On a beautiful day, just a few years ago my wife and I entered a hospital near our home in Oakland, California for the birth of our first daughter, Maya. We had responsibly toured the birthing center in advance and yet we were somehow still startled to find ourselves in the place where we would experience one of the most significant moments of our lives. We were stuck in a windowless room with no hint of the bright and sunny day that we had left. Fluorescent lights buzzed overhead, the paint on the walls was beige and machines beeped inexplicably as a wall clock indicated day turning to night. That clock was placed above a door in direct line of sight to where my wife lay as her contractions increased hour after hour. Now, I've never given birth --
Bundan birkaç yıl önce güzel bir günde ilk kızımız Maya'nın doğumu için eşimle California, Oakland'daki evimizin yakınlarındaki hastaneye gittik. Doğum merkezini önceden gezmemize rağmen hayatımızın en önemli anlarından birini yaşarken bulunduğumuz ortam nedeniyle şaşkındık. Dışarıdaki açık ve güneşli havayı göremediğimiz, penceresiz bir odada kendimizi bulduk. Floresan lambalar vızıldıyor, duvarlar bej renkteydi ve makineler anlamsızca bipliyordu. Gece mi yoksa gündüz mü anlaşılmıyordu. Eşimin sancıları her saat artarken duvardaki saat tam da görüş alanındaydı. Ben hiç doğum yapmadım.
(Laughter)
(Kahkahalar)
but she assured me that the last thing that a birthing woman would ever want is to watch the seconds tick by.
Ama doğum yapan bir kadının isteyeceği en son şeyin saniyelerin geçişini izlemek olduğunu eşim sayesinde anladım.
(Laughter)
(Kahkahalar)
An architect by training, I've always been fascinated watching people experience design in the world around them. I believe design functions like the soundtrack that we're not even fully aware is playing. It sends us subconscious messages about how to feel and what to expect. That room that we were in seemed completely misaligned with the moment that we were experiencing -- welcoming a human being, our daughter, into this world.
Okullu bir mimar olarak, insanlarin, etraflarindaki tasarimlari deneyimlemelerini izlemeye hep hayran olmuşumdur. Bence tasarım fonksiyonları dikkatlice dinlemediğimiz film müziklerine benziyor. Nasıl hissetmemiz ve ne beklememiz gerektiği hakkında bilinçaltımıza mesajlar gönderiyorlar. Tamamen yanlış dizayn edilmiş o odada bir insanın, kızımızın, dünyaya gelişini deneyimliyorduk.
At one point a nurse, without any prompt, turned to us and said, "I always think to myself, 'I wish I had become an architect, because I could have designed rooms like this better.'"
Bir hemşire aniden bize döndü ve "Her zaman kendime, 'Keşke bir mimar olsaydım; o zaman bu odaları çok daha güzel tasarlayabilirdim', derim."
I said to her, "An architect did design this room."
Hemşireye, "Bu odayı bir mimar mı tasarladı?!" dedim.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Despite the immense joy of our daughter's birth, the messages of that hospital room stick with she and I to this day. Those messages are, "You are not at home, you are in a foreign place." "You are not in control of anything. Not even the lighting." "Your comfort, simply, is secondary." At best, a hospital room like this might just be described or dismissed as uninspiring. At worst, it is undignifying. And I use it to point out that none of us, anywhere in the world, are immune from bad design.
Kızımızın doğumu sebebiyle yaşadığımız tarifsiz mutluluğa rağmen o hastane odasının bize verdiği mesajları hâlâ hatırlıyoruz. O mesajlar: "Evinde değilsin, yabancısı olduğun bir yerdesin." "Hiçbir şeyin kontrolü sende değil. Işıklandırmanın bile." "Basitçe senin konforun ikinci sırada." En iyi ihtimalle böyle bir hastane odası sadece sönük olarak tanımlanabilir. En kötü haliyle ise bu bir saygısızlıktır. Dünyanın hiçbir yerinde kötü tasarıma bağışıklığımız olmadığına dikkatinizi çekmek isterim.
I went into architecture because I believed it was about creating spaces for people to live their best lives. And yet what I found is a profession largely disconnected from the people most directly impacted by its work. I believe this is because architecture remains a white, male, elitist profession -- seemingly unconcerned with some of the greatest needs in the world or even the relatively simple needs of an expectant mother. Students are trained in school using highly theoretical projects, rarely interacting with real people or actual communities. Graduates are funneled through a long, narrow unforgiving path to licensure.
