermisini aldım ve eğreti bir çamur kulübe laboratuvarına götürdüm. Kısa, amaçsız -- her zaman amaçsız olan bir çatışmaya gittim, birkaç saat sonra döndüm ve onu ölü buldum. O kabuktaki patlayıcıları tamir etmeye çalışmıştı. Patladı ve ölümü korkunçtu, bana zararsız gelen o alet yüzünden parçalara ayrılmıştı. Sorgulamaya başladım. Bu ölümün nasıl bir amacı olabilirdi? O neden öldü ve ben neden yaşıyorum?
I carried on. I fought in Kashmir. I also recruited for the Philippines, Bosnia and Chechnya. And the questions grew.
Devam ettim. Keşmir'de savaştım. Ayrıca Filipinler, Bosna ve Çeçenistan'da askere aldım. Sorular çoğaldı.
Later in Burma, I came across Rohingya fighters, who were barely teenagers, born and brought up in the jungle, carrying machine guns and grenade launchers. I met two 13-year-olds with soft manners and gentle voices. Looking at me, they begged me to take them away to England. They simply wanted to go to school -- that was their dream. My family -- my children of the same age -- were living at home in the UK, going to school, living a safe life. And I couldn't help wonder how much these young boys must have spoken to one another about their dreams for such a life. Victims of circumstances: these two young boys, sleeping rough on the ground, looking up at the stars, cynically exploited by their leaders for their personal lust for glory and power.
Daha sonra Birmanya'da, Rohingya savaşçılarıyla karşılaştım, hemen hemen gençlerdi, ormanda doğup büyümüşlerdi, makineli tüfek ve bomba atar taşıyorlardı. Sakin bir tutumla ve kibar bir sesle, 13 yaşında olan iki tanesiyle tanıştım. Bana baktılar, onları İngiltere'ye götürmem için yalvardılar. Yalnızca okula gitmek istiyorlardı-- hayalleri buydu. Ailem-- onlarla yaşıt çocuklarım-- İngiltere'de evde yaşıyorlar, okula gidiyorlar, güvenli bir hayat yaşıyorlardı. Merak ediyordum, acaba bu genç çocuklardan kaçı, birbirleriyle böyle bir yaşamın hayali hakkında konuşmuşlardı. Şartların kurbanları: Bu iki genç çocuk, taşın üzerinde uyuyor, yıldızlara bakıyor ve övgü ile güce duydukları kişisel tutku için liderleri tarafından küçümsenerek sömürülüyorlardı.
I soon witnessed boys like them killing one another in conflicts between rival groups. And it was the same everywhere ... Afghanistan, Kashmir, Burma, Philippines, Chechnya; petty warlords got the young and vulnerable to kill one another in the name of jihad. Muslims against Muslims. Not protecting anyone against invaders or occupiers; not bringing relief to the oppressed. Children being used, cynically exploited; people dying in conflicts which I was supporting in the name of jihad. And it still carries on today.
Sonra, düşman gruplar arasındaki çatışmalarda, onlar gibi çocukların birbirlerini öldürdüklerine şahit oldum. Bu, her yerde aynı şekildeydi-- Afganistan'da, Keşmir'de, Birmanya'da, Filipinler'de, Çeçenistan'da; aşağılık savaş beyleri, cihat adına, genç ve zayıf çocukların birbirlerini öldürmelerini sağlıyordu. Müslümanlara karşı Müslümanlar. İstilacı ya da işgalcilere karşı kimseyi korumuyor ve baskı görenlere teselli sağlamıyorlardı. Çocuklar kullanılıyordu, küçümsenerek sömürülüyorlardı; cihat adına desteklediğim karmaşalarda insanlar ölüyordu. Bu, günümüzde de devam ediyor.
Realizing that the violent jihad I had engaged in abroad was so different -- such a chasm between what I had experienced and what I thought was sacred duty -- I had to reflect on my activities here in the UK. I had to consider my preaching, recruiting, fund-raising, training, but most importantly, radicalizing -- sending young people to fight and die as I was doing -- all totally wrong.
Yurtdışında temas kurduğum vahşi cihadın çok farklı olduğunu fark edince -- çünkü tecrübe ettiğim şey ile kutsal görev olduğunu düşündüğüm şey arasında bir uçurum vardı -- burada, İngiltere'deki eylemlerimi derinlemesine düşünmeliydim. Vaazlarımı, askerliğimi, toplanan paraları, eğitimi düşünmeliydim ve en önemlisi, radikalleştirmenin -- benim yaptığım gibi, genç insanları savaşa ve ölüme göndermenin -- tamamen yanlış bir şey olduğunu düşünmeliydim.
So I got involved in violent jihad in the mid '80s, starting with Afghanistan. And by the time I finished it was in the year 2000. I was completely immersed in it. All around me people supported, applauded, even celebrated what we were doing in their name. But by the time I learned to get out, completely disillusioned in the year 2000, 15 years had passed.
Yani, 80'lerin ortalarında hiddet dolu cihada dâhil oldum, bu, Afganistan'la başladı. Bitirdiğim zaman ise 2000 yılıydı. Tamamen içerisine girmiştim. Etrafımda herkes, onların adına yaptıklarımızı destekliyor, alkışlıyor ve hatta övüyorlardı. Fakat bunun içinden çıkmayı öğrenip 2000 yılında tamamen farkında vardığımda, 15 yıl geçmişti.
So what goes wrong? We were so busy talking about virtue, and we were blinded by a cause. And we did not give ourselves a chance to develop a virtuous character. We told ourselves we were fighting for the oppressed, but these were unwinnable wars. We became the very instrument through which more deaths occurred, complicit in causing further misery for the selfish benefit of the cruel few.
Peki, yanlış olan nedir? Erdemden bahsetmekle meşguldük ve bir sebep bizi kör etmişti. Kendimize, erdemli bir karakter yaratma şansı vermiyorduk. Kendimize, baskı görenler için savaştığımızı söylüyorduk fakat bunlar kazanılamayan savaşlardı. Daha fazla ölüme neden olan bir şeyin araçları hâline gelmiştik, zalim azınlığın bencil amaçları için daha çok ıstıraba neden olarak suç ortaklığı yapıyorduk.
So over time, a very long time, I opened my eyes. I began to dare to face the truth, to think, to face the hard questions. I got in touch with my soul.
Zamanla, uzun zaman sonra, gözlerim açıldı. Gerçekle yüzleşmeye, düşünmeye, zor sorularla yüzleşmeye cesaret etmeye başladım. Ruhumla iletişime geçtim.
What have I learned? That people who engage in violent jihadism, that people who are drawn to these types of extremisms, are not that different to everyone else. But I believe such people can change. They can regain their hearts and restore them by filling them with human values that heal.
Ne mi öğrendim? Hiddetli cihadçılığa dâhil olan o insanlar, bu tür aşırılıklara boğulmuş o insanlar, herkesten çok da farklı değildirler. Ama, bu insanların değişebileceğine inanıyorum. Kalplerini yeniden kazanıp onu, iyileştiren insani değerler ile doldurarak iyileştirebilirler.
When we ignore the realities, we discover that we accept what we are told without critical reflection. And we ignore the gifts and advantages that many of us would cherish even for a single moment in their lives. I engaged in actions I thought were correct. But now I began to question how I knew what I knew. I endlessly told others to accept the truth, but I failed to give doubt its rightful place.
Gerçekleri görmezden geldiğimiz zaman, eleştirel bir yaklaşımda bulunmadan, bize söyleneni kabul ettiğimizi keşfederiz. Çoğumuzun yaşamlarında bir an bile olsa değer vereceği avantajları ve kabiliyetleri görmezden geliyoruz. Doğru olduğunu düşündüğüm eylemlerde bulundum. Ama şimdi, bildiğim şeyi nasıl bildiğimi sorgulamaya başladım. Herkese doğruyu kabul etmelerini söyleyip duruyordum, ancak doğrunun hakiki yerinden şüphe etme konusunda başarısız oldum.
This conviction that people can change is rooted in my experience, my own journey. Through wide reading, reflecting, contemplation, self-knowledge, I discovered, I realized that Islamists' world of us and them is false and unjust. Through considering the uncertainties in all that we had asserted, to the inviolable truths, incontestable truths, I developed a more nuanced understanding.
İnsanların değişebileceği düşüncesinin kökleri benim tecrübemde, kendi yolculuğumda. Kapsamlı okuma, düşünme, niyet, kendini tanıma aracılığıyla; bizlerin ve onların İslamcı dünyalarının yanlış ve adaletsiz olduğunu keşfettim. Bozulamaz ve su götürmez doğrular üzerinden ileri sürdüğümüz her şeydeki belirsizlikleri dikkate alarak, daha incelikli bir anlayış geliştirdim.
I realized that in a world crowded with variation and contradiction, foolish preachers, only foolish preachers like I used to be, see no paradox in the myths and fictions they use to assert authenticity. So I understood the vital importance of self-knowledge, political awareness and the necessity for a deep and wide understanding of our commitments and our actions, how they affect others.
Çeşitlilik ve karşıtlıklarla dolu bir dünyada, ahmak vaizler, tıpkı benim olduğum gibi, yalnızca ahmak vaziler, gerçeklik kattıkları mitler ve kurgular arasında çelişki görmezler. Yani, kendini tanımanın, politik farkındalığın ve bağlandığımız şeyler ve eylemlerimizin insanları nasıl etkilediklerine dair daha derin ve engin bir anlayışın gerekli olmasının hayati önemini anladım.
So my plea today to everyone, especially those who sincerely believe in Islamist jihadism ... refuse dogmatic authority; let go of anger, hatred and violence; learn to right wrongs without even attempting to justify cruel, unjust and futile behavior. Instead create a few beautiful and useful things that outlive us. Approach the world, life, with love. Learn to develop or cultivate your hearts to see goodness, beauty and truth in others and in the world. That way we do matter more to ourselves ... to each other, to our communities and, for me, to God. This is jihad -- my true jihad.
Bugün herkese, özellikle de İslamcı cihadçılığa samimi olarak inanlara bir ricada bulunacağım ... inanca dayalı otoriteyi reddedin; öfkeyi, nefreti ve şiddeti bırakın; acımasız, adaletsiz ve yararsız davranışlarda bulunmadan, yanlışları düzeltmeyi öğrenin. Bunun yerine, bizleri daha uzun süre yaşatacak olan birkaç güzel ve faydalı şey yaratın. Dünyaya ve hayata sevgiyle yaklaşın. Dünyadaki ve diğer insanlardaki iyiliği, güzelliği ve gerçeği görmek için, kalplerinizi geliştirmeyi öğrenin. Bir şeyi yapma biçimimiz, bizim için ... birbirimiz için, halkımız için ve bence, Tanrı için, önemlidir. Cihat budur -- benim doğru cihadım budur.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)