I remember when I first found out I was going to speak at a TED conference. I ran across the hall to one of my classrooms to inform my students.
TED konferansında konuşma yapacağımı ilk kez duyduğum zamanı hatırlıyorum. Öğrencilerime haber vermek için koridordan sınıflarımın birine koştum.
"Guess what, guys? I've been asked to give a TED Talk."
''Bilin bakalım ne oldu? TED konuşması yapmam istendi.''
The reaction wasn't one I quite expected. The whole room went silent.
Beklediğim bir tepkiyle karşılaşmadım. Bütün sınıf sus pus oldu.
"A TED Talk? You mean, like the one you made us watch on grit? Or the one with the scientist that did this really awesome thing with robots?" Muhammad asked.
''TED konuşması mı? Bize kumda izlettirdiğiniz gibi mi? Yoksa robotlarla harikalar yaratan bilim insanlarının olduğu mu?'' diye sordu Muhammad.
"Yes, just like that."
''Evet, aynen öyle.''
"But Coach, those people are really important and smart."
''Koçum tamam da, o insanlar cidden önemli ve zekiler.''
(Laughter)
(Kahkaha)
"I know that."
''Farkındayım.''
"But Coach, why are you speaking? You hate public speaking."
''Koçum ama neden konuşuyorsun ki?
"I do," I admitted,
Topluluk önünde konuşmaktan nefret edersiniz.''
"But it's important that I speak about us, that I speak about your journeys, about my journey. People need to know."
''Ediyorum'' diyerek onayladım. ''Ama bizim hakkımızda, sizin yolculuğunuz ve benim yolculuğum hakkında konuşmam önemli. İnsanlar bunu bilmeli.''
The students at the all-refugee school that I founded decided to end with some words of encouragement.
Mültecilerden oluşan, kurduğum okuldaki öğrenciler, son olarak teşvik sözleri söylemek istediler.
"Cool! It better be good, Coach."
''Harika! İyi olsa iyi olur koçum.''
(Laughter)
(Kahkaha)
There are 65.3 million people who have been forcibly displaced from their homes because of war or persecution. The largest number, 11 million, are from Syria. 33,952 people flee their homes daily. The vast majority remain in refugee camps, whose conditions cannot be defined as humane under anyone's definition. We are participating in the degradation of humans. Never have we had numbers this high. This is the highest number of refugees since World War II.
Savaş veya işkence sebebiyle, evlerinden, zorla yerlerinden edilen 65,3 milyon insan var. 11 milyonla, en çok Suriyeli var. Her gün 33.952 insan evlerinden kaçıyor. Büyük bir çoğunluğu, hiç kimse için insani olmayan şartlardaki mülteci kamplarında kalıyor. İnsanların aşağılanmasına ortak oluyoruz. Bu kadar yüksek sayı hiç görmemiştik. Bu, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri en yüksek mülteci sayısı.
Now, let me tell you why this issue is so important to me. I am an Arab. I am an immigrant. I am a Muslim. I've also spent the last 12 years of my life working with refugees. Oh -- and I'm also gay. It makes me really popular these days.
Bu konunun benim için neden önemli olduğunu anlatayım. Ben bir Arabım. Ben bir göçmenim. Ben bir müslümanım. Hayatımın son 12 yılını, mültecilerle birlikte çalışarak geçirdim. Ha, aynı zamanda geyim. Bu günlerde cidden popülerleştim.
(Laughter)
(Kahkaha)
But I am the daughter of a refugee. My grandmother fled Syria in 1964 during the first Assad regime. She was three months pregnant when she packed up a suitcase, piled in her five children and drove to neighboring Jordan, not knowing what the future held for her and her family. My grandfather decided to stay, not believing it was that bad. He followed her a month later, after his brothers were tortured and his factory was taken over by the government. They rebuilt their lives starting from scratch and eventually became independently wealthy Jordanian citizens.
Bir mültecinin kızıyım. Büyükannem 1964'te, ilk Assad rejimi sırasında Suriye'yi terk etti. Bavulunu hazırlayıp 5 çocuğunu kapıp Ürdün'e doğru yol aldığında, üç aylık hamileydi ve geleceğin ailesine ve kendisine neler sunacağından bihaberdi. Durumun o kadar kötü olmadığını düşünen dedem, kalmaya karar verdi. Bir ay sonra kardeşi işkence gördükten ve fabrikasına devletin el koymasından sonra, o da büyükannemi takip etti. Sıfırdan, hayatlarını yeniden inşa ettiler ve nihayetinde Ürdün'ün bağımsız, varlıklı vatandaşları oldular.
I was born in Jordan 11 years later. It was really important to my grandmother for us to know our history and our journey. I was eight years old when she took me to visit my first refugee camp. I didn't understand why. I didn't know why it was so important to her for us to go. I remember walking into the camp holding her hand, and her saying, "Go play with the kids," while she visited with the women in the camp. I didn't want to. These kids weren't like me. They were poor. They lived in a camp. I refused. She knelt down beside me and firmly said, "Go. And don't come back until you've played. Don't ever think people are beneath you or that you have nothing to learn from others."
11 yıl sonra, Ürdün'de doğdum. Geçmişimizi ve yolculuğumuzu bilmek, büyükannem için büyük önem taşıyordu. İlk mülteci kampı ziyaretime, ben sekiz yaşındayken götürmüştü. Sebebini anlayamadım. Gitmemizin onun için neden bu denli önemli olduğunu bilmiyordum. Elini tutarak kampa gittiğimizi ve o kamptaki kadınları ziyaret ederken, bana ''Git çocuklarla oyna,'' dediğini hatırlıyorum. Gitmek istememiştim. Onlar benim gibi değillerdi. Fakirlerdi, kampta yaşıyorlardı. İstemedim. Yanıma çöktü ve sertçe, ''Git ve oynamadan geri gelme. Asla insanların senden aşağıda olduğunu ya da onlardan öğrenecek hiçbir şeyin olmadığını düşünme.''
I reluctantly went. I never wanted to disappoint my grandmother. I returned a few hours later, having spent some time playing soccer with the kids in the camp. We walked out of the camp, and I was excitedly telling her what a great time I had and how fantastic the kids were.
Zoraki bir şekilde gittim. Büyükannemi hayal kırıklığına uğratmayı asla istemezdim. Birkaç saat sonra döndüm, kamptaki çocuklarla futbol oynamıştım. Kamptan ayrıldık ve heyecanla, ne kadar güzel zaman geçirdiğimi ve çocukların ne iyi olduğunu anlatıyordum.
"Haram!" I said in Arabic. "Poor them."
''Haram!'' dedim Arapça, ''Yazık onlara.''
"Haram on us," she said, using the word's different meaning, that we were sinning. "Don't feel sorry for them; believe in them."
''Asıl bize haram,'' dedi, kelimelerin eş anlamlarıyla, bizim günaha girdiğimizi anlattı. ''Onlara acıma, onlara inan.''
It wasn't until I left my country of origin for the United States that I realized the impact of her words.
Doğduğum yeri bırakıp Birleşik Devletler'e gelene kadar, bu kelimelerin etkisini kavrayamamıştım.
After my college graduation, I applied for and was granted political asylum, based on being a member of a social group. Some people may not realize this, but you can still get the death penalty in some countries for being gay. I had to give up my Jordanian citizenship. That was the hardest decision I've ever had to make, but I had no other choice. The point is, when you find yourself choosing between home and survival, the question "Where are you from?" becomes very loaded. A Syrian woman who I recently met at a refugee camp in Greece articulated it best, when she recalled the exact moment she realized she had to flee Aleppo.
Üniversite mezuniyetimden sonra, siyasi sığınma talebinde bulundum, sosyal bir grubun üyesi olarak kabul edildim. Bazı insanlar bunun farkında değil, ama bazı ülkelerde sırf gey olduğun için ölüm cezasına çarptırılabiliyorsun. Ürdün vatandaşlığımı kaybetmek zorundaydım. Bu vermek zorunda kaldığım en zor karardı, ama başka çarem yoktu. Olay şu ki, kendini ev ile hayatta kalma arasında seçim yaparken bulduğunda, ''Nerelisin?'' sorusu çok koyuyor insana. Yunanistan'daki mülteci kampında kısa süre önce tanıştığım bir kadın, Halep'i terk etmek zorunda kaldığını fark ettiği anı en iyi şekilde dile getirdi.
"I looked out the window and there was nothing. It was all rubble. There were no stores, no streets, no schools. Everything was gone. I had been in my apartment for months, listening to bombs drop and watching people die. But I always thought it would get better, that no one could force me to leave, no one could take my home away from me. And I don't know why it was that morning, but when I looked outside, I realized if I didn't leave, my three young children would die. And so we left. We left because we had to, not because we wanted to. There was no choice," she said.
''Camdan dışarı baktım ve hiçbir şey yoktu. Her yer enkazdı. Ne bir sokak, ne bir dükkân, ne de bir okul kaldı. Her şey yok oldu. Aylardır kendi dairemdeydim, bombaların düşüşlerini dinliyor, insanların ölmelerini izliyordum. Yine de her daim daha iyi olacağını, kimsenin beni terk etmeye zorlamayacağını, kimsenin evimi elimden almayacağını düşündüm. Neden o sabah öyleydi bilmesem de, dışarı baktığımda, eğer gitmezsem üç küçük çocuğumun da öleceğini fark ettim. Bu yüzden oradan ayrıldım. İstediğimiz için değil, zorunda olduğumuz için ayrıldık. Seçim yoktu,'' dedi.
It's kind of hard to believe that you belong when you don't have a home, when your country of origin rejects you because of fear or persecution, or the city that you grew up in is completely destroyed. I didn't feel like I had a home. I was no longer a Jordanian citizen, but I wasn't American, either. I felt a kind of loneliness that is still hard to put into words today.
Evin olmadığında, kendi ülken korku veya işkence sebebiyle seni reddettiğinde veya büyüdüğün şehir tamamen harap olduğunda, aidiyet duygusu hissetmek inanılması güç bir durum. Evim varmış gibi hissetmiyordum. Artık Ürdün vatandaşı değildim, ama Amerikalı da değildim. Bugün hâlâ kelimelere dökemediğim bir yalnızlık çektim.
After college, I desperately needed to find a place to call home. I bounced around from state to state and eventually ended up in North Carolina. Kindhearted people who felt sorry for me offered to pay rent or buy me a meal or a suit for my new interview. It just made me feel more isolated and incapable. It wasn't until I met Miss Sarah, a Southern Baptist who took me in at my lowest and gave me a job, that I started to believe in myself. Miss Sarah owned a diner in the mountains of North Carolina. I assumed, because of my privileged upbringing and my Seven Sister education, that she would ask me to manage the restaurant. I was wrong. I started off washing dishes, cleaning toilets and working the grill. I was humbled; I was shown the value of hard work. But most importantly, I felt valued and embraced. I celebrated Christmas with her family, and she attempted to observe Ramadan with me.
Üniversiteden sonra, çaresizce ''yuva'' arayışına düştüm. Eyaletten eyalete sürüklendim ve nihayetinde kendimi Kuzey Karolina'da buluverdim. Benim için üzülen güzel yürekli insanlar, kira ödemeyi teklif ettiler veya bana yemek ısmarlamayı ya da iş görüşmem için takım almayı. Bu beni daha çok yalnız ve aciz hissettirdi. Dibe battığımda beni yönlendiren ve iş bulan Güneyli Vaftiz Sarah ile tanıştıktan sonra kendime inanmaya başladım. Bayan Sarah, Kuzey Karolina dağlarında bir lokanta işletiyordu. Benim itinalı yetiştirilme tarzım ve Yedi Kız Kardeş eğitimimle, bana orada yönetici işi vereceğini düşündüm. Yanılmıştım. İşe bulaşıkları yıkayarak, tuvalet temizleyerek ve ızgara yaparak başladım. Utandım, sıkı çalışmanın değerini anlamıştım. En önemlisiyse, değer görmüş ve sahiplenmiş hissettim. Onun ailesiyle Noel'i kutladım ve benimle birlikte Ramazan coşkusunu gözlemledi.
I remember being very nervous about coming out to her -- after all, she was a Southern Baptist. I sat on the couch next to her and I said, "Miss Sarah, you know that I'm gay." Her response is one that I will never forget.
Ona açılırken ne kadar gergin olduğumu anımsıyorum, nihayetinde kendisi Güney Vaftiziydi. Koltukta yanına oturdum ve şunu dedim: ''Sarah, gey olduğumu biliyorsundur.'' Tepkisi asla aklımdan çıkmayacak.