Mimarlık okudum çünkü; bunun insanlara hayatlarını en iyi şekilde yaşamaları için alanlar yaratmakla ilgili olduğunu düşündüm. Yapılan işler direkt olarak insanları etkilese de onlardan kopuk bir alan olduğunu gördüm. Mimarlığın beyaz, erkek, elitist bir meslek olarak kalmaya devam ettiğini; dünyanın en büyük ihtiyaçlarına hatta hamile bir kadının nispeten basit ihtiyaçlarına kayıtsız kaldığını dünüşüyorum. Öğrenciler, okulda teorik projeler kullanılarak eğitiliyor; nadiren gerçek kişilerle veya gerçek topluluklarla etkileşim kuruyorlar. Mezunlar diplomalarını almak için uzun, zor ve acımasız bir süreçten geçer.
Meanwhile, the profession holds up a select few through relentless award programs focused almost exclusively on the aesthetics of buildings, rather than the societal impact or contributions of them. It only goes to reinforce a warped view of professional responsibility and success and yet this isn't why so many young, hopeful people go into architecture. It's not why I did. I believed then, though I didn't have a language for it, and I know now, that design has a unique ability to dignify. It can make people feel valued, respected, honored and seen.
Bu arada acımasız ödül programları ile toplumsal etkiden veya katkılarından ziyade neredeyse sadece binaların estetiğine odaklananlar mesleki olarak destekleniyor. Bu sadece mesleki sorumluluk ve başarının çarpık görüşünü güçlendiriyor olsa da, pek çok genç ve umutlu insanın mimarlık okumasının sebebi bu değil. Ben bu yüzden seçmedim. Mimarlık insana, kendisine değer verildiğini, saygı duyulduğunu, onurlu olduğunu ve görüldüğünü hissettirir.
Now I'd like for you to just think about some of the spaces that you inhabit. And I'd like to have you think about how they make you feel. Now, there are places that make us feel unhappy, unhealthy or uninspiring. They may be the places that you work or where you heal or even where you live. And I ask, how might these places be better designed with you in mind? It's a really simple question and it can somehow, sometimes be very difficult to answer. Because we are conditioned to feel like we don't have much agency over the spaces and places that we live, work and play. And in many cases we don't. But we all should.
Şimdi yaşamakta olduğunuz bazı mekânları ve bu mekanların size neler hissettirdiğini düşünün. Size mutsuz, sağlıksız hissettiren, ilham vermeyen yerleri düşünün. Buralar iş yeriniz, iyileştiğiniz hatta yaşadığınız yerler olabilir. Sizce bu yerler nasıl daha iyi tasarlanabilir? Gerçekte çok basit bir soru olsa da bazen cevaplaması çok zor olabiliyor. Çünkü yaşadığımız, çalıştığımız veya oynadığımız mekânların üzerimizde bir etkisi olmadığı fikrine şartlanmışız. Oysa ki bu fikirden kurtulmalıyız.
Now, here's a potentially dumb question for any women watching: Have you ever stood in a disproportionately long bathroom line?
Muhtemelen kadınlara çok saçma gelecek bir sorum var: Hiç upuzun bir tuvalet sırasında beklediniz mi?
(Laughter)
(Kahkahalar)
Did you ever think to yourself, "What is wrong with this picture?" Well, what if the real question is, "What is wrong with the men that designed these bathrooms?"
Hiç "Bu fotoğrafta yanlış olan ne?" diye düşündünüz mü? Asıl soru şu: "Bu tuvaletleri tasarlayan erkeklerin sorunu ne?"
(Applause)
(Alkışlar)
It may seem like a small thing, but it's representative of a much more serious issue. The contemporary world was literally built by men who have rarely taken the time to understand how people unlike them experience their designs. A long bathroom line might seem like a minor indignity. But the opposite can also be true. Thoughtful design can make people feel respected and seen. I've come to believe that dignity is to design what justice is to law and health is to medicine. In the simplest of terms, it's about having the spaces you inhabit reflect back your value.
Küçük bir şey gibi görünebilir, ancak çok daha ciddi bir meselenin göstergesi. Çağdaş dünya kelimenin tam anlamıyla, onlardan farklı olan insanların tasarımlarını nasıl deneyimlediğini anlamak için nadiren zaman ayırmış olan erkekler tarafından inşa edilmiştir. Uzun bir tuvalet kuyruğu küçük bir aşağılama olarak görünebilir. Ancak bunun tam tersi de olabilir. Üzerinde düşünülmüş bir tasarım insanlara fark edildiğini ve saygı duyulduğunu hissettirir. Hukuk için adalet ne demekse, tıp için sağlıklı olmak ne demekse tasarım için de değer vermek o demektir. En basit anlamıyla, yaşamakta olduğunuz alanların değerinizi yansıtması ile ilgilidir.
Over the past two years I had the opportunity to interview over 100 people from all walks of life about their experience of design. I wanted to test my hunch that dignity and design are uniquely related.
Geçtiğimiz iki yılda, her yaş grubundan 100'ün üzerinde kişiyle tasarım deneyimleri ile ilgili görüşme fırsatım oldu. Tasarım ile saygınlık arasındaki ilişkiyi öngören savımı test etmek istedim.
I listened to Gregory, a resident of this cottage community designed specifically for the 50 most chronically homeless people in Dallas. Gregory had been living on the streets, drifting from town to town for over 30 years. A broad coalition of social service agencies, funders and designers, created this place. Each 400 square foot cottage is designed beautifully as a permanent home. Gregory now has a key to a door to his own house. He describes the sense of security that it brings him. Something he had lived without for three decades. When he arrived with little more than the clothes on his back, he found everything: from a toaster, Crock-Pot and stove to a toothbrush and toothpaste awaiting for him. He describes it simply as heaven.
Dallas'ta evsiz 50 kişi için özel olarak tasarlanmış kulübelerden birinde yaşayan Gregory'i dinledim. Gregory şehirden şehire sürüklenerek 30 yıldır sokaklarda yaşıyordu. Burası, sosyal hizmet kuruluşlarının, fon sağlayıcılarının, tasarımcıların katkılarıyla oluşturuldu. Her 400 metrekarelik kulübe kalıcı bir ev olarak tasarlandı. Gregory'de artık kendi evine açılan kapının anahtarı var. Bunun kendisine bir güvenlik hissi verdiğinden bahsediyor. 30 yıldır hissetmediği bir duygu. Üzerinde yalnızca birkaç parça kıyafetle oraya geldiğinde, tost makinası, güveç ve sobadan diş fırçası ve diş macununa kadar her şeyi onu bekler halde buldu. Gregory bunu kısaca "cennet" olarak tarif ediyor.
On the other side of the world, I listened to Antoinette, the director of this training and community center for women in rural Rwanda. Hundreds of women come to this place daily -- to learn new skills, be in community, and continue rebuilding their lives following the country's civil war. These women literally pressed the 500,000 bricks that make up the 17 classroom pavilions like this one. Antoinette told me, "Everyone is so proud of it."
Öte yandan dünyanın başka bir yerinde Rwanda'nın kırsal bölgesinde yaşayan kadınlara özel halk eğitim merkezinin direktörü Antoinette'yi dinledim. Rwanda'da her gün yüzlerce kadın yeni beceriler kazanmak, toplum içinde yer almak, ve ülkede yaşanan iç savaş sonrasında yaşamlarını yeniden kurmak için bu merkeze geliyor. Bu kadınlar burada gördüğünüz gibi 17 adet sınıf yapabilmek için beş yüz bin adet tuğlayı üst üste dizdi. Antoinette bana, "herkesin bundan gurur duyduğunu" söyledi.
And then back here in the US I listened to Monika, the director of a free clinic primarily serving the uninsured in Arkansas. Monika loves telling me that the doctors, who volunteer at her free clinic routinely tell her that they've never worked in such a beautiful, light-filled place. Monika believes that even people experiencing poverty deserve quality health care. And what's more, she believes they deserve to receive that care in a dignified setting.
Ve tekrar Birleşik Devletler'e döndüğümde, öncelikli olarak sigortasız hastalara hizmet veren bağımsız bir klinik olan Arkansas'ın direktörü Monica'yı dinledim. Monica, klinikte gönüllü doktorların devamlı olarak kendisine daha önce hiç böylesi güzel, ferah bir mekânda çalışmadıklarını mutlulukla anlattı. Monica, yoksulluk çekmiş insanların kaliteli sağlık hizmeti alması gerektiğine inanıyor. Ve özellikle bu hizmeti en saygın şekilde almaları gerektiğine inanıyor.
People like these are invaluable ambassadors for design and yet they are roundly absent from architectural discourse. Similarly, the people who can most benefit from good design often have the least access to it. Your cousin, a homeless veteran; your grandma or grandpa who live in a house with a kitchen that's no longer accessible to them; your wheelchair-bound sister in a suburban area planned without sidewalks.
Onun gibi insanlar mimari söylemin tamamen dışında olmalarına rağmen tasarımın paha biçilemez elçileridirler. Benzer bir şekilde, doğru tasarımdan fayda sağlayan her insan ona ulaşmak konusunda bir o kadar talihsizdir. Evsiz bir gazi olan kuzenin; mutfağa dahi yürümekte zorlanan büyükannen ya da büyükbaban; kaldırımsız şekilde planlanmış kenar mahallede tekerlekli sandalyeye bağlı yaşayan kız kardeşin.
If good design is only for a privileged few, what good is it? It's time designers change this by dedicating their practices to the public good in the model of firms like Orkidstudio, Studio Gang and MASS Design Group. Their clients are orphaned children in Kenya, foster children in Chicago and pregnant women in Malawi. Their practices are premised on the belief that everyone deserves good design. Dedicating more practices to the public good will not only create more design that is dignifying, but it will also dignify the practice of design. It will not only diversify the client base of design, but it will also create new, more diverse forms of design for the world.
Eğer doğru tasarım yalnızca ayrıcalıklı bir kesim içinse, o halde doğru olan nedir? Günümüz tasarımcıları çalışmalarını, kamu yararı gözeterek gerçekleştiren Orkidstudio, Studio Gang, Mass Design Group gibi firmaları model alarak gerçekleştiriyorlar. Müşterileri ise Kenya'daki öksüz çocuklar, Chicago'daki evlatlık çocuklar ve Malawi'deki hamile kadınlar. Çalışmaları, herkesin iyi bir tasarımı hak ettiği temeli üzerine kurulmuş. Kamu yararına çalışmak yalnızca tasarımın kendisini yüceltmeyecek, aynı zamanda tasarım sürecini de yüceltecek. Bu yalnızca tasarımın müşteri tarafını çeşitlendirmeyecek; aynı zamanda dünya için yeni ve farklı tasarım formları yaratacak.
Now, in order to do this, my architecture and design friends, especially my fellow white guys, we must simultaneously and significantly diversify our ranks. If we want the public to believe that design is for them and for everyone. Today, barely 15 percent of registered architects in the United States are women. And a far smaller percentage are persons of color. Other professions, like law and medicine had made far greater strides in these crucial areas. How might our shared built environment -- our homes, our hospitals, our schools, our public spaces -- be shaped differently if women and people of color were behind half of the proverbial blueprints? It is not a question of whether, but to what extent our buildings, our landscapes, our cities and our rural communities are less beautiful, less functional, less equitable and less dignifying because women and people of color are less likely to be creating them.
Şimdi, buna dayanarak, mimar ve tasarımcı arkadaşlarım, özellikle beyaz hemcinslerim, önceliklerimizi anlamlı bir biçimde çeşitlendirmeliyiz. Eğer tasarımın herkes için olduğuna halkı inandırmak istiyorsak... Bugün, Birleşik Devletler'deki kayıtlı mimarların ancak ve ancak yüzde on beşi kadın. Ve çok daha küçük bir yüzdesi "beyaz" değildir. Tıp, hukuk gibi diğer uzmanlıklar bu zorlu alanlarda daha iyi aşamalar kaydettiler. Eğer kadınlar ve beyaz olmayanlar evlerimiz, hastanelerimiz, okullarımız, ve kamu alanlarımız gibi ortak paylaşım alanlarımız dışında tutulursa ne olur? Bu, esasen ne olup olmayacağı ile ilgili bir soru değil; kadınlar ve "ötekiler" onları inşa etmediği takdirde binalarımızın, manzaralarımızın, kentlerimiz ve kırsal bölgelerimizin ne ölçüde daha çirkin, daha işlevsiz, daha adaletsiz ve daha onursuz olup olmayacağı ile ilgilidir.
As Winston Churchill famously noted in 1943 when he called for the rebuilding of London's war-damaged parliamentary chambers, "We shape our buildings, and afterward, they shape us." The good news is that we can change how we build and who we build for. Be that a health worker in rural Rwanda, or a birthing mother and nervous new father in the United States. We can do this by recommitting architecture to the health, safety and welfare of the public. This will pay dividends. Because once you see what design can do, you can't unsee it. And once you experience dignity, you can't accept anything less. Both become part of your possible.
Winston Churchill'in de de 1943'teki Londra'da savaş sonrasında zarar gören parlamento odalarının yeniden inşaasıyla ilgili meşhur konuşmasında belirttiği gibi: "Biz binalarımızı şekillendiriyoruz, binalarımız ise bizi." İyi haber şu ki; neyi kim için ve nasıl inşa edeceğimizi değiştirme yetisine sahibiz. Kim olursanız olun; Roanda'daki o sağlık çalışanı, Birleşik Devletler'de doğum yapan bir anne ya da onu bekleyen gergin bir baba... Bunu sağlık, güvenlik ve refah için mimariyi yeniden masaya yatırarak gerçekleştirebiliriz. Çünkü bir defa mimarinin neler yapabileceğini gördüğünüzde, onu artık görmezden gelemezsiniz. Yüceliği bir defa tecrübe ettiğinizde, daha azına tamah edemezsiniz. Her ikisi de zorunluluklarınızdan biri haline gelir.
One of my favorite conversation partners is my 90-year-old grandmother, Audrey Gorwitz, from Oshkosh, Wisconsin. After one of our conversations about design, she wrote me a letter. She said, "Dear Johnny, I thought the other day, as I sat in my doctor's office, how depressing it was, from the color on the wall, to the carpet on the floor.
Favori sohbet arkadaşlarımdan biri, Wisconsin'e bağlı Oshkosh'tan 90 yaşındaki büyükannem Audrey Gorwitz'dir. Tasarım hakkındaki bir sohbetimizden sonra bana bir mektup yazdı. Şöyle diyordu mektubunda: "Sevgili Johnny, sonraki gün doktorumun muayenehanesinde otururken duvarın renginden, yerdeki halıya kadar buranın ne kadar depresif bir yer olduğunu düşündüm.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Now I will have to call to see who is responsible for the drabness in that place."
"Şimdi kendimi bu ofisteki kasvetin sorumlusunu aramak zorunda hissediyorum."
(Laughter)
(Kahkahalar)
In the same letter, mind you, she said, "I did call, and I got the man in charge, and he said he appreciated someone calling him. My doctor's office is now on the list for an upgrade."
Aynı mektupta şunu da söylüyordu: "Sorumlu kişiyi bulup aradım; şimdi doktorumun ofisi değiştirilecekler listesine eklendi."
(Laughter)
(Kahkahalar)
She signed it by saying, "It is always good to express one's opinion if done in a proper manner."
Büyükannem şuna işaret ediyordu: "Eğer iyi yönde bir değişim sağlayacaksa, birine akıl vermek her zaman doğru bir harekettir."
(Laughter)
(Kahkahalar)
(Applause)
(Alkışlar)
I love my grandma.
Büyükannemi seviyorum.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Like my grandma Audrey, you deserve good design. Because well-designed spaces are not just a matter of taste or a questions of aesthetics. They literally shape our ideas about who we are in the world and what we deserve. That is the essence of dignity. And both the opportunity and the responsibility of design for good and for all.
Tıpkı büyükannem Audrey gibi, iyi tasarımı hak ediyorsunuz. Çünkü bir mekânı iyi tasarlamak, yalnızca bir estetik sorunsalı yahut hazla ilgili bir mesele değildir. Tasarım tamamen bu dünyada kim olduğumuz ve neyi hak ettiğimiz hakkındaki fikirlerimizi şekillendiriyor. Bu, onurlu yaşamanın temelidir. "İyi" için tasarım yolunda hem sorumluluk hem de fırsattır. Hepimiz için.
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkışlar)