Hi. So I'd like to talk a little bit about the people who make the things we use every day: our shoes, our handbags, our computers and cell phones. Now, this is a conversation that often calls up a lot of guilt. Imagine the teenage farm girl who makes less than a dollar an hour stitching your running shoes, or the young Chinese man who jumps off a rooftop after working overtime assembling your iPad. We, the beneficiaries of globalization, seem to exploit these victims with every purchase we make, and the injustice feels embedded in the products themselves. After all, what's wrong with a world in which a worker on an iPhone assembly line can't even afford to buy one? It's taken for granted that Chinese factories are oppressive, and that it's our desire for cheap goods that makes them so.
Merhaba. Gündelik hayatımızda sıklıkla kullandığımız ayakkabı, çanta, bilgisayar ve cep telefonları gibi eşyaları üreten insanlar hakkında ufak bir konuşma yapmak istiyorum. Yapacağım bu konuşma oldukça hüzünlü Spor ayakkabılarınızı yapmak için uğraşan ve saatte bir dolardan az para kazanan küçük köylü kızı ya da iPad'inizin parçalarını monte edebilmek için fazladan mesaiye kalan ve sonrasında kendini çatıdan atan Çinli bir genci düşünün. Küreselleşmenin nimetlerinden(!) faydalanan bizler ise satın aldığımız her ürünle bu insanları sömürüyoruz ve görünen o ki yaptıkları ürünler var olan adaletsizliğin bir kanıtı. Yine de, iPhone'un montajlarını yapan bir işçinin iPhone almaya gücünün yetmediği bu sistemin neresi yanlış (!) Çindeki fabrikalar acımasız ve zalim ve şüphesiz ki bunun temel sebebi bizim ucuz mallara olan tutkumuz.
So, this simple narrative equating Western demand and Chinese suffering is appealing, especially at a time when many of us already feel guilty about our impact on the world, but it's also inaccurate and disrespectful. We must be peculiarly self-obsessed to imagine that we have the power to drive tens of millions of people on the other side of the world to migrate and suffer in such terrible ways. In fact, China makes goods for markets all over the world, including its own, thanks to a combination of factors: its low costs, its large and educated workforce, and a flexible manufacturing system that responds quickly to market demands. By focusing so much on ourselves and our gadgets, we have rendered the individuals on the other end into invisibility, as tiny and interchangeable as the parts of a mobile phone.
Batı'nın bu ürünlere olan talebinin,Çinde çekilen çilelerle doğru orantılı olduğunu gösteren verdiğim bu basit örnek özellikle de dünyadaki bu adaletsiz sistemde oynadığımız rol yüzünden kendimizi kötü hissettiğimiz bir dönemde oldukça çarpıcı fakat , bir o kadar da yanlış ve saygısızca. Dünyanın başka bir ucundaki milyonlarca insanı göç etmesine ve bu insanların böylesine acımasız koşullarda acı çekmesinden bizim de sorumlu olduğumuzu her zaman aklımızda bulundurmalıyız. Çin düşük maliyetli, eğitimli iş gücü barındıran ve piyasadaki talebi hızlı bir şekilde karşılayabilecek üretim kapasitesi olan büyük fabrikaları sayesinde hem kendisi için hem de dünyadaki tüm pazarlar için ürün imal etmektedir. Kendi zevklerimize ve sahip olduğumuz ürünlere kendimizi o kadar kaptırdık ki dünyanın başka bir ucundaki insanları bir cep telefonunun küçük ve takılıp çıkarılabilir parçaları kadar görmezden geliyoruz.
Chinese workers are not forced into factories because of our insatiable desire for iPods. They choose to leave their homes in order to earn money, to learn new skills, and to see the world. In the ongoing debate about globalization, what's been missing is the voices of the workers themselves.
Çinli işçiler fabrikalarda sadece bizim açgözlü iPod isteklerimiz yüzünden çalışmak zorunda kalmıyorlar. Onlar evlerini, para kazanmak için,yeni beceriler edinebilmek için ve dünyayı görebilmek için terkediyorlar. Küreselleşme hakkında süregelen tartışmada eksik kalan taraf ise işçilerin seslerini duyuramaması.
Here are a few.
İşte bu işçilerden birkaç örnek :
Bao Yongxiu: "My mother tells me to come home and get married, but if I marry now, before I have fully developed myself, I can only marry an ordinary worker, so I'm not in a rush."
Bao Yongxiu : " Annem evime geri dönüp evlenmemi söylüyor, fakat daha kendimi tam olarak geliştiremeden eve dönersem, sadece sıradan bir işçiyle evlenebilirim. Bu yüzden evlenmek için acele etmiyorum."
Chen Ying: "When I went home for the new year, everyone said I had changed. They asked me, what did you do that you have changed so much? I told them that I studied and worked hard. If you tell them more, they won't understand anyway."
Chen Ying" Yılbaşı için evime döndüğümde herkes bana değiştigimi söyledi. Beni böylesine değiştirenin ne olduğunu sordular. Onlara okuduğumu ve çok çalıştıgımı söyledim. Bu konuda daha fazla şey söyleseniz de zaten anlamazlar"
Wu Chunming: "Even if I make a lot of money, it won't satisfy me. Just to make money is not enough meaning in life."
Wu Chunming " İyi bir gelirim olsa bile bu beni , tatmin edemez. Çünkü para, hayatın anlamı değildir.
Xiao Jin: "Now, after I get off work, I study English, because in the future, our customers won't be only Chinese, so we must learn more languages."
Xiao Jin " İşten çıktıktan sonra ,İngilizce çalışıyorum. Çünkü ilerde müşterilerimiz sadece Çinli olmayacaklar, Daha fazla dil öğrenmek zorundayız.
All of these speakers, by the way, are young women, 18 or 19 years old.
Bu arada, bu konuşmacıların hepsi 18-19 yaşlarındaki genç kadınlar.
So I spent two years getting to know assembly line workers like these in the south China factory city called Dongguan. Certain subjects came up over and over: how much money they made, what kind of husband they hoped to marry, whether they should jump to another factory or stay where they were. Other subjects came up almost never, including living conditions that to me looked close to prison life: 10 or 15 workers in one room, 50 people sharing a single bathroom, days and nights ruled by the factory clock. Everyone they knew lived in similar circumstances, and it was still better than the dormitories and homes of rural China.
Güney Çin'de yer alan Dongguan şehrinde bu örnekteki gibi montaj işçileriyle tanışabilmek için iki senemi harcadım. Ne kadar para kazandıkları, Nasıl bir eşle evlenmek istedikleri bulundukları fabrikada çalışmaya devam edecekler mi yoksa başka bir fabrikaya geçiş yapacaklar mı ? gibi konular sürekli konuşuldu. Bana bir hapis hayatı gibi gelen 10-15 işçinin tek bir odada kalması 50 insanın tek bir banyoyu kullanması, gündüz ve gece fabrikadaki çalışma saatlerine göre yaşamaları gibi konular ise hiç gündeme gelmedi. İşçilerin tanıdığı herkes benzer durumda yaşıyordu fakat yine de bu koşullar Çin'in kırsal kesimlerindeki evlerden ve yurtlardan daha iyiydi.
The workers rarely spoke about the products they made, and they often had great difficulty explaining what exactly they did. When I asked Lu Qingmin, the young woman I got to know best, what exactly she did on the factory floor, she said something to me in Chinese that sounded like "qiu xi." Only much later did I realize that she had been saying "QC," or quality control. She couldn't even tell me what she did on the factory floor. All she could do was parrot a garbled abbreviation in a language she didn't even understand.
İşçiler çok nadiren yaptıkları ürünler hakkında konuşurlardı. Ve çoğu zaman ne yaptıklarını tarif etmekte güçlük çekerlerdi. En iyi tanıdığım genç kadına fabrikada tam olarak ne iş yaptıgını sordugum zaman bana kulağa Çince gibi gelen "qui xi" diye bir şey söyledi. Ancak daha sonradan "kalite kontrol" dğer bir deyişle " KK" dediğini anladım. Bana fabrikada ne yaptığını bile söyleyemedi. Tek söylediği şey , anlayamadığı bir dilde sürekli tekrar ettiği bir kısaltmaydı.
Karl Marx saw this as the tragedy of capitalism, the alienation of the worker from the product of his labor. Unlike, say, a traditional maker of shoes or cabinets, the worker in an industrial factory has no control, no pleasure, and no true satisfaction or understanding in her own work. But like so many theories that Marx arrived at sitting in the reading room of the British Museum, he got this one wrong. Just because a person spends her time making a piece of something does not mean that she becomes that, a piece of something. What she does with the money she earns, what she learns in that place, and how it changes her, these are the things that matter. What a factory makes is never the point, and the workers could not care less who buys their products.
Karl Marx bunu kapitalizmin acı bir sonucu olarak, işçinin emek sarf ederek ürettiği ürün hakkında bir fikrinin olmaması olarak gördü. Yerel bir ayakkabıcının ya da mobilyacının aksine, fabrikada çalışan bir işçi yaptığı işten herhangi bir zevk almaz, doyuma ulaşamaz ve yaptığı işten bir şey anlayamaz. Fakat, Marx British Museum'un okuma odasında ürettiği bir çok teorisinde olduğu gibi bunda da yanılmıştı. Bir insanın bir şey üretirken emek sarfetmesi , o kişinin tüm hayatının o işten ibaret olduğu anlamına gelmez. Esas önemli olan,İşçinin o işten kazandığı para, fabrikada edindiği deneyimler, ve bu deneyimlerin bu kişiyi nasıl geliştirdiğidir. Asıl önemli olan bir fabrikanın ne ürettiği değildir ve işçiler de ürettikleri ürünü kimin alacağını önemsemezler.
Journalistic coverage of Chinese factories, on the other hand, plays up this relationship between the workers and the products they make. Many articles calculate: How long would it take for this worker to work in order to earn enough money to buy what he's making? For example, an entry-level-line assembly line worker in China in an iPhone plant would have to shell out two and a half months' wages for an iPhone.
Diğer bir yandan Medya , Çindeki fabrikalarda çalışan bu durumu, yani işçiler ve ürettikleri ürünler işçilerin,ürettikleri ürünlerle aralarında olan ilişkilerini sık sık gündeme getirmektedir. Bu konuda pek çok makale, bir işçinin ürettiği ürünü alabilmesi için ne kadar çalışması gerektiğini sorguluyor. Örneğin, Çindeki bir İPhone fabrikasında çalışan normal bir montaj işçisi iPhone satın alabilmek için 2.5 aylık maaşını vermesi gerekmekte.
But how meaningful is this calculation, really? For example, I recently wrote an article in The New Yorker magazine, but I can't afford to buy an ad in it. But, who cares? I don't want an ad in The New Yorker, and most of these workers don't really want iPhones. Their calculations are different. How long should I stay in this factory? How much money can I save? How much will it take to buy an apartment or a car, to get married, or to put my child through school?
Fakat yapılan bu hesaplamalar ne kadar mantıklı ? Mesela, geçenlerde The New Yorker dergisinde bir makale yayımladım, fakat makalemde kullanabilecegim bir reklamı karşılayamadım. Fakat ne farkeder ki ? Ben nasıl The New Yorker dergisinde reklam istemiyorsam, işçiler de iPhone istemiyorlar. Bu işçilerin düşündükleri şeyler farklı. Bu fabrikada ne kadar çalışmalıyım ? Ne kadar para biriktirebilirim? Bir daire veya bir araba alabilmem için,evlenmek veya çocuğumu okula yollayabilmem için ne kadar çalışmalıyım ?
The workers I got to know had a curiously abstract relationship with the product of their labor. About a year after I met Lu Qingmin, or Min, she invited me home to her family village for the Chinese New Year. On the train home, she gave me a present: a Coach brand change purse with brown leather trim. I thanked her, assuming it was fake, like almost everything else for sale in Dongguan. After we got home, Min gave her mother another present: a pink Dooney & Bourke handbag, and a few nights later, her sister was showing off a maroon LeSportsac shoulder bag. Slowly it was dawning on me that these handbags were made by their factory, and every single one of them was authentic.
Tanıdğım işçilerin ürettikleri ürünlerle garip bir soyut bağları vardı. Lu Qingmin ya da kısaca Min'le tanıştıktan yaklaşık bir sene sonra beni Çin Yılbaşı için ailesinin yaşadığı köye davet etti. Trenle köye giderken bana bir hediye verdi: Coach marka kahverengi bir deri bozuk para cüzdanı. Dongguan'da satılan her şey gibi bu cüzdanın da taklit bir ürün olduğunu düşünerek ona teşekkür ettim. Eve vardığımızda Min annesine başka bir hediye daha verdi: Pembe bir Dooney&Bourke marka el çantası ve bundan bir kaç gün sonra kız kardeşi bize koyu-kızıl kahverengi LeSportsac marka omuzdan asmalı çantasını gösterdi. Bu çantaların aslında kendi fabrikalarında üretildiğini anlamıştım ve çantaların hepsi orjinaldi.
Min's sister said to her parents, "In America, this bag sells for 320 dollars." Her parents, who are both farmers, looked on, speechless. "And that's not all -- Coach is coming out with a new line, 2191," she said. "One bag will sell for 6,000." She paused and said, "I don't know if that's 6,000 yuan or 6,000 American dollars, but anyway, it's 6,000." (Laughter)
Min annesine bu çantaların ABD'de 320 dolara satıldığını söyledi. Her ikisi de çiftçi olan annesi ve babası şaşkınlıktan dicek söz bulamadılar. Ayrıca, Coach marka çantaların yeni "2191" üretimiyle piyasaya çıkacağını ve tek bir çantanın 6000'e satılacağını söyledi. Bir süre durakladıktan sonra bu sefer :" 6000 dolara mı yoksa 6000 yuana mı satılacağından emin değilim fakat sonuçta 6000'e satılacak"
Min's sister's boyfriend, who had traveled home with her for the new year, said, "It doesn't look like it's worth that much."
Yılbaşı için eve gelen Min'in kız kardeşinin erkek arkadaşı Bu çantanın 6000 dolar ya da yuan edecek kadar değerli olmadığını söyledi.
Min's sister turned to him and said, "Some people actually understand these things. You don't understand shit."
Min'in kardeşi, erkek arkadaşına dönüp " Sen ne anlarsın böyle şeylerden bazı insanlar böyle şeylerden iyi anlar."
(Laughter) (Applause)
(Gülüşmeler-Alkışlar)
In Min's world, the Coach bags had a curious currency. They weren't exactly worthless, but they were nothing close to the actual value, because almost no one they knew wanted to buy one, or knew how much it was worth. Once, when Min's older sister's friend got married, she brought a handbag along as a wedding present. Another time, after Min had already left the handbag factory, her younger sister came to visit, bringing two Coach Signature handbags as gifts.
Coach marka çantalar Min'in hayatında garip bir değere sahipler. Tamamen değersiz şeyler değiller fakat gerçek değerlerinin yakınından bile geçemezler.Çünkü tanıdığı insanlar ne bu çantaları almak istiyor ne de bu çantaların değerini biliyor. Bir keresinde Min'in büyük ablasının bir arkadaşı evlendiğinde Min düğün hediyesi olarak bir el çantası getirdi. Başka bir zaman da Min el çantası fabrikasından çoktan çıksa da küçük kız kardeşi ziyarete geldiginde hediye olarak 2 tane Coach marka el çantasıyla geldi.
I looked in the zippered pocket of one, and I found a printed card in English, which read, "An American classic. In 1941, the burnished patina of an all-American baseball glove inspired the founder of Coach to create a new collection of handbags from the same luxuriously soft gloved-hand leather. Six skilled leatherworkers crafted 12 Signature handbags with perfect proportions and a timeless flair. They were fresh, functional, and women everywhere adored them. A new American classic was born."
Birtanesinin fermuarlı iç cebine baktığımda şöyle yazılı ingilizce bir kart gördüm : "Bir Amerikan klasiği.1941 yılında bir beyzbol eldiveninin cilali eskitilmiş yüzeyi Coach'un kurucusunda bu konforlu yumuşak eldivenin derisiyle aynı yeni el çantaları üretme fikri uyandırdı. 6 tane becerikli deri ustası 12 özel seriden oluşan mükemmel bir uyuma sahip zarif el çantaları ürettiler. Bu çantalar yepyeni ve kullanışlıydılar. Kadınlar bu çantalara hayran kaldılar.Yeni bir Amerikan klasiği doğmuştu."
I wonder what Karl Marx would have made of Min and her sisters. Their relationship with the product of their labor was more complicated, surprising and funny than he could have imagined. And yet, his view of the world persists, and our tendency to see the workers as faceless masses, to imagine that we can know what they're really thinking.
Karl Marx, Min ve kardeşleri hakkında ne düşünüyordu merak ediyorum. Ürettikleri ürünlerle olan bağları, Marx'ın hayal edebileceğinden çok daha karmaşık, şaşırtıcı ve bir o kadar da eğlenceliydi. Fakat, Marx'ın bu dünya görüşü ve bizim işçileri kimliksiz bir topluluk olarak görmeye ve bu işçilerin gerçekte neler düşündüklerini bilebileceğimize dair eğilimimiz hala geçerliliğini sürdürmektedir.
The first time I met Min, she had just turned 18 and quit her first job on the assembly line of an electronics factory. Over the next two years, I watched as she switched jobs five times, eventually landing a lucrative post in the purchasing department of a hardware factory. Later, she married a fellow migrant worker, moved with him to his village, gave birth to two daughters, and saved enough money to buy a secondhand Buick for herself and an apartment for her parents. She recently returned to Dongguan on her own to take a job in a factory that makes construction cranes, temporarily leaving her husband and children back in the village.
Min ile tanıştığımda, daha henüz 18'ine girmişti ve bir elektronik fabrikasındaki montaj işçiliğinden henüz çıkmıştı. İki yıl boyunca, Min'in 5 kez iş değiştirdiğine ve sonunda bir donanım fabrikasının satış bölümünde iyi maaşlı bir mevkide çalıştığına şahit oldum. Daha sonra, Min bir göçmen işçi arkadaşıyla evlenip eşinin köyüne taşındı ve iki kız çocuğu dünyaya getirdi. Sonunda kendisine ikinci el bir Buick ve ailesene de bir daire alabileceği kadar para biriktirdi. Son zamanlarda, eşini ve çocuklarını geçici bir süre köyde bırakarak, Dongguan'da vinç üreten bir fabrikada çalışmaya gitti.
In a recent email to me, she explained, "A person should have some ambition while she is young so that in old age she can look back on her life and feel that it was not lived to no purpose."
Son zamanlarda bana attığı bir e-maide şöyle yazmıştı: " İnsan genç yaşlarında azimli olmalı ki, yaşlandığında geriye bakıp hayatını bir hiç uğruna yaşamadığını görebilsin".
Across China, there are 150 million workers like her, one third of them women, who have left their villages to work in the factories, the hotels, the restaurants and the construction sites of the big cities. Together, they make up the largest migration in history, and it is globalization, this chain that begins in a Chinese farming village and ends with iPhones in our pockets and Nikes on our feet and Coach handbags on our arms that has changed the way these millions of people work and marry and live and think. Very few of them would want to go back to the way things used to be.
Çin'de Min gibi 150 milyon işçi var. Bu işçilerin 3'te 1'ini otellerde, restorantlarda ve büyük şehirlerin inşaatlarında çalışmak için köylerini terk eden kadın işçiler oluşturuyor. Hep birlikte bu işçiler tarihteki en büyük göçü oluşturuyorlar ve milyonlarca insanın nasıl çalışacağını nasıl evleneceğini, nasıl yaşayıp nasıl düşüneceklerini etkileyen şey ise, Çin'in bir köyünde başlayan, cebimizdeki iPhonelarla, ayağımızdaki Nike ayakkabılarla ve kolumuzdaki Coach marka çantalarla sona eren bu üretim süreci ve küreselleşmedir. Bu işçilerden çok az bir kısmı bu işlerin yürüyüş şeklinin değişmesini istiyor.
When I first went to Dongguan, I worried that it would be depressing to spend so much time with workers. I also worried that nothing would ever happen to them, or that they would have nothing to say to me. Instead, I found young women who were smart and funny and brave and generous. By opening up their lives to me, they taught me so much about factories and about China and about how to live in the world.
Dongguan'a ilk gittiğimde, işçilerle çok fazla vakit geçirmenin iç karartıcı olacağını düşünüyordum. Ayrıca onlar için bir değişiklik olmayacağından ya da bana bir şey söylemeyeceklerinden endişeleniyordum. Fakat tam tersine; zeki, komik cesur ve cömert kadınlarla tanıştım. Bu kadınlar hayatlarına beni de dahil ederek fabrikalar ve Çin hakkında Çin ve fabrikalar hakkındaki pek çok şeyi ve bu dünyada nasıl yaşanacağını öğrettiler bana.
This is the Coach purse that Min gave me on the train home to visit her family. I keep it with me to remind me of the ties that tie me to the young women I wrote about, ties that are not economic but personal in nature, measured not in money but in memories. This purse is also a reminder that the things that you imagine, sitting in your office or in the library, are not how you find them when you actually go out into the world.
Bu Coach marka cüzdan ailesini ziyarete giderken Min'in trende bana verdiği hediye. Bu cüzdanı, hakkında yazı yazdığım kadına olan bağlarımı hatırlatması için, doğadaki asıl bağların parayla değil de anılarla ölçülebilen ekonomik olmayan insani bağlar olduğunu hatırlatması için saklıyorum. Bu cüzdan, ofisinizde ya da kütüphanenizde otururken hayal ettiğiniz şeylerin aslında gerçek dünyada çok farklı olduduğunu hatırlatıyor bana.
Thank you. (Applause) (Applause)
Dinlediğiniz için teşekkür ederim. (Alkışlar) (Alkışlar)
Chris Anderson: Thank you, Leslie, that was an insight that a lot of us haven't had before. But I'm curious. If you had a minute, say, with Apple's head of manufacturing, what would you say?
Chris Anderson: Teşekkür ederiz Leslie, bu anlattığın şeyler bize yeni bir bakış açısı kazandırdı. Fakat merak ettiğim bir şey var, bir dakikanı alacağım bu yüzden. Diyelim ki Apple'ın üretim müdürüyle konuşuyorsun ona ne söylerdin?
Leslie Chang: One minute?
Bir dakika mı ?
CA: One minute. (Laughter)
Bir dakika. (Gülüşmeler)
LC: You know, what really impressed me about the workers is how much they're self-motivated, self-driven, resourceful, and the thing that struck me, what they want most is education, to learn, because most of them come from very poor backgrounds. They usually left school when they were in 7th or 8th grade. Their parents are often illiterate, and then they come to the city, and they, on their own, at night, during the weekends, they'll take a computer class, they'll take an English class, and learn really, really rudimentary things, you know, like how to type a document in Word, or how to say really simple things in English. So, if you really want to help these workers, start these small, very focused, very pragmatic classes in these schools, and what's going to happen is, all your workers are going to move on, but hopefully they'll move on into higher jobs within Apple, and you can help their social mobility and their self-improvement. When you talk to workers, that's what they want. They do not say, "I want better hot water in the showers. I want a nicer room. I want a TV set." I mean, it would be nice to have those things, but that's not why they're in the city, and that's not what they care about.
Biliyorsun ki beni işçiler hakkında en çok etkileyen şey onların bu kadar çok hevesli, becerikli ve gayretli olmaları. Ve beni en çok sarsan şey ise en çok istedikleri şeyin eğitim ve öğrenmek olması, çünkü bu işçilerin büyük bir kısmı oldukça fakir ailelerden geliyor. Genelde 7 ya da 8 yaşlarında okulu bırakıyorlar. Ebeveynleri genellikle cahil ve bu çocuklar şehre kendi imkanlarıyla gelip geceleri ve haftasonları bilgisayar ve İngilizce derslerine giriyorlar. Öğrendikleri şeyler ise oldukça temel düzeyde şeyler,ne bileyim mesela , Word belgesinde nasıl yazı yazıldığını ya da İngilizcedeki en basit temel cümleleri öğreniyorlar. Eğer gerçekten bu işçilere yardım etmek istiyorsanız bu okullarda verilen ufak , yoğunlaştırılmış ve faydalı kursları siz de açın ve göreceksiniz ki işçileriniz hayatlarına devam edicekler ve bir gün belki de umarım ki Apple içinde daha yüksek yerlere gelecekler ve siz bu işçilerin sosyal hareketliliklerine ve kendilerini geliştirmelerine katkıda bulunabilirsiniz. İşçilerle sorduğunuz zaman da tüm istediklerinin bu olduğunu göreceksiniz. Duşta daha sıcak bir duş, daha hoş bir oda ya da bir televizyon seti istemiyorlar. Böyle olanaklara sahip olmaları tabii ki güzel olur fakat şehre gelmelerinin nedeni bu değil, önem verdikleri şey de bu değil.
CA: Was there a sense from them of a narrative that things were kind of tough and bad, or was there a narrative of some kind of level of growth, that things over time were getting better?
Chris Anderson: Peki işçilerin konuşmaları genelde hayatın zorluğu ve kötü oluşu üzerine miydi yoksa konuşmalarında hayatlarında bir ilerleme olduğu, her şeyin zamanla daha da güzel olacağı inancı mı hakimdi?
LC: Oh definitely, definitely. I mean, you know, it was interesting, because I spent basically two years hanging out in this city, Dongguan, and over that time, you could see immense change in every person's life: upward, downward, sideways, but generally upward. If you spend enough time, it's upward, and I met people who had moved to the city 10 years ago, and who are now basically urban middle class people, so the trajectory is definitely upward. It's just hard to see when you're suddenly sucked into the city. It looks like everyone's poor and desperate, but that's not really how it is. Certainly, the factory conditions are really tough, and it's nothing you or I would want to do, but from their perspective, where they're coming from is much worse, and where they're going is hopefully much better, and I just wanted to give that context of what's going on in their minds, not what necessarily is going on in yours.
Leslie Chang: Tabii ki. Yani oldukça ilginçti, çünkü sonuçta orada,Dongguan şehrinde iki senemi geçirdim. ve zamanla, her bir insanın hayatındaki o yoğun değişimi görüyorsunuz .İnişler ve çıkışlar oluyordu fakat genel olarak hayatları daha iyiye gidiyordu. Yeteri kadar zaman harcarsanız, hayat koşullarınız düzeliyor 10 yıl önce şehre gelen ve şimdi orta gelirli olan insanlarla tanıştım. yani hayatlarındaki değişimin yönü ileriye dönük. Bir anda şehrinde ortasına düşüverdiğinizde neyin nasıl olduğunu kestirmesi zor.Herkes fakir ve umutsuz gözüküyor fakat gerçekte durum böyle değil. Tabii ki de , fabrikadaki koşullar oldukça ağır ve ne ben böyle bir hayatı isterim ne de siz, bu insanların bakış açılarına göre ise, geldikleri yer, gidecekleri yerden çok daha kötü. Ben konuşmamda sadece bu insanların nasıl hissedip neler düşündüğünü anlatmak istedim,sizin aklınızdan geçenleri değil.
CA: Thanks so much for your talk. Thank you very much. (Applause)
Chris Anderson :Konuşman için çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. (Alkışlar)