"That's fine, honey. Just don't be a slut."
''Sorun yok canım. Sürtük olma yeter.''
(Laughter)
(Kahkaha)
(Applause)
(Alkış)
I eventually moved to Atlanta, still trying to find my home. My journey took a strange turn three years later, after I met a group of refugee kids playing soccer outside. I'd made a wrong turn into this apartment complex, and I saw these kids outside playing soccer. They were playing barefoot with a raggedy soccer ball and rocks set up as goals. I watched them for about an hour, and after that I was smiling. The boys reminded me of home. They reminded me of the way I grew up playing soccer in the streets of Jordan, with my brothers and cousins. I eventually joined their game. They were a little skeptical about letting me join it, because according to them, girls don't know how to play. But obviously I did.
Hâlâ yuva arayışında olan ben, nihayetinde Atlanta'ya taşındım. Yolculuğumun seyri, dışarıda top oynayan bir grup mülteci çocukla tanışmamdan üç yıl sonra değişti. Apartmana giderken yanlış yerden dönmüştüm ve dışarıda futbol oynayan bu çocukları gördüm. Kendinden geçmiş bir topla, yalın ayak oynuyorlardı, kale olarak taş yığmışlardı. Onları bir saat kadar izledim ve sonrasında gülümsüyordum. Bana evimi hatırlatmışlardı. Ürdün sokaklarında, ağabeyim ve kuzenlerimle futbol oynayarak büyüdüğüm zamanları anımsattılar. Sonunda aralarına girdim. Beni aralarına almada şüpheci yaklaştılar, çünkü onlara göre kızlar futboldan anlamazdı. Bariz bir şekilde oynadım.
I asked them if they had ever played on a team. They said they hadn't, but that they would love to. I gradually won them over, and we formed our first team. This group of kids would give me a crash course in refugees, poverty and humanity. Three brothers from Afghanistan -- Roohullah, Noorullah and Zabiullah -- played a major role in that. I showed up late to practice one day to find the field completely deserted. I was really worried. My team loved to practice. It wasn't like them to miss practice. I got out of my car, and two kids ran out from behind a dumpster, waving their hands frantically.
Daha önce takımda oynayıp oynamadıklarını sordum ve oynamadıklarını, ama istediklerini söylediler. Zamanla onların sevgisini kazandım ve ilk takımımızı kurduk. Bu çocuklar bana mülteciler, yoksulluk ve insanlık hakkında yoğun bir ders verdiler. Afganistanlı üç kardeş, Roohullah, Noorullah ve Zabiullah, bunda büyük rol oynadı. Bir gün antrenmanlara geç kaldığımda, bütün alanı bomboş buldum. Çok endişelenmiştim. Takımım alıştırmayı severdi. Alıştırmayı kaçırmak, onların adetinde yoktu. Arabamdan çıktım ve iki çocuk çöp kutusunun arkasından ellerini delice sallayarak fırlayıverdi,
"Coach, Rooh got beat up. He got jumped. There was blood everywhere."
''Koç, Rooh'u dövdüler, saldırıya uğradı. Her yerde kan vardı.''
"What do you mean? What do you mean he got beat up?"
''Ne diyorsun sen? Ne demek saldırıya uğradı?''
"These bad kids came and beat him up, Coach. Everybody left. They were all scared."
''Kötü çocuklar geldi ve onu dövdüler koç. Herkes kaçtı. Herkes çok korkmuştu.''
We hopped into my car and drove over to Rooh's apartment. I knocked on the door, and Noor opened it. "Where's Rooh? I need to talk to him, see if he's OK." "He's in his room, Coach. He's refusing to come out." I knocked on the door.
Arabama atladık ve Rooh'un evine gittik. Kapıya vurdum ve Noor açtı. ''Rooh nerede? Konuşup nasıl olduğunu görmem lazım.'' ''Odasında ve çıkmayı reddediyor koç.'' Kapıya vurdum.
"Rooh, come on out. I need to talk to you. I need to see if you're OK or if we need to go to the hospital."
''Rooh, dışarı çık. Seninle konuşmam lazım. İyi olduğunu veya hastaneyi gitmemiz gerekmediğini görmem lazım.''
He came out. He had a big gash on his head, a split lip, and he was physically shaken. I was looking at him, and I asked the boys to call for their mom, because I needed to go to the hospital with him. They called for their mom. She came out. I had my back turned to her, and she started screaming in Farsi. The boys fell to the ground laughing. I was very confused, because there was nothing funny about this. They explained to me that she said,
Dışarı çıktı. Kafasında derin bir yarık vardı, dudağı patlamış ve fiziksel olarak sarsılmıştı. Ona bakıyordum ve çocuklardan annesini aramalarını istedim, onunla hastaneye gitmem gerekiyordu. Annesini aradılar. Geldi. Arkam ona dönüktü ve kadın birden Farsça bağırmaya başladı. Çocuklar gülmekten yere yattılar. Çok şaşkındım, komik bir yanı yoktu ki. Onun şunları söylediğini anlattılar,
"You told me your coach was a Muslim and a woman." From behind, I didn't appear to be either to her.
''Koçunuzun kadın ve müslüman olduğunu söylemiştiniz.'' Arkadan ikisine de benzemiyordum.
(Laughter)
(Kahkaha)
"I am Muslim," I said, turning to her. "Ašhadu ʾan lā ʾilāha ʾilla (A)llāh," reciting the Muslim declaration of faith. Confused, and perhaps maybe a little bit reassured, she realized that yes, I, this American-acting, shorts-wearing, non-veiled woman, was indeed a Muslim.
''Müslümanım,'' dedim ona dönerek. ''Eşhedü enla ilahe illallah,'' kelime-i şehadet getirdim. Şaşkındı ve belki de biraz da olsa ikna olmuştu, fark etti ki evet, ben, Amerikalı gibi davranan, şort giyen, peçesiz bu kadın gerçekten de müslümandı.
Their family had fled the Taliban. Hundreds of people in their village were murdered. Their father was taken in by the Taliban, only to return a few months later, a shell of the man he once was. The family escaped to Pakistan, and the two older boys, age eight and 10 at the time, wove rugs for 10 hours a day to provide for their family. They were so excited when they found out that they had been approved to resettle in the United States, making them the lucky 0.1 percent who get to do that. They had hit the jackpot.
Onların ailesi Taliban'dan kaçmışlardı. Köylerindeki yüzlerce insan öldürülmüştü. Babaları Taliban tarafından alıkoyulmuş, birkaç ay sonra ruhu sömürülmüş bir şekilde geri dönmüştü. Aile Pakistan'a kaçtı ve şu anda sekiz ve on yaşlarında olan iki büyük çocuk, ailelerine bakabilmek için günde on saat halı dokumaya başladılar. Birleşik Devletler'e yeniden yerleşme onayı aldıklarını duyunca çok heyecanlandılar ve bu şansa nail olan o yüzde 0,1'lik kesimden biri oldular. Turnayı gözünden vurmuşlardı.
Their story is not unique. Every refugee family I have worked with has had some version of this. I work with kids who have seen their mothers raped, their fathers' fingers sliced off. One kid saw a bullet put in his grandmother's head, because she refused to let the rebels take him to be a child soldier. Their journeys are haunting. But what I get to see every day is hope, resilience, determination, a love of life and appreciation for being able to rebuild their lives.
Tek bir hikâye değil bu. Beraber çalıştığım her mülteci aile aşağı yukarı aynı geçmişe sahip. Annelerinin tecavüze uğradığını ve babalarının parmaklarının doğrandığını gören çocuklarla çalışıyorum. Bir çocuk, büyükannesinin alnına kurşun dayandığını görmüş, çünkü asilerin onu, çocuk asker olarak almalarına müsaade etmemiş. Yolculukları tüyler ürpertici. Yine de her gün gördüğüm, umut, direnç, kararlılık, yaşam sevgisi ve hayatlarını yeniden inşa edebiliyor olmanın şükranlığı.
I was at the boys' apartment one night, when the mom came home after cleaning 18 hotel rooms in one day. She sat down, and Noor rubbed her feet, saying that he was going to take care of her once he graduated. She smiled from exhaustion. "God is good. Life is good. We are lucky to be here."
Bir gece çocukların evindeydim, anneleri bir günde 18 otel odası temizledikten sonra eve gelmişti. Annesi oturdu ve Noor ayaklarını ovdu, mezun olunca ona bakacağını söyledi. Bitkinlikten gülümsedi annesi. ''Tanrı iyidir. Hayat iyidir. Burada olduğumuz için şanslıyız.''
In the last two years, we have seen an escalating anti-refugee sentiment. It's global. The numbers continue to grow because we do nothing to prevent it and nothing to stop it. The issue shouldn't be stopping refugees from coming into our countries. The issue should be not forcing them to leave their own.
Geçtiğimiz iki yılda, mülteci karşıtları gitgide artıyor. Küresel bir durum. Önlemek veya durdurmak için hiçbir şey yapmadığımızdan sayılar artmaya devam ediyor. Gündemimiz mültecilerin ülkemize gelmesini nasıl engelleyeceğimiz olmamalı. Kendi yuvalarını terk etmek zorunda kalmamalarını konuşmalıyız.
(Applause)
(Alkış)
Sorry.
Özür dilerim.
(Applause)
(Alkış)
How much more suffering, how much more suffering must we take? How many more people need to be forced out of their homes before we say, "Enough!"? A hundred million? Not only do we shame, blame and reject them for atrocities that they had absolutely nothing to do with, we re-traumatize them, when we're supposed to be welcoming them into our countries. We strip them of their dignity and treat them like criminals.
Daha ne kadar ıstırap, daha ne kadar ıstırap çekmeli? Daha ne kadar insan, biz ''Yeter!'' diyene kadar yerlerinden edilmeli? Yüz milyon mu? Yaşamak zorunda kaldıkları gaddarlık yüzünden onları sadece utandırıp, suçlayıp, dışlamakla kalmıyor, onlara ülkemizin kapılarını açacağımıza, onlara yeniden travma yaşatıyoruz. Onların haysiyetlerini çiğniyor, onlara suçlu gibi davranıyoruz.
I had a student in my office a couple of weeks ago. She's originally from Iraq. She broke down crying.
Birkaç önce ofisime bir öğrenci geldi. Aslen Iraklı. Yaşlara boğuldu.
"Why do they hate us?"
''Neden bizden nefret ediyorlar?''
"Who hates you?"
''Kim nefret ediyor?''
"Everyone; everyone hates us because we are refugees, because we are Muslim."
''Herkes, herkes mülteciyiz diye, müslümanız diye bizden nefret ediyor.''
In the past, I was able to reassure my students that the majority of the world does not hate refugees. But this time I couldn't. I couldn't explain to her why someone tried to rip off her mother's hijab when they were grocery shopping, or why a player on an opposing team called her a terrorist and told her to go back where she came from. I couldn't reassure her that her father's ultimate life sacrifice by serving in the United States military as an interpreter would make her more valued as an American citizen.
Eskiden, öğrencilerimi dünyanın büyük çoğunluğu mültecilerden nefret etmiyor diye teselli edebiliyordum. Ama bu sefer yapamadım. Alışveriş yaparlarken, annesinin başörtüsünün neden zorla çıkarıldığını veya karşı takımdan birinin ona neden terörist deyip geldiği yere dönmesi gerektiğini söylemesini açıklayamadım. Babasının, Birleşik Devletler ordusuna mütercim olarak verdiği hayat fedakârlığının, Amerikan vatandaşı olarak onu daha değerli kılacağını dile getiremedim.
We take in so few refugees worldwide. We resettle less than 0.1 percent. That 0.1 percent benefits us more than them. It dumbfounds me how the word "refugee" is considered something to be dirty, something to be ashamed of. They have nothing to be ashamed of.
Dünya çapında, çok az mülteciye kapı açıyoruz. Yüzde 0,1'den azını yeniden yerleştiriyoruz. İşte o yüzde 0,1'in bize onlardan daha çok faydası dokunuyor. ''Mülteci'' kelimesinin rezil, utanılacak bir şey olarak nitelendirilmesi beni hayretler içerisinde bırakıyor. Onların utanacak hiçbir şeyi yok.
We have seen advances in every aspect of our lives -- except our humanity. There are 65.3 million people who have been forced out of their homes because of war -- the largest number in history. We are the ones who should be ashamed.
İnsaniyet dışında, hayatımızın her noktasında gelişme katettik. 65,3 milyon insan evlerini terk etmek zorunda kaldı, savaş yüzünden -- tarihteki en büyük sayı. Utanması gereken bizleriz.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkış)