Thank you so much. It's really scary to be here among the smartest of the smart.
Çok teşekkür ederim. Böyle fevkalade zeki insanlar arasında olmak, aslında tedirgin edici bir şey.
(Laughter)
Sizlere tutkuyla ilgili bir kaç öykü anlatmak için buradayım.
I'm here to tell you a few tales of passion. There's a Jewish saying that I love: What is truer than truth? Answer: the story.
Sevdiğim bir Yahudi atasözü var. Doğrudan daha doğru olan nedir? Cevap: Öykü.
I'm a storyteller. I want to convey something that is truer than truth about our common humanity. All stories interest me, and some haunt me until I end up writing them. Certain themes keep coming up: justice, loyalty, violence, death, political and social issues, freedom. I'm aware of the mystery around us, so I write about coincidences, premonitions, emotions, dreams, the power of nature, magic.
Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Size, hepimizin paylaştığı insan olma haliyle ilgili hakikatten daha hakikat olan bir şeyleri nakletmek istiyorum. Bütün öyküler ilgimi çeker ve bazıları onları yazmaya başlayana kadar hiç aklımdan çıkmaz. Belli konular sürekli aklıma gelir: adalet, sadakat, şiddet, ölüm, politik ve sosyal meseleler, özgürlük. Etrafımızı saran bir gizem olduğunun farkındayım, bu yüzden de tesadüfler, önseziler, duygular, hayaller, doğanın gücü ve sihir hakkında yazıyorum.
In the last 20 years, I have published a few books, but I have lived in anonymity until February of 2006, when I carried the Olympic flag in the Winter Olympics in Italy. That made me a celebrity.
Geçtiğimiz 20 yıl boyunca bir kaç kitap yazdım, ancak Şubat 2006'da gerçekleştirilen İtalya'daki Kış Olimpiyatlarında olimpiyat bayrağını taşıyana kadar ortalarda pek gözükmedim. Bu olay beni ünlü yaptı. Şimdi beni insanlar Macy'de gördüklerinde tanıyorlar
(Laughter)
Now people recognize me in Macy's, and my grandchildren think that I'm cool.
ve torunlarım havalı biri olduğumu düşünüyorlar. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Size dört dakikalık ünümden bahsetmeme izin verin.
Allow me to tell you about my four minutes of fame. One of the organizers of the Olympic ceremony, of the opening ceremony, called me and said that I had been selected to be one of the flag bearers. I replied that surely, this was a case of mistaken identity, because I'm as far as you can get from being an athlete. Actually, I wasn't even sure that I could go around the stadium without a walker.
Olimpiyat açılış seramonisinin, organizatörlerinden biri beni aradı ve açılışta bayrak taşıyıcılardan biri olarak seçildiğimi söyledi. Beni bir başkasıyla karıştırdıklarını, atlet olmakla yakından uzaktan alakamın olmadığını söyledim. Aslında yanımda bir baston olmadan stadyumda bir tur atabileceğimden bile emin değildim.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
I was told that this was no laughing matter. This would be the first time that only women would carry the Olympic flag. Five women, representing five continents, and three Olympic gold medal winners. My first question was, naturally: What was I going to wear?
Bana bunun ciddi bir mesele olduğunu söylediler. İlk defa Olimpiyat bayrakları sadece kadınlar tarafından taşınacaktı. Beş kıtayı temsilen beş kadın, ve üç Olimpiyat altın madalyası sahibi. İlk sorum, doğal olarak, "ne giyeceğim ben?" oldu.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
"A uniform," she said, and asked for my measurements. My measurements. I had a vision of myself in a fluffy anorak, looking like the Michelin Man.
Telefondaki kadın, "bir üniforma" dedi ve ölçülerimi sordu. Benim ölçülerimi. Bir an için kendimi kabarık bir anorak içinde, Michelin logosundaki adam olarak gözümde canlandırdım.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
By the middle of February, I found myself in Turin, where enthusiastic crowds cheered when any of the 80 Olympic teams was in the street. Those athletes had sacrificed everything to compete in the games. They all deserved to win, but there's the element of luck. A speck of snow, an inch of ice, the force of the wind can determine the result of a race or a game. However, what matters most, more than training or luck, is the heart. Only a fearless and determined heart will get the gold medal. It is all about passion. The streets of Turin were covered with red posters announcing the slogan of the Olympics: "Passion lives here." Isn't it always true?
Şubat'ın ortası gibi kendimi, 80 Olimpik takımın her biri ne zaman caddede görünse onlara tezahürat yapan coşkulu bir kalabalığa sahip Turin kentinde buldum. Bu sporcular, oyunlarda yer alabilmek için çok büyük fedakarlıklar yapmışlardı. Hepsi kazanmayı hakediyordu fakat ortada bir şans faktörü var. Minik bir kar tanesi, bir parça buz, rüzgarın şiddeti bile bir yarışın ya da bir oyunun kaderini tayin edebiliyor. Gelgelelim, en önemli şey --antrenmandan ya da şanstan daha önemlisi-- yürek. Altın madalya sadece cesaret ve azim dolu bir yürekle alınır. Bu tamamen tutkuyla ilgili. Turin caddeleri, üstünde Olimpiyat sloganları olan kırmızı afişlerle doluydu. Tutku böyle yerlerde can bulur. Hep böyle değil midir? Yürek, bizi harekete geçirir ve yazgımızı belirler.
Heart is what drives us and determines our fate. That is what I need for my characters in my books: a passionate heart. I need mavericks, dissidents, adventurers, outsiders and rebels, who ask questions, bend the rules and take risks. People like all of you in this room. Nice people with common sense do not make interesting characters.
Kitaplarımdaki karakterler için gereksinim duyduğum şey de budur: tutkulu bir yürek. Bana gerekenler, sorgulayan, kuralları sarsan ve risk alan uyumsuzlar, muhalifler, maceracılar, dışlanmışlar ve asiler. Tıpkı bu salonda bulunanlar, sizler gibi. İlginç karakterler, bildik sağduyulu kibar insanlardan çıkmıyor.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
They only make good former spouses.
Böyleleri arasından yalnızca iyi eski eşler çıkar.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
(Applause)
(Alkışlar)
In the greenroom of the stadium, I met the other flag bearers: three athletes and the actresses Susan Sarandon and Sophia Loren. Also, two women with passionate hearts: Wangari Maathai, the Nobel Prize winner from Kenya who has planted 30 million trees, and by doing so, she has changed the soil, the weather, in some places in Africa, and of course, the economic conditions in many villages; and Somaly Mam, a Cambodian activist who fights passionately against child prostitution. When she was 14 years old, her grandfather sold her to a brothel. She told us of little girls raped by men who believe that having sex with a very young virgin will cure them from AIDS, and of brothels where children are forced to receive 15 clients per day, and if they rebel, they are tortured with electricity.
Stadyumdaki yeşil odada, diğer bayrak taşıyıcılarıyla tanıştım: üç sporcuyla iki aktrist, Susan Sarandon ve Sophia Loren. Onlar da tutkulu yürekleri olan kadınlar. Ve 30 milyon ağaç dikilmesini sağlayan Kenya'lı Nobel sahibi Wangari Maathai. Maathai, yaptıklarıyla Afrika'nın bazı bölgelerinde toprağı, iklimi ve pek çok köyde de ekonomik durumu değiştirmeyi başardı. Ve tabii çocukların fuhuşa zorlanmasına karşı tutkuyla savaşan Kamboçyalı bir aktivist, Somaly Mam. Büyükbabası onu, bir geneleve sattığında sadece 14 yaşındaymış. Somaly Mam bizlere, genç bakire kızlarla seks yaparak AIDS'den kurtulabileceklerini sanan adamlar tarafından tecavüze uğrayan küçük kızların hikayelerini nakletti. Ve çocukların günde 5 ila 15 müşteriyle ilişkiye girmeye zorlandığı genelevleri ve buralardaki çocukların karşı koydukları zaman nasıl elektrikli işkenceye uğradıklarını anlattı.
In the greenroom, I received my uniform. It was not the kind of outfit that I normally wear, but it was far from the Michelin Man suit that I had anticipated. Not bad, really. I looked like a refrigerator.
O yeşil odada, bana üniformamı verdiler. Normalde giyeceğim tarzda bir kıyafet değildi ama sandığım gibi Michelin Adamı giysisine de benzemiyordu. Çok da kötü değildi açıkçası. Giyince daha ziyade buzdolabına benzedim.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
But so did most of the flag bearers, except Sophia Loren, the universal symbol of beauty and passion. Sophia is over 70 and she looks great. She's sexy, slim and tall, with a deep tan. Now, how can you have a deep tan and have no wrinkles? I don't know. When asked in a TV interview how could she look so good, she replied, "Posture."
Neyse ki diğerleri de benziyordu. Güzelliğin ve tutkunun uluslararası sembolü Sophia Loren hariç tabii. Sophia, 70 küsur yaşında ve harika görünüyor. Uzun ince endamıyla, bronz teniyle gayet seksi bir kadın. Buradaki sorun şu: Nasıl olur da böylesi bronz bir tende hiç kırışıklık olmaz. Bilemiyorum. Televizyondaki bir söyleşisi esnasında kendisine "nasıl bu kadar hoş görünebiliyorsun" diye sorulduğunda, şöyle bir yanıt verdi. "Duruşum yüzünden.
(Laughter)
"My back is always straight, and I don't make old people's noises."
"Sırtımı hep dik tutar ve yaşlı insanların çıkardığı sesleri çıkarmam."
(Laughter)
(Gülüşmeler)
So there you have some free advice from one of the most beautiful women on earth: no grunting, no coughing, no wheezing, no talking to yourselves, no farting.
İşte size, dünyanın en güzel kadınlarından birinden bir parça bedava nasihat. Homurdanmak, öksürmek, hırıl hırıl konuşmak yok, kendini kendine konuşmak ve gaz çıkarmak da...
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Well, she didn't say that, exactly.
Eh tam olarak böyle demedi gerçi ama.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
At some point around midnight, we were summoned to the wings of the stadium, and the loudspeakers announced the Olympic flag, and the music started -- by the way, the same music that starts here, the "Aida" march. Sophia Loren was right in front of me. She's a foot taller than I am, not counting the poofy hair.
Gecenin bir yarısı sularında çağrılıp, stadyumun kanatlarında bir araya getirildik ve hoperlörler Olimpiyat bayrağını anons ettiler. Akabinde de müzik başladı-- bu arada, bu müzik buradaki müziğin aynısı, Aida/Zafer Marşı. Sophia Loren tam önümde duruyordu --tabii benden bir 30 cm kadar uzun kendisi, kabarık saç unsurunu ise hiç hesaba katmıyorum.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
She walked elegantly, like a giraffe on the African savanna, holding the flag on her shoulder. I jogged behind --
Bayrak omuzlarında, Afrika'nın savanlarındaki bir zürafaymışçasına zarafetle yürüyordu. Bense arkada koşuyordum. (Gülüşmeler)
(Laughter)
--bayrağı havaya kaldırmıştım böyle ayakparmaklarımın ucunda yükseliyordum,
on my tiptoes, holding the flag on my extended arm, so that my head was actually under the damn flag.
tabii kafam lanet bayrağın altında kalıyordu. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Bütün objektifler elbette Sophia'nın üzerindeydi.
All the cameras were, of course, on Sophia. That was fortunate for me, because in most press photos, I appear too -- although, often between Sophia's legs --
Ki bu benim açımdan iyi bir şeydi. Çünkü basında çıkan fotoğraflarda ben de görünüyordum. Çoğunlukla Sophia'nın bacaklarının arasında. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Pek çok erkeğin olmak isteyeceği bir yer.
a place where most men would love to be.
(Gülüşmeler)
(Laughter)
(Alkışlar)
(Applause)
Hayatımın en güzel dört dakikası
The best four minutes of my entire life were those in the Olympic stadium. My husband is offended when I say this, although I have explained to him that what we do in private usually takes less than four minutes --
Olimpiyat Stadında geçirdiğim dört dakikadır. Böyle söyleyince kocam alınganlık ediyor -- ona, bizim kapalı kapılar ardında yaptığımız şeyin aslında dört dakikadan az sürdüğünü açıkladığım halde hem de--
(Laughter)
(Gülüşmeler)
so he shouldn't take it personally.
--bunu kişisel bir şey olarak görmemeli.
(Laughter)
O muhteşem dört dakikayla ilgili tüm gazete kupürlerini saklıyorum,
I have all the press clippings of those four magnificent minutes because I don't want to forget them when old age destroys my brain cells. I want to carry in my heart forever the key word of the Olympics: passion.
çünkü yaşlılık beyin hücrelerimi yok etmeye başladığı zaman, o anları unutmak istemiyorum. Olimpiyatların özünü oluşturan o sözcüğü, tutkuyu hep kalbimde taşımak istiyorum. İşte size bir tutku hikayesi.
So here's a tale of passion. The year is 1998, the place is a prison camp for Tutsi refugees in Congo. By the way, 80 percent of all refugees and displaced people in the world are women and girls. We can call this place in Congo a death camp, because those who are not killed will die of disease or starvation. The protagonists of this story are a young woman, Rose Mapendo, and her children. She's pregnant and a widow. Soldiers had forced her to watch as her husband was tortured and killed. Somehow she manages to keep her seven children alive, and a few months later, she gives birth to premature twins, two tiny little boys. She cuts the umbilical cord with a stick and ties it with her own hair. She names the twins after the camp's commanders to gain their favor, and feeds them with black tea because her milk cannot sustain them. When the soldiers burst in her cell to rape her oldest daughter, she grabs hold of her and refuses to let go, even when they hold a gun to her head. Somehow, the family survives for 16 months, and then, by extraordinary luck and the passionate heart of a young American man, Sasha Chanoff, who manages to put her in a US rescue plane, Rose Mapendo and her nine children end up in Phoenix, Arizona, where they're now living and thriving.
Yıl 1998, yer bir esir kampı. Kongo'daki Tutsi mültecilerinin tutulduğu yer. Bu arada belirtmek gerek, tüm dünyadaki göçe zorlanmış insanların ve sığınmacıların yüzde 80'i kadınlar ve küçük kızlar Kongo'daki bu mekana ölüm kampı da diyebiliriz. çünkü öldürülmekten kurtulan sığınmacılar açlık ve hastalık yüzünden ölümün pençesindeler. Bu öykünün asıl kahramanları, Rose Mapendo adlı genç bir kadın ve çocukları. Kadın hamile ve dul. Askerler, kocasını işkenceyle öldürürken ona zorla seyrettirmişler. Rose bir şekilde, yedi çocuğunu birden hayatta tutmayı başarıyor, ve bir kaç ay sonra, erken doğumla ikiz çocuklarını dünyaya getiriyor. İki minik oğlan. Göbek bağlarını bir çomakla kesiyor ve bebeklerin göbeğini kendi saçıyla bağlıyor. Onlara, kampın komutanlarının adlarını veriyor ki onların gönlünü hoş tutsun ve bebekleri çayla besleyebilsin çünkü sütü az geliyor. Bir gün askerler hücresine dalıp en büyük kızına tecavüz etmeye kalktıklarında, kızına sarılıp onları engelliyor, başına bir silah dayadıklarında bile kızını bırakmıyor. Aile her nasılsa 16 ay boyunca hayatta kalıyor, ve sonra çok büyük bir şans eseri, tutkulu bir kalbi olan genç bir Amerikalı adam, Sasha Chanoff ortaya çıkıyor, ve onları bir Amerikan kurtarma filosuna yerleştiriyor, Rose Mapendo ve dokuz çocuğu şimdi Arizona Phoenix'teler, Orada yaşıyor ve kök salıyorlar.
"Mapendo," in Swahili, means "great love." The protagonists of my books are strong and passionate women like Rose Mapendo. I don't make them up; there's no need for that. I look around, and I see them everywhere. I have worked with women and for women all my life. I know them well. I was born in ancient times, at the end of the world, in a patriarchal Catholic and conservative family. No wonder that by age five, I was a raging feminist -- although the term had not reached Chile yet, so nobody knew what the heck was wrong with me.
Mapendo Swahilicede büyük sevda anlamına geliyor. Kitaplarımdaki asıl karakterler tıpkı Rose Mapendo gibi güçlü ve tutkulu kadınlar. Onları kafamdan uydurmuyorum. Buna gerek yok. Etrafıma şöyle bir bakıyorum ve onları her yerde görüyorum. Hayatım boyunca kadınlarla ve kadınlar için çalıştım. Onları iyi tanıyorum. Ben, eski zamanlarda dünyanın öbür ucunda, ataerkil Katolik ve tutucu bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Daha beş yaşındayken öfkeli bir feminist olmamda şaşılacak bir şey yok --tabi o vakitler bu kavram Şili'ye henüz erişememişti, o yüzden kimse bendeki sorunu anlayamıyordu.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
I would soon find out that there was a high price to pay for my freedom and for questioning the patriarchy. But I was happy to pay it, because for every blow that I received, I was able to deliver two.
Kısa süre içinde, ataerkil düzeni sorgulamanın ve özgürlüğün yüksek bir bedeli olduğunu öğrenecektim. Ama bu bedeli ödemekten mutluydum, çünkü aldığım her darbeyi iki misliyle iade edebiliyordum. (Gülüşmeler)
(Laughter)
Once, when my daughter Paula was in her twenties, she said to me that feminism was dated, that I should move on. We had a memorable fight. Feminism is dated? Yes, for privileged women like my daughter and all of us here today, but not for most of our sisters in the rest of the world, who are still forced into premature marriage, prostitution, forced labor. They have children that they don't want or they cannot feed. They have no control over their bodies or their lives. They have no education and no freedom. They are raped, beaten up and sometimes killed with impunity. For most Western young women of today, being called a "feminist" is an insult. Feminism has never been sexy, but let me assure you that it never stopped me from flirting, and I have seldom suffered from lack of men.
Bir keresinde kızım Paula, yirmili yaşlarındayken bana feminizmin miadını doldurduğunu söyledi, artık bunlara boşvermeliymişim. Bu yüzden büyük bir kavga etmiştik. Feminizm bayatladı ne demek? Tamam, kızım ve benim gibi ayrıcalıklı kadınlar ve buradakiler için bu doğru olabilir, ama hala çocuk yaşta evliliğe, fahişeliğe zorlanan köleleştirilen, dünyanın geri kalanındaki kızkardeşlerimiz için bu kesinlikle doğru değil. onlar hala istemedikleri ya da besleyemedikleri halde çocuk doğuruyorlar. Kendi vücutları üstünde hiç bir tasarrufları yok. Ne eğitimleri var ne de özgürlükleri. Tecavüze uğruyor, dövülüyor ve bazen de öldürülüyorlar. Katilleri ceza bile almıyor. Bugün pek çok batılı kadın için feminist diye adlandırılmak bir hakaret. Eh feminizm seksi bir şey değil sonuçta, ama sizi temin ederim feminist olmak hiç bir zaman beni flört etmekten alıkoymadı ve çok nadiren erkeksizlikten muzdarip düştüm.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Feminism is not dead, by no means. It has evolved. If you don't like the term, change it, for Goddess' sake. Call it "Aphrodite" or "Venus" or "bimbo" or whatever you want. The name doesn't matter, as long as we understand what it is about, and we support it.
Feminizm ölmedi, katiyen. Sadece evrim geçirdi. Eğer bu sözcükten hoşlanmıyorsanız onu değiştirin, tanrıça aşkına. Aphrodite deyin, Venüs deyin çok istiyorsanız yosma deyin ne hakkında olduğunu anladığımız ve desteklediğimiz sürece ne isterseniz onu deyin, ismin önemi yok. Size bir başka tutku hikayesi anlatacağım, ama bu kez üzücü bir tane.
So here's another tale of passion, and this is a sad one. The place is a small women's clinic in a village in Bangladesh. The year is 2005. Jenny is a young American dental hygienist who has gone to the clinic as a volunteer during her three-week vacation. She's prepared to clean teeth, but when she gets there, she finds out that there are no doctors, no dentists, and the clinic is just a hut full of flies. Outside, there is a line of women who have waited several hours to be treated. The first patient is in excruciating pain because she has several rotten molars. Jenny realizes that the only solution is to pull out the bad teeth. She's not licensed for that; she has never done it. She risks a lot and she's terrified. She doesn't even have the proper instruments, but fortunately, she has brought some novocaine. Jenny has a brave and passionate heart. She murmurs a prayer and she goes ahead with the operation. At the end, the relieved patient kisses her hands. That day the hygienist pulls out many more teeth.
Yer Bangladeş'in bir köyündeki küçük bir kadın kliniği. Yıl 2005. Jenny, üç haftalık tatilinde kliniğe gönüllü olarak çalışmaya giden genç bir Amerikalı diş hijyenisti. Uzmanlığını icra etmeye hazır, fakat oraya gittiğinde görüyor ki ne doktor var ortada ne de diş hekimi, ve klinik dedikleri de sineklerle dolu bir barakadan ibaret. Dışarda, kadınlar tedavi olmak için sıraya girmiş saatlerdir bekliyor. İlk hastası korkunç acılar içinde kıvranıyor çünkü bir sürü çürük azı dişi var. Jenny anlıyor ki tek çözüm, çürük dişleri çekmek. Bu alanda eğitim görmüş değil, bunu daha önce hiç yapmamış. Bir çok şeyi riske atıyor ve dehşet içinde. Aslında doğru düzgün gereçleri, gerekli aletleri bile yok, ama şans eseri yanında Novocaine (anestetik ağrı kesici) getirmiş. Jenny'nin cesur ve tutkulu bir kalbi var. Bir dua mırıldanıyor ve operasyona başlıyor. Nihayetinde, ağrısı azalan hasta onu ellerinden öpüyor. O gün, diş hijyenisti bir sürü diş çekiyor.
The next morning, when she comes again to the so-called clinic, her first patient is waiting for her with her husband. The woman's face looks like a watermelon. It is so swollen that you can't even see the eyes. The husband, furious, threatens to kill the American. Jenny is horrified at what she has done. But then, the translator explains that the patient's condition has nothing to do with the operation. The day before, her husband beat her up because she was not home in time to prepare dinner for him.
Ertesi sabah, sözümona kliniğe tekrar geldiğinde, ilk hastasını, kocasıyla beraber kendisini beklerken buluyor. Kadının yüzü karpuz gibi şişmiş vaziyette. O kadar şişmiş ki gözleri bile seçilemiyor. Koca öfkeli ve Amerikalı kadın'ı ölümle tehdit ediyor. Jenny kadına yaptığı şey yüzünden dehşet içinde, ama tercümanı durumu açıklıyor hastanın yüzü operasyon yüzünden şişmemiş. Önceki gün kocası, kendisine yemek hazırlaması gereken saatte evde olmadığı için kadını dövmüş.
Millions of women live like this today. They are the poorest of the poor. Although women do two-thirds of the world's labor, they own less than one percent of the world's assets. They are paid less than men for the same work, if they're paid at all, and they remain vulnerable because they have no economic independence, and they are constantly threatened by exploitation, violence and abuse. It is a fact that giving women education, work, the ability to control their own income, inherit and own property benefits the society. If a woman is empowered, her children and her family will be better off. If families prosper, the village prospers, and eventually, so does the whole country.
Bugün milyonlarca kadın bu şekilde yaşıyor. Onlar yoksulların en yoksulu. Dünyadaki toplam iş gücünün üçte ikisi kadınlara ait olduğu halde, onlar dünyadaki toplam zenginliğin yüzde birine sahipler. Onlara emekleri için para ödendiği zaman bile erkeklerden düşük ücretlerle çalıştırılıyor ve savunmasız kalıyorlar çünkü ekonomik özgürlükleri yok, ve hayatları devamlı olarak istismar, şiddet ve taciz gölgesi altında sürüyor. Kadınlara eğitim, iş ve kendi gelirlerini kontrol edebilme yetisi, miras ve mal edinme hakkı vermek muhakkak ki toplumun yararınadır. Kadın güçlendiğinde, çocukları ve ailesi de daha iyi koşullarda yaşamaya başlar. Aileler refaha kavuştuğunda köyler refaha kavuşur, ve eninde sonunda da tüm ülke.
Wangari Maathai goes to a village in Kenya. She talks with the women and explains that the land is barren because they have cut and sold the trees. She gets the women to plant new trees and water them, drop by drop. In a matter of five or six years, they have a forest, the soil is enriched, and the village is saved.
Wangari Maathai Kenya'da bir köye gider. Kadınlarla konuşur ve onlara toprağın neden verimsiz olduğunu açıklar ağaçları kesip satmışlardır. Kadınları yeni ağaçlar dikmeye ve onları azar azar da olsa sulamaya ikna eder. Beş altı yıl içinde, bir ormana kavuşurlar, toprak zenginleşir ve köy kötü kaderinden kurtulur.
The poorest and most backward societies are always those that put women down. Yet this obvious truth is ignored by governments and also by philanthropy. For every dollar given to a women's program, 20 dollars are given to men's programs. Women are 51 percent of humankind. Empowering them will change everything, more than technology and design and entertainment. I can promise you that women working together -- linked, informed and educated -- can bring peace and prosperity to this forsaken planet. In any war today, most of the casualties are civilians, mainly women and children. They are collateral damage. Men run the world, and look at the mess we have. What kind of world do we want? This is a fundamental question that most of us are asking. Does it make sense to participate in the existing world order? We want a world where life is preserved and the quality of life is enriched for everybody, not only for the privileged.
Kadınların baskı altında tutulduğu toplumlar her zaman en yoksul ve en geri kalmış toplumlar olagelmiştir. Durum bu kadar aşikar olmasına karşın hükümetlerce, ve hatta yardımseverlerce görmezden gelinir. Kadınlarla ilgili bir fona bir dolar verilirken, erkeklerle ilgili olana 20 dolar verilir. Kadınlar insanlığın yüzde 51'ini oluşturuyor. Onları güçlendirmek, teknoloji, tasarım ve eğlence eğlence dünyasının değiştirebileceğinden fazlasını değiştirecek. Sizi temin ederim ki dünyadan haberdar, bilgili ve eğitimli kadınların birlikte çalışması, bu ıssız gezegene barış ve refah getirebilecek bir şeydir. Bugün pek çok savaşta, savaş kurbanlarının çoğunluğu sivillerdir, daha ziyade kadınlar ve çocuklar. Onlar kim vurduya gidenlerdir. Erkekler dünyayı yönetiyor ve bakın nasıl berbat bir durumdayız. Nasıl bir dünya istiyoruz? Bu, pek çoğumuzun sorduğu çok mühim bir soru. Şu anki dünya düzenini sürdürmeye çalışmak makul bir şey mi? Sadece ayrıcalıklılar için değil herkes için yaşam hakkının korunduğu ve yaşam kalitesinin yükseltildiği bir dünya istiyoruz.
In January, I saw an exhibit of Fernando Botero's paintings at the UC Berkeley library. No museum or gallery in the United States, except for the New York gallery that carries Botero's work, has dared to show the paintings, because the theme is the Abu Ghraib prison. They are huge paintings of torture and abuse of power, in the voluminous Botero style. I have not been able to get those images out of my mind or my heart.
Ocak ayında California Berkeley Ünv. kütüphanesinde açılan Fernando Botero'nun resim sergisini gezdim. Botero'nun çalışmalarını sürdürdüğü New York galerisi hariç, ABD'deki hiçbir müze ya da galeri, bu tabloları teşhir etmeye cesaret gösteremiyor, çünkü eserlerin teması Ebu Garip cezaevi. Bu resimler, Botero'nun görkemli üslubunu taşıyan, işkence ve kötü muamele konulu devasa tablolar. Bu tablolarda gördüklerimi ne kafamdan ne de yüreğimden söküp atabilmiş değilim.
What I fear most is power with impunity. I fear abuse of power, and the power to abuse. In our species, the alpha males define reality, and force the rest of the pack to accept that reality and follow the rules. The rules change all the time, but they always benefit them, and in this case, the trickle-down effect, which does not work in economics, works perfectly. Abuse trickles down from the top of the ladder to the bottom. Women and children, especially the poor, are at the bottom. Even the most destitute of men have someone they can abuse -- a woman or a child. I'm fed up with the power that a few exert over the many through gender, income, race and class.
Hayatta en çok korktuğum şey denetimsiz güç. Gücün istismarından ve istismara odaklı güçten korkuyorum. Bizim türümüzde, erk sahibi erkekler gerçekliği tanımlar ve diğer herkesi bu gerçekliği kabul etmeye ve kurallara uymaya zorlarlar. Bu kurallar her zaman değişir ama onlar çıkarlarını hep korurlar, ve şu durumda aslında ekonomi için berbat bir uygulama olan "damlama etkisi" onlar için bulunmaz nimet. Merdivenin üstünden altına doğru "damlayan" aslında sömürü. Kadınlar ve çocuklar, özellikle de fakir olanlar en dipteler. En yoksul erkeğin bile istismar edebileceği biri var --bu ya bir kadın ya bir çocuk. Küçük bir azınlığın, cinsiyet, gelir, ırk ve sınıf farklılıklarını kullanarak çoğunluk üzerinde egemenlik kurmasından yoruldum artık.
I think that the time is ripe to make fundamental changes in our civilization. But for real change, we need feminine energy in the management of the world. We need a critical number of women in positions of power, and we need to nurture the feminine energy in men. I'm talking about men with young minds, of course. Old guys are hopeless; we have to wait for them to die off.
Yaşadığımız sistemde radikal değişiklikler yapma zamanının geldiğini düşünüyorum. Ama dünyanın düzenini esaslı bir değişliğe uğratmak için dişi enerjiye ihtiyacımız var. Çok sayıda kadını güçlü ve etkili olabilecekleri konumlara taşımaya ihtiyacımız var. ve tabii erkeklerdeki dişil enerjiyi güçlendirmeye de. Elbette bahsettiğim erkekler taze zihinlere sahip olanlar. Yaşlılar umutsuz vaka, onların ölmesini beklememiz gerekiyor.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Yes, I would love to have Sophia Loren's long legs and legendary breasts. But given a choice, I would rather have the warrior hearts of Wangari Maathai, Somaly Mam, Jenny, and Rose Mapendo. I want to make this world good. Not better -- but to make it good. Why not? It is possible. Look around in this room -- all this knowledge, energy, talent and technology. Let's get off our fannies, roll up our sleeves and get to work, passionately, in creating an almost-perfect world.
İsterdim ki Sophia Loren'inkiler gibi bacaklarım ve efsanevi göğüslerim olsun. Yine de bana seçme şansı verilse, Wangari Maathai'nin, Somaly Mam'ın, Jenny'nin ve Rose Mapendo'nun savaşçı kalbine sahip olmayı yeğlerdim. Bu dünyayı güzel bir yer haline getirmek istiyorum. Daha güzel değil, sadece güzel bir yer. Neden olmasın ki? Gayet mümkün bu. Şu salona bir bakın -- bütün bu bilgi, enerji, yetenek ve teknolojiye bakın. Hadi, mükemmele yakın bir dünya yaratmak için, popomuzu kaldırıp, kolları sıvayarak tutkuyla işe koyulalım.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause and cheers)