The Silicon Valley and the internet gave me superpowers, tools to go to battle with, a suit to take bullets with and a giant signal in the sky that told me when it was time to fight.
Silikon Vadisi ve internet bana süper güçler verdi, savaşa götüreceğim aletler, kurşunları taşıyacağım bir kostüm ve ne zaman savaşılacağını söyleyen gökyüzündeki büyük işaret.
Now, I can't actually prove any of this. I am not a "scientist," I don't have "facts." In fact, my Rotten Tomato score is running around 50 percent right now, so I'm not sure why they let me in.
Bunların hiçbirisini kanıtlayamam. "Bilim insanı" değilim, "gerçeklerim" yok. Aslında Rotten Tomato skorum şu anda yüzde 50 civarında, bu yüzden neden girmeme izin verdiler pek emin değilim.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
But if we're talking about colliding with a power that's bigger than us, then I'm in the right place, because this last year, I had an interesting year with a movie called "Crazy Rich Asians" that I did --
Ama eğer bizden büyük bir güçle çarpışmak hakkında konuşuyorsak o zaman doğru yerdeyim. Çünkü geçen yıl, kendim çektiğim "Crazy Rich Asians" filmiyle ilginç bir yıl yaşadım.
(Applause and cheers)
(Alkış ve tezahürat)
Thank you, thank you.
Teşekkür ederim, teşekkürler.
And if we're talking about connection specifically today, then I know my story is only possible because of a collection of connections that happened throughout my life, and so hopefully by telling a little bit of my story, it will help someone else find their path a little sooner than I did.
Bugün eğer özellikle ilişkiler hakkında konuşuyorsak benim hikâyem sadece hayatım boyunca gerçekleşen ilişkiler derlemesi sayesinde mümkün oldu. Umarım kendi hikâyemden birazcık bahsetmek başkasının yolunu benim bulduğumdan daha erken bulmasına yardım eder.
My story begins when I opened the holy book for the first time ... The holy book of gadgets, of course, "Sharper Image."
Benim hikâyem kutsal kitabı açmamla başladı. Tabii ki cihazların kutsal kitabı "Sharper Images"'ı.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Yes, those who know. It was a magical magazine of dreams and had things in there that you knew could not possibly exist, but it was right there. You could order it -- come in the mail. And some things that probably should have never existed, like "Gregory," a lifelike, portable mannequin who deters crime by his strong, masculine appearance. This is a real --
Evet, bilenler belli oluyor. Sihirli ve içi muhtemelen var olamayacak şeylerle dolu, hayallerin dergisiydi. Ama tam da oradaydı. Sipariş edebilirsiniz, postanıza gelir. Bazı şeyler muhtemelen hiç var olmamalıydı. Mesela güçlü, maskülen görünüşüyle suçları engelleyen, canlı gibi görünen taşınabilir manken "Gregory" gibi. Bu gerçek bir --
(Laughter)
(Gülüşmeler)
This is a real thing, by the way.
Bu gerçek bir şey bu arada.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
But my eyes were set on the Sima Video Ed/it 2. This thing was so cool at the age of 10. You could connect all your VHS players together and cut something together, so I called my parents and convinced them to buy this for me. But before I get into that, let me give you a little rundown about my parents. They came to the United States when they were young, they're from Taiwan and China and they settled in Los Altos, California -- the Silicon Valley before the Silicon Valley -- and they started a restaurant called Chef Chu's. 50 years later, today, they still work at the restaurant, they're still there, and I grew up there, so it was great. Talk about connection -- this place was a hub of connection. People coming there to celebrate birthdays, anniversaries, business deals, eating, drinking -- connection. And I got to grow up in that environment. And my parents always said America is the greatest place in the world. You can -- if you love anything, you can work hard and you can accomplish anything you want. So, they raised five all-American kids. I am the youngest -- you can see I'm the one with the eyes closed there -- and they named actually my sister and I, Jennifer and Jonathan, after Jennifer and Jonathan Hart from that TV show "Hart to Hart."
Ama ben gözüme Sima Video Ed/it 2.'yi kestirmiştim. Bu şey 10 yaş için çok havalıydı. Bütün VHS oynatıcılarınızı bağlayabilirsiniz ve aynı anda kesebilirsiniz. Aileme söyledim ve onları bunu almak için ikna ettim. Ama buna girmeden önce, ailem hakkında kısa bir bilgi vereyim. Amerika'ya gençken gelmişler, Tayvan ve Çin'den geliyorlar ve Kaliforniya Los Altos'a, Silikon Vadisi'ne yerleştiler ve Chef Chu's adında bir restoran işletmeye başladılar. 50 yıl sonra bugün, hâlâ o restoranda çalışıyorlar, hâlâ oradalar ve ben orada büyüdüm, yani bu çok güzeldi. İlişkilerden bahsetmişken -- bu yer ilişkilerin merkeziydi. İnsanlar oraya doğum günlerini, yıl dönümlerini, iş anlaşmalarını kutlamak için gelirlerdi, yerlerdi, içerlerdi. İlişki buydu. Ben de o ortamda büyüdüm. Ebeveynlerim Amerika'nın dünyadaki en muhteşem yer olduğunu söylerdi. Siz-- eğer bir şeyi seviyorsanız çok çalışabilir ve istediğiniz her şeyi elde edebilirsiniz. Her şeyiyle 5 Amerikan çocuğu büyüttüler. Ben en küçükleriyim, gördüğünüz gibi şurada gözleri kapalı olan benim. "Hart to Hart" adlı dizideki Jennifer ve Jonathan Hart'tan sonra kız kardeşime ve bana Jennifer ve Jonathan isimlerini koydular.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
So that's how much they loved America, apparently. And they thought that we were The Kennedys -- my mom specifically -- so she dressed us up all the time like each other and she put us in etiquette classes and ballroom dance classes, made sure that we had the right dental plan --
Amerika'yı ne kadar sevdikleri ortada. Kennedy ailesi olduğumuzu düşünürlerdi, özellikle de annem. Bu yüzden bizi hep benzer şekilde giydirirdi, bizi görgü kuralları derslerine, baloya gönderirdi. Doğru diş randevusuna sahip olduğumuzdan emin olurdu.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
This is a real picture of me. That is not fake. Thank God for that one.
Bu gerçekten benim fotoğrafım, sahte değil. Bunun için şükürler olsun.
And I was in charge of the video camera every time we went on vacations, so I would collect all these videos and had nothing to do with it. Thus, the Sima Video Ed/it 2. I convinced them to get it for me, and I spent all night trying to wrangle all the VCRs from my brother's and sister's room, tangled in wires, and now I had something to show them. So I brought them into the living room one night, it was probably 1991, somewhere around there, and I sit them down in the living room -- my heart was pounding, my breaths were deep -- sort of like right now -- and I pressed play and something extraordinary happened actually. They cried. And cried. They cried not because it was the most amazing home video edit ever -- although it was pretty good --
Tatile her çıktığımızda kameranın sorumlusu bendim, bir sürü video çekerdim ve onlarla hiçbir işim olmazdı. Nitekim bu Sima Video Ed/it 2. Bana almaları için onları ikna etmiştim, bütün geceyi erkek ve kız kardeşlerimin odasındaki tellere karışmış VCR'lerle uğraşmak için harcardım. Artık onlara göstereceğim bir şey vardı. Bir gece onları oturma odasına götürdüm, muhtemelen 1991 senesi civarıydı, onları oturma odasında oturttum, kalbim deli gibi atıyordu, nefesim şiddetliydi, tıpkı şimdi olduğu gibi ve oynat tuşuna bastım. Sıra dışı bir şey oldu. Ağlamaya başladılar, ağladılar. Sadece en inanılmaz ev yapımı video düzenlemesi olduğu için değil yine de oldukça iyiydi.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
but because they saw our family as a normal family that fit in and belonged on the screen in front of them, just like the movies that they worshipped and the TV shows that they named us after. I remember as the youngest of these five kids feeling heard for the first time. There was this place where all these things in my head could go into the great, electric somewhere-out-there and exist and escape, and I knew from this moment on, I wanted to do this for the rest of my life, whether I was going to get paid for it or not.
Ama ailemizi önlerindeki ekrana uyan ve ait olan normal bir aile olarak gördükleri için ağladılar. Tıpkı taptıkları filmler ve adımızı oradan koydukları diziler gibi. 5 çocuğun en küçüğü olarak ilk kez dikkate alındığımı hissettiğimi hatırlıyorum. Kafamın içerisindeki her şeyin o müthiş elektrikli yere gidip var olup kaybolduğu bir yer vardı. O andan itibaren, para kazansam da kazanmasam da hayatımın geri kalanında bu işi yapmak istediğimi biliyordum.
So I had this passion and now I needed some tools, and my dad went to work. He continued to brag about my home video editing skills to the customers at Chef Chu's, and luckily this is the Silicon Valley, so they're working on stuff, hardware and software -- these are all engineers. And they offered to give me things for digital video editing. This is like the mid-'90s, early '90's, where this stuff didn't exist for kids like me. So I'd get this beta software and hardware from places like HP and Sun and Russell Brown at Adobe. And I had no manual, so I'd figure it out and I fell in love with it even more.
Yani, tutkum vardı, şimdi de aletler gerekiyordu. Babam işe gitti. Chef Chu restoranındaki müşterilerine ev yapımı video düzenleme yeteneğimden övünerek bahsetmeye devam etti. Şanslıyız ki burası Silikon Vadisi. Donanım ve yazılım gibi şeylerle çalışıyorlar, hepsi mühendis. Bana dijital video düzenlemem için aletler vermeyi teklif ettiler. Yıl 90'ların ortasıydı, 90'ların başı. Benim gibi çocuklar için böyle aletlerin olmadığı zamanlar. HP, Sun ve Russell Brown, Adobe'dan bu beta yazılım ve donanımları aldım. El kitabım yoktu, bu yüzden kendim çözmek zorundaydım ve bu işe daha da aşık oldum.
I went to USC School of Cinematic Arts and started to go there, and my mom and dad would always call me randomly and remind me that I've got to do movies about my Chinese heritage. That China was going to be a huge market for movies one day. I was like, "Yeah right, guys".
USC Sinematik Sanatları okuluna gitmeye başladım. Annem ve babam beni rastgele çağırır ve Çin soyum hakkında film yapmam gerektiğini hatırlatırlardı. Bir gün Çin'in filmler için büyük bir pazar haline geleceğini söylerlerdi. Ben de "Evet haklısınız çocuklar." derdim.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Always listen to your parents.
Her zaman ebeveynlerinizi dinleyin.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
I wanted to be Zemeckis, Lucas and Spielberg. The last thing I wanted to talk about was my own cultural identity, my ethnicity. And honestly, I had no one else to talk -- there was no one at school that I could really open up to, and even if I did, like, what would I say? So I ignored it and I moved on with my life.
Zemeckis, Lucas ve Spielberg olmak istedim. Hakkında konuşmak istediğim son şey kültürel kimliğimdi, etnik kökenimdi. Dürüst olmak gerekirse konuşacak kimsem yoktu. Okulda içimi açabileceğim kimse yoktu. Eğer yapsaydım bile ne diyebilirdim ki? Bu yüzden umursamadım ve hayatıma devam ettim.
Cut to 15 years later, I made it in Hollywood. I got discovered by Spielberg, I worked with The Rock and Bruce Willis and Justin Bieber. I even came to the TED stage to present my dance company LXD, and it was great. And then a couple years ago, I felt a little bit lost, creatively. The engine was going down a little bit, and I got a sign ... I heard from voices from the sky ... or more it was like, birds. OK, fine, it was Twitter. And Twitter --
15 yıl sonra, Hollywood'a girdim. Spielberg tarafından keşfedildim. The Rock, Bruce Willis ve Justin Bieber'le çalıştım. Dans şirketim LXD'yi tanıtmak için TED sahnesine bile geldim ve bu muhteşemdi. Birkaç yıl sonra, yaratıcı olarak kaybolmuş gibi hissettim. Motor biraz yavaşlıyordu, ve bir işaret aldım. Gökten sesler duydum. Ya da daha çok kuş gibiydi. Tamam, pekâlâ Twitter idi ve Twitter --
(Laughter)
(Gülüşmeler)
It was Constance Wu on Twitter, it was Daniel Dae Kim, it was Jenny Yang, who's here today, it was Alan Yang -- all of these people who were writing their frustrations with representation in Hollywood. And it really hit me. I thought these things but never really registered -- I was really focused on -- and I felt lucky to be working, and so then I realized -- yeah, what is wrong with Hollywood? Why aren't they doing this? And then I looked at myself in the mirror and realized I am Hollywood. I literally -- I popped my collar before I came out here, that's how Hollywood I am.
Twitter'da Constance Wu idi, Daniel Dae Kim idi, bugün burada olan Jenny Yang idi, Alan Yang idi. Bütün bu insanlar Hollywood'daki hayal kırıklıklarını temsilen yazıyordu. Beni gerçekten etkiledi. Böyle şeylerin asla tescilli olmadığını düşündüm. Gerçekten odaklanmıştım ve çalıştığım için şanslı hissettim. Sonradan fark ettim, Hollywood'un sorunu neydi? Neden bunu yapmıyorlardı? Daha sonra, aynada kendime baktım ve fark ettim ki Hollywood benim. Gerçekten de -- buraya gelmeden önce yakalarımı kaldırdım. Hollywood oluşum böyle.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Is it still up? OK, good.
Hâlâ öyleler mi? Tamam, güzel.
(Applause)
(Alkış)
For all these years I felt I had been given so much, and what was I giving back to the film business that I loved? I felt lucky to be here, but at this moment, I realized that I was not just lucky to be here, I had the right to be here. No, I earned the right to be here. All those sleepless nights, all those parties I missed on Fridays, every friend and girlfriend I lost because I was editing -- I earned the right to be here not just to have a voice but to say something, and say something important, and I had, actually, the power -- the superpower to change things if I really, really wanted to.
Bunca yıldır bana çok şey verildiğini hissettim. Sevdiğim bu film işine ben ne veriyordum? Burada olduğum için şanslı hissettim. Ama şimdi fark ettim ki sadece burada olduğum için şanslı değildim, burada olmaya hakkım vardı. Hayır, burada olmaya hak kazandım. Bütün o uykusuz geceler, cuma günleri kaçırdığım o partiler, düzenleme yaptığım için kaybettiğim bütün arkadaşlar ve sevgililer. Sadece ses çıkarmak için değil aynı zamanda bir şeyler söylemek için burada olmaya hak kazandım. Önemli bir şey söylemek için. Aslında o güce, eğer gerçekten istersem bir şeyleri değiştirebilme süper gücüne sahibim.
When you try to tell stories about yourself and people who look like you and look like your family, it can be scary, and all those feelings of being alone came back. But the internet is what told me -- sent the sign that there was going to be a whole army waiting for me to support me and to love me for it. And so I found Kevin Kwan's amazing novel "Crazy Rich Asians," and we went to work. We put this movie together. All-Asian cast -- the first all-Asian cast in 25 years with a contemporary story --
Kendinizle, size ve ailenize benzeyen insanlarla alakalı hikâyeler anlatmaya çalıştığınızda, bu korkutucu olabiliyor ve yalnız olmanın verdiği his geri geldi. Ama internet bana, beni destekleyecek ve yaptığım şey için beni sevecek olan koca bir ordunun beklediği işaretini gönderdi. Kevin Kwan'ın ilginç romanı "Crazy Rich Asians"ı buldum, çalışmaya başladık. Bu filmi birlikte yaptık. Bütün Asyalı oyuncu kadrosu, modern hikâyesiyle 25 yıl içindeki tamamı Asyalı olan ilk oyuncu kadrosuydu.
(Applause and cheers)
(Alkış ve tezahürat)
But when we started it was not a guarantee at all. There was no comp for this kind of movie. Every time we did surveys and stuff, the audiences weren't going to show up. In fact, even in our test screenings where you give free tickets to people to watch your movie, we had a one to 25 ratio, meaning after 25 asks, only one person said yes, which is super low for these types of things. Asian people who knew the book didn't trust Hollywood at all, Asian people who didn't know the book thought the title was offensive and other people who weren't Asian just didn't think it was for them. So we were pretty screwed. Luckily, Warner Brothers didn't turn away from us. But then the electric somewhere struck again, and this army of Asian-American writers, reporters, bloggers, who over the years had worked their way up through their respective publications, went to work, unbeknownst to me. And they started to post things. Also, some tech founders out here started to post stuff on social media, write stuff about us in articles in the "LA Times," in "The Hollywood Reporter" and "Entertainment Weekly." It was like this grassroots uprising of making ourselves news. What an amazing thing to witness.
Başladığımızda hiçbir şeyin garantisi yoktu. Böyle bir film için sponsor yoktu. Ne zaman anketler yapsak sonuç izleyicilerin filme gelmeyeceği yönünde oluyordu. Filmini izlemeleri için insanlara bedava bilet verdiğin deneme gösterimlerinde bile 1'e 25 oranımız vardı. Bu da 25 sorudan sonra sadece 1 kişinin evet dediği anlamına geliyor, ki bu böyle türde şeyler için çok düşük bir oran. Kitabı bilen Asyalılar Hollywood'a çok güvenmedi. Kitabı bilmeyen Asyalılar filmin adını kırıcı buldu. Asyalı olmayan diğer insanlar da onlara hitap etmediğini düşündü. Yani, oldukça berbat durumdaydık. Şanslıyız ki, Warner Brothers bize yüz çevirmedi. Ama sonra elektrik yine bir yerde sıkıştı. Kendi yayımlarıyla yıllarca çalışmış bu Asyalı-Amerikan yazarlar, muhabirler, blog yazarları ordusu benden habersiz işe koyuldu ve yazılar yayımlamaya başladılar. Aynı zamanda teknoloji kurucuları sosyal medyada bir şeyler paylaşmaya, "LA Times", "The Hollywood Reporter" ve "Entertainment Weekly" gibi dergilerde bizim hakkımızda makaleler yazmaya başladılar. Bu, sanki bizim haberlerimizi yaparak halkın baş kaldırısı gibiydi. Tanık olmak için ne kadar harika bir şey.
And the swell of support turned into this conversation online between all these Asian Americans where we could actually debate and discuss what stories we wanted to tell, what stories should be told or not, what kind of -- are we allowed to make fun of ourselves? What about casting? What are we allowed to do? And we didn't agree -- and we still don't, but that wasn't the point. The point was the conversation was happening. And this conversation stream became an infrastructure. It took all these different groups that were trying to achieve the same thing and put us all together in this connective tissue. And again, not perfect, but the start of how we determine our own representation on the big screen.
Bu destek dalgası bütün Asyalı-Amerikanlar arasında sohbet başlattı. Nerede tartışıp münazara edeceğimizi, hangi hikâyeleri anlatmak istediğimizi, hangi hikâyelerin anlatılıp anlatılamayacağını gösterdi. ne türde -- kendimizle dalga geçebilir miyiz? Ya oyuncu kadrosu? Ne yapmak için iznimiz var? Hemfikir değildik ve hâlâ değiliz. Ama önemli olan nokta bu değildi. Önemli olan nokta sürmekte olan sohbetti. Bu sohbet seli bir altyapı haline geldi. Aynı şeye ulaşmaya çalışan bütün bu farklı grupları aldı ve hepimizi bu birleştirici dokuda bir araya getirdi. Yine mükemmel değildi ama sinemadaki temsillerimizi nasıl kararlaştırdığımızın başlangıcıydı.
It became more physical when I went to the movie theater. I'll never forget going -- opening weekend, and I went into the theater, and it's not just Asians -- all types of people -- and I go in and sit down, and people laughed, people cried, and when I went into the lobby, people stayed. It's like they didn't want to leave. They just hugged each other, high-fived each other, took selfies, they debated it, they laughed about it. All these different things. I had such an intimate relationship with this movie, but I didn't understand when we were making it what we were making until it was happening -- that it was the same thing that my parents felt when they watched our family videos in that living room that day. Seeing us on the screen has a power to it, and the only way I can describe it is pride. I have always understood this word intellectually -- I've probably talked about this word, but to actually feel pride -- and those of you who have felt it know -- it's like you just want to like, touch everybody and grab and run around. It's like a very -- I can't explain -- it's just a very physical feeling, all because of a long pattern of connection.
Sinemaya gittiğimde daha fiziksel bir hal aldı. Hafta sonu açılışı için oraya gidişimi hiç unutmayacağım. Sinemaya girdim ve sadece Asyalılar yoktu, birçok türde insan vardı. Gittim ve oturdum, insanlar güldüler, ağladılar. Lobiye çıktığımda, insanlar kaldılar. Sanki ayrılmak istemiyormuş gibiydiler. Birbirlerine sarıldılar, beşlik çaktılar, öz çekim yaptılar, film hakkında konuştular, güldüler. Bütün bu farklı şeyler. Bu filmle çok yakın bir ilişkim vardı ama çekerken bunu anlamamıştım, çekene kadar ne yaptığımızı anlamamıştım. Bu, o gün oturma odasında aile videomuzu izlerken ebeveynlerimin hissettiği şeyle aynıydı. Ekranda bizi görmenin bir gücü var ve bunu sadece gurur olarak tanımlayabilirim. Bu kelimeyi her zaman zihnen anladım, muhtemelen bu kelime hakkında konuştum da. Ama aslında gururu hissetmek -- ve bunu hisseden sizler biliyorsunuz ki -- sanki herkese dokunup ve kucaklayıp etrafta koşmak istiyormuşsunuz gibidir. Bu çok -- bunu açıklayamıyorum. Uzun bir ilişki modeli olduğu için bu çok fiziksel bir his.
Film was a gift given to me, and through the years I've learned a lot of things. You can plan, you can write scripts, you can do your storyboards, but at a certain point, your movie will speak back to you, and it's your job to listen. It's this living organism and it sort of presents itself, so you better catch it before it slips through your hands, and that's the most exciting part about making movies. When I look at life, it's not that different actually. I've been led through these sort of breadcrumbs of connections through people, through circumstances, through luck. And it changed when I realized that once you start listening to the silent beats and the messy noises around you, you realize that there's this beautiful symphony already written for you. A direct line to your destiny. Your superpower.
Film bana verilmiş bir hediyeydi. Yıllar boyunca birçok şey öğrendim. Planlayabilirsiniz, senaryo yazabilirsiniz ve film şeritleri yapabilirsiniz. Ama bir noktada, filminiz size bir şeyler söyleyecek ve sizin işiniz de onu dinlemek. Bu yaşayan bir organizma ve bir nevi kendisini sunuyor, bu yüzden ellerinizden kaymadan önce yakalasanız iyi olur ve bu, film çekmekle ilgili en heyecanlı bölüm. Hayata baktığımda, aslında bu kadar farklı değil. İlişkilerin kırıntılarından, insanlardan, durumlardan, şanstan geçmeme bir nevi izin verildi. Sessiz ritimleri ve karmakarışık sesleri dinlemeye başladığınızda, sizin için çoktan yazılmış bu güzel senfoniyi duyduğunuzu fark ettiğimde bir şeyler değişti. Doğrudan kaderinize giden bir çizgi. Süper gücünüz.
Now, film was a gift given to me, sort of spurred on by my parents and supported by my community. I got to be who I wanted to be when I needed to be it. My mom posted something on Facebook the other day, which is usually a really bad thing to say out loud -- scary, she should not have a Facebook, but --
Film bana verilmiş bir hediyeydi, bir nevi ailem tarafından teşvik edildi ve topluluğum tarafından desteklendi. İhtiyacım olduğunda olmak istediğim kişi olabildim. Annem, geçen gün Facebook'ta sesli söylemek için çok ayıp olan bir şey paylaştı. Korkutucu, onun Facebook'u olmamalıydı --
(Laughter)
(Gülüşmeler)
She posted this thing, and it was a meme, you know, one of those funny things, and it said, "You can't change someone who doesn't want to change, but never underestimate the power of planting a seed." And as I was doing the finishing touches on this talk, I realized that all the powerful connections in my life were through generosity and kindness and love and hope. So when I think about my movies "Crazy Rich Asians" and "In the Heights" which I'm working on right now --
Bu şeyi paylaştı ve bu bir deyişti. Şu eğlenceli olanlardan. "Değişmek istemeyen birisini değiştiremezsiniz ama bir tohum ekmenin gücünü asla küçümsemeyin." diyordu. Ben de bu konuşmaya son dokunuşları yaparken hayatımdaki bütün ilişkilerin cömertlik, kibarlık, sevgi ve umuttan geçtiğini fark ettim. Şu anda üzerinde çalıştığım "In the Heights" ve "Crazy Rich Asians" filmlerini düşündüğümde--
(Applause and cheers)
(Alkış ve tezahürat)
Yes, it's a good one.
Evet, iyi bir film.
All I want to do is show joy and hope in them, because I refuse to believe that our best days are behind us, but in fact, around the corner. Because you see love -- love is the superpower that was given to me. Love is the superpower that was passed onto me. Love is the only thing that can stop a speeding bullet before it even exits the chamber. Love is the only thing that can leap over a building and have a whole community look up into the sky, join hands, and have the courage to face something that's impossibly bigger than themselves.
Tek istediğim içlerindeki neşe ve umudu göstermek. Çünkü en iyi günlerimizin geride olduğuna inanmayı reddediyorum. Aslında çok yakındalar. Çünkü görüyorsunuz ki sevgi -- Sevgi bana verilen süper güç. Sevgi içime işleyen süper güç. Sevgi, hızlı bir kurşunu odadan çıkmadan durdurabilecek tek şey. Sevgi, bir binanın üzerinden atlayacak ve bir topluluğu gökyüzüne baktıracak, el ele tutuşturacak ve imkânsızca kendilerinden büyük bir şeyle yüzleşecek cesareti verecek tek şey.
So I have a challenge for myself and for anyone here. As you're working on your thing, on your company, and you're forging this thing to life, and you're making the impossible possible, let's just not forget to be kind to each other, because I believe that is the most powerful form of connection we can give to this planet. In fact, our future depends on it.
Kendime ve buradaki herkese meydan okuyorum. Şirketinizde işiniz üzerinde çalışırken, bu şeyi hayata işlerken ve imkânsızı mümkün kılarken birbirimize karşı kibar olmayı unutmayalım. Çünkü bunun bu gezegene verebileceğimiz en güçlü iletişim şekli olduğuna inanıyorum. Aslında, geleceğimiz buna bağlı.
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause and cheers)
(Alkış ve tezahürat)
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkış)