For years I've been feeling frustrated, because as a religious historian, I've become acutely aware of the centrality of compassion in all the major world faiths. Every single one of them has evolved their own version of what's been called the Golden Rule. Sometimes it comes in a positive version -- "Always treat all others as you'd like to be treated yourself." And equally important is the negative version -- "Don't do to others what you would not like them to do to you." Look into your own heart, discover what it is that gives you pain and then refuse, under any circumstance whatsoever, to inflict that pain on anybody else.
Yıllar boyunca hayal kırıklığı yaşadım çünkü dindar bir tarihci olarak dünyadaki tüm major inanç sistemlerinde şefkatin odak noktası olduğunu çok ani bir şekilde farkettim. Her bir tanesi kendi versiyonunda değişmiş olan Altın Kural denilen şeydi. Bazen oldukça olumlu bir versiyondan geliyordu-- "Kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız, başkalarına da öyle davranın" Ve eşit derecede önemli olan olumsuz versiyonu-- "Sana yapılmasını istemediğin şeyleri, başkasına yapma". Kalplerinize bakın. Size acı veren şeyin ne olduğunu keşfedin. Ve sonra, ne koşul altında olursa olsun, bu acıyı başkasına da yaşatmayı reddedin.
And people have emphasized the importance of compassion, not just because it sounds good, but because it works. People have found that when they have implemented the Golden Rule as Confucius said, "all day and every day," not just a question of doing your good deed for the day and then returning to a life of greed and egotism, but to do it all day and every day, you dethrone yourself from the center of your world, put another there, and you transcend yourself. And it brings you into the presence of what's been called God, Nirvana, Rama, Tao. Something that goes beyond what we know in our ego-bound existence.
Ve insanlar şefkatin önemini sadece kulağa iyi geldiği için değil, İŞE YARADIĞI için vurguladılar. İnsanlar Altın Kuralın İŞE YARADIĞINI, onu sadece günlük "iyilik" işlerini yaparken kullanıp günlük "iyilik" işleri bitirince de, açgözlü ve egoist yaşamlarına dönmek yerine, Konfiçyus'un dediği gibi "gün boyu ve her gün" uyguladıklarında anladılar. Ama bunu gün boyu ve hergün uygulamak için dünyanızın merkezinden kendinizi alıp oraya başkasını koyup, kendinizin ötesine geçmelisiniz. Ve bu sizi Tanrı, Nirvana, Rama, Tao da denilenin mevcudiyetine sokar. Egomuza bağlı varoluşumuzun ötesine geçen bir hal.
But you know you'd never know it a lot of the time, that this was so central to the religious life. Because with a few wonderful exceptions, very often when religious people come together, religious leaders come together, they're arguing about abstruse doctrines or uttering a council of hatred or inveighing against homosexuality or something of that sort. Often people don't really want to be compassionate. I sometimes see when I'm speaking to a congregation of religious people a sort of mutinous expression crossing their faces because people often want to be right instead. And that of course defeats the object of the exercise.
Ama malum, bunun dini yaşamın bu kadar merkezinde olduğunu çoğunlukla bilmeyiz. Çünkü bir kaç harika istisna dışında, dindar kişiler din liderleri bir araya geldiklerinde, çoğunlukla ya anlaşılması zor doktrinlerden veya homoseksüellik yada ona benzer birşeye karşı öfkeli kınamalardan bahsederler. İnsanlar çoğunlukla şefkatli olmak istemez. Dindar insan cemaatlerine yaptığım konuşmalar sırasında onların yüzlerinden geçen bir çeşit isyankar ifadeyi görürüm, çünkü insanlar daha ziyade "haklı olmayı" önemser. Ve buda elbette tartışılan konuyu mağlup eder.
Now why was I so grateful to TED? Because they took me very gently from my book-lined study and brought me into the 21st century, enabling me to speak to a much, much wider audience than I could have ever conceived. Because I feel an urgency about this. If we don't manage to implement the Golden Rule globally, so that we treat all peoples, wherever and whoever they may be, as though they were as important as ourselves, I doubt that we'll have a viable world to hand on to the next generation.
Şimdi, TED'e neden bu kadar müteşekkirim? Çünkü onlar beni kibarca kitaba bağımlı çalışmamdan aldılar ve 21. yüzyıla taşıyarak, tahminimden büyük, çok daha büyük dinleyici kitlelerine ulaşmamı sağladılar. Çünkü ben bu konudaki aciliyeti hissediyorum. Global olarak Altın Kural'ı uygulamayı başaramaz, bütün insanları ne olursa olsun en az kendimiz kadar önemli göremezsek korkarım ki, bir sonraki nesile canlı bir dünya bırakamayacağız.
The task of our time, one of the great tasks of our time, is to build a global society, as I said, where people can live together in peace. And the religions that should be making a major contribution are instead seen as part of the problem. And of course it's not just religious people who believe in the Golden Rule. This is the source of all morality, this imaginative act of empathy, putting yourself in the place of another.
Bizim zamanımızın görevi, zamanımızın en büyük görevlerden biri insanların birlikte barış içinde yaşayabilecekleri bir dünya inşa etmek. Ve din, buna katkıda bulunmak yerine, sorunun bir parçasıymış gibi görünüyor. Ve elbette, Altın Kural'a inananlar sadece dindarlar değil. Bu ahlakın kaynağıdır. Kendinizi başkasının yerine koyduğunuz hayali bir empati hareketi.
And so we have a choice, it seems to me. We can either go on bringing out or emphasizing the dogmatic and intolerant aspects of our faith, or we can go back to the rabbis. Rabbi Hillel, the older contemporary of Jesus, who, when asked by a pagan to sum up the whole of Jewish teaching while he stood on one leg, said, "That which is hateful to you, do not do to your neighbor. That is the Torah and everything else is only commentary."
Ve evet, bir seçeneğimiz var, bana öyle geliyor. Bunlardan birini yaşamaya devam edeceğiz; ya inancımızın dogmatik ve toleranssız yönlerini vurgulayacağız, veya yahudi gurulara, Rabbi Hillel'e, isa'nın yaşlı çağdaşına geri dönüp, bir pagan'ın "Ben tek ayak üstündeyken, bana bütün yahudilik öğretisini özetle" dediğinde onun verdiği yanıtına bakacağız; "Sana nefret dolu gelen şeyi, sen de komşuna yapma. Torah sadece budur, geri kalanı ise teferruattır".
And the rabbis and the early fathers of the church who said that any interpretation of scripture that bred hatred and disdain was illegitimate. And we need to revive that spirit. And it's not just going to happen because a spirit of love wafts us down. We have to make this happen, and we can do it with the modern communications that TED has introduced. Already I've been tremendously heartened at the response of all our partners.
Kilisenin eski papazları ve yahudi gurular, kutsal kitaplara ait yorumlardan nefret ve kibir dolu olanlarının hepsinin hatalı ve yanlış olduğunu söylemişlerdir. İşte bu ruhu tekrar canlandırmalıyız. Ve bu bir sevgi ruhsallığınin gelip bizleri sarmasıyla olacak bir şey de değil. Bunu gerçekleştirmek zorundayız, ve bunu TED'in bize tanıştırmış olduğu modern iletişim teknikleriyle sağlayabiliriz. Hali hazırda bütün ortaklarınızın tepkilerinden dolayı inanılmaz umut dolmuş haldeyim.
In Singapore, we have a group going to use the Charter to heal divisions recently that have sprung up in Singaporean society, and some members of the parliament want to implement it politically. In Malaysia, there is going to be an art exhibition in which leading artists are going to be taking people, young people, and showing them that compassion also lies at the root of all art. Throughout Europe, the Muslim communities are holding events and discussions, are discussing the centrality of compassion in Islam and in all faiths.
Singapur'da bu sözleşmeyi bölünmeleri düzeltmek için kullanacak bir grubumuz var, Singapur toplumunda yakın zamanda filizlendiler ve parlementonun bazı üyeleri bunu politik olarak uygulama niyetinde. Malezya'da yakın zamanda, bir sanat sergisi yapılacak ve önde gelen sanatçılar tüm sanatların temelinde yine sefkatin yattığını insanlara, genç insanlara gösterecek. Tüm Avrupa'da ve müslüman toplumlarda islamın ve bütün inançların merkezinde şefkatin yer aldığına dair etkinlikler ve tartışmalar düzenlenecek
But it can't stop there. It can't stop with the launch. Religious teaching, this is where we've gone so wrong, concentrating solely on believing abstruse doctrines. Religious teaching must always lead to action. And I intend to work on this till my dying day. And I want to continue with our partners to do two things -- educate and stimulate compassionate thinking. Education because we've so dropped out of compassion. People often think it simply means feeling sorry for somebody. But of course you don't understand compassion if you're just going to think about it. You also have to do it.
Ama orada duramayız. Başlamasıyla birlikte bitemez. Dini eğitim, işte bu noktada hatamızda çok ileri gittik. sadece anlaşılması zor doktrinlere odaklandık. Dini eğitim muhakkak hareket etmeye teşfik etmeli. Ve ölüm günüme kadar da bu konu üstünde çalışmaya niyetliyim. Ve iki şeyi yapmak için ortaklarımızla devam etmek istiyorum-- sefkatle düşünmeyi öğretmek ve teşfik etmek. Öğretmek çünkü, arkadaşlar, biz şefkatte çok geriledik. İnsanlar çoğunlukla bunun anlamının başka birisi için üzüntü duymak olduğunu sanıyor. Elbette eğer şefkati sadece düşünürseniz, şefkati anlayamazsınız. Bunu yapmanız da gerekiyor.
I want them to get the media involved because the media are crucial in helping to dissolve some of the stereotypical views we have of other people, which are dividing us from one another. The same applies to educators. I'd like youth to get a sense of the dynamism, the dynamic and challenge of a compassionate lifestyle. And also see that it demands acute intelligence, not just a gooey feeling.
Basının da bu işe girmesi gerekiyor çünkü basın, başka insanlar hakkında bizleri birbirimizden ayıran bazı stereotipik görüşlerimizin çözülmesinde son derece önemli. Aynı şey eğitimciler için de geçerli. Gençliğin, şefkatli bir yaşam stilinin dinamizmini, meydan okumasını hissetmesini istiyorum. Ve ayrıca çok hızlı bir zekaya ihtiyaç duyulduğunu bunun yapış yapış bir duygusallık olmadığını da görüyorum.
I'd like to call upon scholars to explore the compassionate theme in their own and in other people's traditions. And perhaps above all, to encourage a sensitivity about uncompassionate speaking, so that because people have this Charter, whatever their beliefs or lack of them, they feel empowered to challenge uncompassionate speech, disdainful remarks from their religious leaders, their political leaders, from the captains of industry. Because we can change the world, we have the ability.
Bilim adamlarına kendileri ve başkalarının geleneklerindeki şefkat temasını araştırmaları için çağrıda bulunuyorum. Ve belki de hepsinin üstünde, şefkat içermeyen konuşmalarla ilgili bir hassasiyet yaratılmasının sağlanmasını. Belki böylece bu sözleşmeye sahip kişiler inançları ne olursa olsun veya inanmasalar da dini liderlerden, politik liderlerden sektör kaptanlarından gelecek şefkatsiz, küçümseyen ifadeler içeren konuşmalara karşı meydan okuyabilecek kadar güçlenirler. Çünkü dünyayı değiştirebiliriz, bu yeteneğimiz var.
I would never have thought of putting the Charter online. I was still stuck in the old world of a whole bunch of boffins sitting together in a room and issuing yet another arcane statement. And TED introduced me to a whole new way of thinking and presenting ideas. Because that is what is so wonderful about TED. In this room, all this expertise, if we joined it all together, we could change the world. And of course the problems sometimes seem insuperable.
Bu sözleşmeyi online yayınlamayı asla düşünemezdim. Eski dünyada bir takım bilimsel araştırmacılarla yine anlaşılması güç ifadeleri tartıştığım bir odada sıkışıp kalmıştım Ve TED beni düşünmenin, fikirler öne sürmenin yepyeni bir yolu ile tanıştırdı. İşte TED hakkında harika olan şey de buydu. Bu odada, bu uzmanlıklarla bir araya gelebildiysek, dünyayı da değiştirebilirdik. Ve elbette bazen sorunlar başedilemez gibi görünüyor.
But I'd just like to quote, finish at the end with a reference to a British author, an Oxford author whom I don't quote very often, C.S. Lewis. But he wrote one thing that stuck in my mind ever since I read it when I was a schoolgirl. It's in his book "The Four Loves." He said that he distinguished between erotic love, when two people gaze, spellbound, into each other's eyes. And then he compared that to friendship, when two people stand side by side, as it were, shoulder to shoulder, with their eyes fixed on a common goal.
Ama Oxford'lu ingiliz bir yazarın referansıyla aslında çok sık alıntı yapmadığım birinden, küçük bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum. C.S. Lewis. Yazdığı bir şey kafama saplandı, henüz okula giden küçük bir kız olduğum zamanlardan beri aklımda. Dört Aşk isimli kitabında, Şöyle der, erotik aşkın varlığında iki insan birbirlerinin gözlerinin içine bakarak büyülenirler, Ve sonra bunu arkadaşlık ile kıyaslar. İki insan yan yana durur, öylesine ki, omuz omuza gibi ve ikisinin de gözleri ortak bir hedefte kilitlenir.
We don't have to fall in love with each other, but we can become friends. And I am convinced. I felt it very strongly during our little deliberations at Vevey, that when people of all different persuasions come together, working side by side for a common goal, differences melt away. And we learn amity. And we learn to live together and to get to know one another. Thank you very much. (Applause)
Birbirimize aşık olmamız gerekmiyor, ama arkadaş olabiliriz. Ve ben buna eminim; Vevey'deki küçük münaazaralarımızda farklı kanaatlere sahip onca kişi ortak bir hedef için bir araya gelip, yan yana çalıştığında bütün o farklılıklar eriyip yok olduğunda, bunu son derece güçlü bir şekilde hissettim. Ve biz arkadaşlığı öğreniyoruz. Ve biz birlikte yaşamayı ve birbirimizi tanımayı öğreniyoruz. Çok teşekkür ederim. (alkışlar)