Human beings start putting each other into boxes the second that they see each other -- Is that person dangerous? Are they attractive? Are they a potential mate? Are they a potential networking opportunity? We do this little interrogation when we meet people to make a mental resume for them. What's your name? Where are you from? How old are you? What do you do? Then we get more personal with it. Have you ever had any diseases? Have you ever been divorced? Does your breath smell bad while you're answering my interrogation right now? What are you into? Who are you into? What gender do you like to sleep with?
İnsanlar birbirlerini gördükleri ilk andan başlayarak birbirlerini kutuların içine koymaya başlar. "O kişi tehlikeli mi? Çekici mi? Potansiyel bir eş mi? Potansiyel bir ağ kurma fırsatı mı?" İnsanlarla tanıştığımızda onların zihinsel bir özgeçmişini çıkarmak için bu küçük sorgulamayı yaparız. "Adın ne? Neredensin? Kaç yaşındasın? Ne yapıyorsun?" Sonra bu sorgulamada daha kişiselleşiriz. "Hiç hastalığın oldu mu?" "Hiç boşandın mı?" "Tam şu anda sorularıma cevap verirken nefesin kokuyor mu?" "Neyle ilgilisin? Kimle ilgilisin?" "Hangi cinsiyetle yatmaktan hoşlanırsın?"
I get it. We are neurologically hardwired to seek out people like ourselves. We start forming cliques as soon as we're old enough to know what acceptance feels like. We bond together based on anything that we can -- music preference, race, gender, the block that we grew up on. We seek out environments that reinforce our personal choices. Sometimes, though, just the question "what do you do?" can feel like somebody's opening a tiny little box and asking you to squeeze yourself inside of it. Because the categories, I've found, are too limiting. The boxes are too narrow. And this can get really dangerous.
Anlıyorum. Kendimiz gibi insanları bulmak için nörolojik olarak programlanmış vaziyetteyiz. Kabul görmenin nasıl hissettirdiğini bilecek yaşa geldiğimiz gibi gruplar oluşturmaya başlarız. Ne bulabiliyorsak onun etrafında birbirimize bağlanırız. Müzik tercihi, ırk, cinsiyet, büyüdüğümüz mahalle... Kişisel seçimlerimizi destekleyen çevreler ararız. Oysaki bazen sadece "Ne iş yaparsın?" sorusu bile sanki biri küçük bir kutuyu açıyormuş ve bizden onun içine sıkışmamızı istiyormuş gibi hissettirir. Çünkü kategoriler -fark ettim ki- çok sınırlayıcı. Kutular çok dar. Ve bu gerçekten tehlikeli bir hal alabilir.
So here's a disclaimer about me, though, before we get too deep into this. I grew up in a very sheltered environment. I was raised in downtown Manhattan in the early 1980s, two blocks from the epicenter of punk music. I was shielded from the pains of bigotry and the social restrictions of a religiously-based upbringing. Where I come from, if you weren't a drag queen or a radical thinker or a performance artist of some kind, you were the weirdo. (Laughter) It was an unorthodox upbringing, but as a kid on the streets of New York, you learn how to trust your own instincts, you learn how to go with your own ideas.
Yalnız bu konuda daha derine inmeden kendimle ilgili bir "sorumluluk reddi"nde bulunayım. Ben çok korunaklı bir çevrede büyüdüm. 1980'lerin ilk yıllarında Manhattan'ın merkezinde yetiştirildim; punk müziğin merkez üssünden iki ada mesafede. Yobazlığın acılarından ve din tabanlı bir yetiştirmenin sosyal kısıtlamalarından korunmuştum. Benim geldiğim yerde, bir "drag queen" (kadın kılığına giren erkek sahne sanatçısı) ya da radikal bir düşünür ya da bir çeşit performans sanatçısı değilseniz, garip olan sizdiniz. (Gülüşmeler) Bu, geleneklere aykırı bir yetiştirmeydi fakat New York sokaklarında bir çocuk olarak içgüdülerinize nasıl güveneceğinizi öğreniyorsunuz, kendi fikirlerinizle büyümeyi öğreniyorsunuz.
So when I was six, I decided that I wanted to be a boy. I went to school one day and the kids wouldn't let me play basketball with them. They said they wouldn't let girls play. So I went home, and I shaved my head, and I came back the next day and I said, "I'm a boy." I mean, who knows, right? When you're six, maybe you can do that. I didn't want anyone to know that I was a girl, and they didn't. I kept up the charade for eight years.
Ve ben de, altı yaşına geldiğimde erkek olmak istediğime karar verdim. Bir gün okula gitmiştim ve çocuklar onlarla basketbol oynamama izin vermedi. Kızları oynatmadıklarını söylediler. Bunun üzerine ben de eve gittim ve kafamı tıraşladım ve sonraki gün geri gittim ve "Ben erkeğim." dedim. Yani, kim bilecek, değil mi? 6 yaşındayken bunu belki yapabilirsiniz. Kimsenin kız olduğumu bilmesini istemedim ve onlar da bilmediler. Bu numarayı sekiz yıl sürdürdüm.
So this is me when I was 11. I was playing a kid named Walter in a movie called "Julian Po." I was a little street tough that followed Christian Slater around and badgered him. See, I was also a child actor, which doubled up the layers of the performance of my identity, because no one knew that I was actually a girl really playing a boy. In fact, no one in my life knew that I was a girl -- not my teachers at school, not my friends, not the directors that I worked with. Kids would often come up to me in class and grab me by the throat to check for an Adam's apple or grab my crotch to check what I was working with. When I would go to the bathroom, I would turn my shoes around in the stalls so that it looked like I was peeing standing up. At sleepovers I would have panic attacks trying to break it to girls that they didn't want to kiss me without outing myself.
Bu benim, 11 yaşındayken. "Julian Po" diye bir filmde Walter adında bir çocuğu oynuyordum. Christian Slater'ı takip eden ve ona rahat vermeyen küçük bir sokak kabadayısıydım. Yani, ben aynı zamanda bir çocuk aktördüm ve bu benim kimliğimin performans katmanlarını ikiye katladı çünkü aslında bir kız olduğumu ve gerçekten erkeği oynadığımı kimse bilmiyordu. Aslında, hayatımdaki hiç kimse kız olduğumu bilmiyordu; ne okuldaki öğretmenlerim, ne arkadaşlarım, ne birlikte çalıştığım yönetmenler... Çocuklar genellikle sınıfta bana gelirlerdi ve âdemelmamı kontrol etmek için boğazımı tutarlardı ya da kasığımı tutup ne olduğunu kontrol ederlerdi. Tuvalete gittiğimde ayakta işiyormuş gibi görünmek için kabinde ayakkabılarımı ters çevirirdim. Arkadaşlarıma kalmaya gittiğimde kendimi açık etmeden kızlara beni öpmek istemeyeceklerini anlatmak için panik ataklar geçirirdim.
It's worth mentioning though that I didn't hate my body or my genitalia. I didn't feel like I was in the wrong body. I felt like I was performing this elaborate act. I wouldn't have qualified as transgender. If my family, though, had been the kind of people to believe in therapy, they probably would have diagnosed me as something like gender dysmorphic and put me on hormones to stave off puberty. But in my particular case, I just woke up one day when I was 14, and I decided that I wanted to be a girl again. Puberty had hit, and I had no idea what being a girl meant, and I was ready to figure out who I actually was.
Fakat şunu da ifade etmem gerekir ki bedenimden ya da cinsel organlarımdan nefret etmiyordum. Yanlış bir bedendeymişim gibi hissetmiyordum. Özenle hazırlanmış bir numara yapıyor gibi hissediyordum. Bir transgender kabul edilemezdim. Fakat ailem, terapiye inanan bir aile olsaydı beni muhtemelen cinsiyet algısı bozukluğu gibi bir şeyle teşhis ederlerdi ve ergenliği atlatan hormonlar verirlerdi. Fakat benim kendi hikâyemde, 14 yaşındayken bir gün uyandım ve tekrar kız olmak istediğime karar verdim. Ergenlik gelmişti ve kız olmanın ne demek olduğuna dair bir fikrim yoktu ve gerçekten kim olduğumu bulmaya hazırdım.
When a kid behaves like I did, they don't exactly have to come out, right? No one is exactly shocked. (Laughter) But I wasn't asked to define myself by my parents. When I was 15, and I called my father to tell him that I had fallen in love, it was the last thing on either of our minds to discuss what the consequences were of the fact that my first love was a girl. Three years later, when I fell in love with a man, neither of my parents batted an eyelash either. See, it's one of the great blessings of my very unorthodox childhood that I wasn't ever asked to define myself as any one thing at any point. I was just allowed to be me, growing and changing in every moment.
Bir çocuk benim gibi davranırken gerçeği itiraf etmesi gerekmez, değil mi? Ve kimse de tam şok olmaz. (Gülüşmeler) Fakat ebeveynlerim benden kendimi tanımlamamı istemedi. 15 yaşındayken, aşık olduğumu söylemek için babamla konuştuğumda; ilk aşkımın bir kız olduğu gerçeğinin ne gibi sonuçları olacağını tartışmak ikimizin de aklındaki son şeydi. Üç yıl sonra bir adama aşık olduğum zaman ebeveynlerim istiflerini bile bozmadılar. Bakın, herhangi bir noktada herhangi bir şey olarak kendimi tanımlamamın istenmemiş olması, gayet geleneklere aykırı olan çocukluğumun müthiş nimetlerinden biridir. Her anın içinde büyüyerek ve değişerek, sadece kendim olmama izin verilmişti.
So four, almost five years ago, Proposition 8, the great marriage equality debate, was raising a lot of dust around this country. And at the time, getting married wasn't really something I spent a lot of time thinking about. But I was struck by the fact that America, a country with such a tarnished civil rights record, could be repeating its mistakes so blatantly. And I remember watching the discussion on television and thinking how interesting it was that the separation of church and state was essentially drawing geographical boundaries throughout this country, between places where people believed in it and places where people didn't. And then, that this discussion was drawing geographical boundaries around me.
Dört, neredeyse beş yıl önce, 8 numaralı yasa teklifi, şu büyük evlilik eşitliği tartışması bu ülkede büyük toz koparıyordu. Ve o zaman, evlenmek gerçekten pek üzerine düşündüğüm bir şey değildi fakat Amerika gibi, böylesi lekeli bir vatandaşlık hakları geçmişi olan bir ülkenin, hatalarını bu kadar bariz bir şekilde tekrar edebiliyor olması beni çarpmıştı. Ve televizyondaki tartışmayı izlediğimi ve şunun ne kadar ilginç olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum: Din ve devlet ayrımı, bu ülkenin tamamında, coğrafi sınırlar çiziyordu aslında, ona inananların olduğu yerlerle inanmayanların olduğu yerler arasında. Ve sonra, bu tartışmanın, benim çevremde coğrafi sınırlar çizdiğini düşündüm.
If this was a war with two disparate sides, I, by default, fell on team gay, because I certainly wasn't 100 percent straight. At the time I was just beginning to emerge from this eight-year personal identity crisis zigzag that saw me go from being a boy to being this awkward girl that looked like a boy in girl's clothes to the opposite extreme of this super skimpy, over-compensating, boy-chasing girly-girl to finally just a hesitant exploration of what I actually was, a tomboyish girl who liked both boys and girls depending on the person.
Bu eğer iki apayrı taraf arasındaki bir savaşsa, ben kafadan, gey takımına düşüyordum çünkü kesinlikle yüzde yüz hetero değildim. O zamanlar; erkek çocukluktan kız giysileri içindeki erkek görünümlü kız çocuğuna daha sonra karşı uçtaki, süper kısa giyinen, aşırı telafi çabasında olan, erkek peşindeki kız gibi kıza ve nihayet son olarak, aslında kim olduğumun yalnız ikircikli bir keşfine, kişiye göre hem erkeklerden hem kızlardan hoşlanan erkek Fatmamsı bir kıza evrildiğim, sekiz yıllık zikzaklı kimlik krizimden yeni çıkmaya başlıyordum.
I had spent a year photographing this new generation of girls, much like myself, who fell kind of between-the-lines -- girls who skateboarded but did it in lacy underwear, girls who had boys' haircuts but wore girly nail polish, girls who had eyeshadow to match their scraped knees, girls who liked girls and boys who all liked boys and girls who all hated being boxed in to anything. I loved these people, and I admired their freedom, but I watched as the world outside of our utopian bubble exploded into these raging debates where pundits started likening our love to bestiality on national television. And this powerful awareness rolled in over me that I was a minority, and in my own home country, based on one facet of my character. I was legally and indisputably a second-class citizen.
Bana çok benzeyen, bi' nevi satır aralarına düşen bu yeni nesil kızların fotoğraflarını çekerek bir sene geçirmiştim; kaykay yapan ama bunu dantelli iç çamaşırlarıyla yapan kızlar, erkek saç kesimli olan ama tipik kız ojeli kızlar, yaralı dizlerine uyacak göz farı süren kızlar, erkeklerden ve kızlardan hoşlanan kızlar, sadece erkeklerden hoşlanan kızlar ve herhangi bir kalıba sokulmaktan nefret eden kızlar... Bu insanları çok sevdim ve onların özgürlüklerine hayranlık duydum fakat bizim ütopyacı fanusumuzun dışındaki dünyanın, ulusal televizyonda alimlerin, aşkımızı bestiyaliteye benzettikleri öfkeli tartışmalarla dolup taştığını izledim. Ve güçlü bir farkındalık üzerime sindi; ben bir azınlıktım ve kendi ülkemde, karakterimin bir özelliğinden dolayı kanunen ve kesin olarak ikinci sınıf bir vatandaştım.
I was not an activist. I wave no flags in my own life. But I was plagued by this question: How could anyone vote to strip the rights of the vast variety of people that I knew based on one element of their character? How could they say that we as a group were not deserving of equal rights as somebody else? Were we even a group? What group? And had these people ever even consciously met a victim of their discrimination? Did they know who they were voting against and what the impact was?
Ben bir aktivist değildim. Kendi hayatımda bayrak sallamam. Fakat bu soru beni rahatsız etmişti: Nasıl olur da herhangi biri, benim tanıdığım bunca farklı insanın haklarını, karakterlerinin bir parçasından yola çıkarak yok etmek için oy verebildi? Bizim bir grup olarak başka biriyle eşit hakları hak etmediğimizi nasıl söyleyebiliyorlardı? Biz hatta bir grup muyduk? Ne grubu? Ve bu insanlar hiç bilinçli olarak ayrımcılıklarının bir kurbanıyla tanışmışlar mıydı? Kime karşı oy kullandıklarını ve bunun etkisinin ne olduğunu biliyorlar mıydı?
And then it occurred to me, perhaps if they could look into the eyes of the people that they were casting into second-class citizenship it might make it harder for them to do. It might give them pause. Obviously I couldn't get 20 million people to the same dinner party, so I figured out a way where I could introduce them to each other photographically without any artifice, without any lighting, or without any manipulation of any kind on my part. Because in a photograph you can examine a lion's whiskers without the fear of him ripping your face off.
Ve sonra aklıma şu geldi: Belki ikinci sınıf vatandaşlığa attıkları insanların gözlerine bakabilseler bu onları, yaptıklarını daha zor yapar hale getirebilirdi, onları düşündürebilirdi. Açık ki 20 milyon kişiyi aynı akşam yemeği partisine toplayamazdım ben de onları birbirleriyle fotoğraf yoluyla tanıştırabileceğim bir yol buldum, hiçbir hile olmadan, hiçbir ışıklandırma olmadan ya da benim tarafımdan hiçbir çeşitte bir manipülasyon olmadan; çünkü fotoğrafta bir aslanın bıyıklarını yüzünüzü parçalaması korkusu olmadan inceleyebilirsiniz.
For me, photography is not just about exposing film, it's about exposing the viewer to something new, a place they haven't gone before, but most importantly, to people that they might be afraid of. Life magazine introduced generations of people to distant, far-off cultures they never knew existed through pictures. So I decided to make a series of very simple portraits, mugshots if you will. And I basically decided to photograph anyone in this country that was not 100 percent straight, which, if you don't know, is a limitless number of people.
Benim için, fotoğraf sadece filmi göstermekle ilgili değil; seyirciyi yeni bir şeyle, daha önce gitmediği bir yerle karşı karşıya bırakmakla ilgili fakat en önemlisi korkuyor olabilecekleri insanlarla. Life dergisi nesillerce insana, varolduklarından habersiz oldukları uzak kültürleri fotoğraflar yoluyla tanıttı. Ben de çok basit bir portre serisi yapmaya karar verdim, sabıka fotoğrafları bi' nevi. Ve ben aslında bu ülkedeki yüzde yüz hetero olmayan herkesi fotoğraflamaya karar verdim ki eğer bilmiyorsanız, bu, sonsuz sayıda insan demek.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
So this was a very large undertaking, and to do it we needed some help. So I ran out in the freezing cold, and I photographed every single person that I knew that I could get to in February of about two years ago. And I took those photographs, and I went to the HRC and I asked them for some help. And they funded two weeks of shooting in New York. And then we made this.
Yani, bu çok büyük bir girişimdi ve yapmak için yardıma ihtiyacımız vardı. Böylece dondurucu soğukta dışarı çıktım ve iki sene öncenin şubatında ulaşabileceğimi bildiğim her bir insanı fotoğrafladım. Ve o fotoğrafları aldım ve HRC'ye gittim ve onlardan yardım istedim. Ve onlar New York'ta iki haftalık çekimi finanse ettiler. Ve sonra bunu yaptık.
(Music)
(Müzik)
Video: I'm iO Tillett Wright, and I'm an artist born and raised in New York City. (Music)
Video: Ben iO Tillett Wright; New York'ta doğmuş ve yetişmiş bir sanatçıyım. (Müzik)
Self Evident Truths is a photographic record of LGBTQ America today. My aim is to take a simple portrait of anyone who's anything other than 100 percent straight or feels like they fall in the LGBTQ spectrum in any way. My goal is to show the humanity that exists in every one of us through the simplicity of a face. (Music)
Kendinden Menkul Gerçekler, LGBTQ Amerikası'nın fotoğrafik bir kaydı. Amacım, yüzde yüz hetero olmayan ya da herhangi bir şekilde LGBTQ tayfına düştüğünü hisseden herkesin basit bir portresini çekmek. Hedefim, hepimizin içinde varolan insanlığı bir yüzün sadeliği üzerinden göstermek. (Müzik)
"We hold these truths to be self-evident that all men are created equal." It's written in the Declaration of Independence. We are failing as a nation to uphold the morals upon which we were founded. There is no equality in the United States.
"Bu gerçekleri kendinden menkul kabul ediyoruz; tüm insanlar eşit yaratılmıştır." Bu, Bağımsızlık Bildirgesi'nde yazıyor. Bir ülke olarak, üzerine kurulduğumuz ahlaki değerleri sürdürmekte başarısız oluyoruz. Birleşik Devletler'de eşitlik yok.
["What does equality mean to you?"] ["Marriage"] ["Freedom"] ["Civil rights"] ["Treat every person as you'd treat yourself"]
[Eşitlik senin için ne ifade ediyor?] ["Evlilik"] ["Özgürlük"] ["Vatandaşlık hakları"] ["Her insana, kendine davranacağın gibi davran"]
It's when you don't have to think about it, simple as that. The fight for equal rights is not just about gay marriage. Today in 29 states, more than half of this country, you can legally be fired just for your sexuality.
Üzerine düşünmen gerekmediği zaman olmuş demektir; bu kadar basit. Eşit haklar için mücadele sadece gey evlilikleriyle ilgili değil. Bugün 29 eyalette, ülkenin yarısından daha fazlasında, sadece cinselliğin nedeniyle yasal olarak kovulabilirsin.
["Who is responsible for equality?"]
["Eşitlikten kim sorumlu?"]
I've heard hundreds of people give the same answer: "We are all responsible for equality." So far we've shot 300 faces in New York City. And we wouldn't have been able to do any of it without the generous support of the Human Rights Campaign. I want to take the project across the country. I want to visit 25 American cities, and I want to shoot 4,000 or 5,000 people. This is my contribution to the civil rights fight of my generation. I challenge you to look into the faces of these people and tell them that they deserve less than any other human being. (Music)
Yüzlerce insanın aynı cevabı verdiğini duydum: "Eşitlikten hepimiz sorumluyuz." Şimdiye kadar New York City'de 300 yüz çektik. Ve İnsan Hakları Kampanyası'nın cömert desteği olmadan bunun hiçbirini yapamazdık. Projeyi tüm ülkeye genişletmek istiyorum. 25 Amerikan şehrini ziyaret etmek ve 4000 ya da 5000 kişiyi çekmek istiyorum. Bu, neslimin vatandaşlık hakları mücadelesine benim katkım. Sizi bu insanların yüzlerine bakmaya ve onlara başka herhangi bir insandan daha azını hak ettiklerini söylemeye davet ediyorum. (Müzik)
["Self evident truths"] ["4,000 faces across America"]
["Kendinden Menkul Gerçekler"] ["Amerika boyunca 4000 yüz"]
(Music) (Applause)
(Müzik) (Alkış)
iO Tillett Wright: Absolutely nothing could have prepared us for what happened after that. Almost 85,000 people watched that video, and then they started emailing us from all over the country, asking us to come to their towns and help them to show their faces. And a lot more people wanted to show their faces than I had anticipated. So I changed my immediate goal to 10,000 faces. That video was made in the spring of 2011, and as of today I have traveled to almost 20 cities and photographed almost 2,000 people.
iO Tillett Wright: Bizi bunun sonrasında olanlara kesinlikle hiçbir şey hazırlayamazdı. Neredeyse 85 bin kişi o videoyu izledi ve sonra bize ülkenin her yerinden e-posta göndermeye başladılar, şehirlerine gelmemizi ve yüzlerini göstermelerine yardım etmemizi istiyorlardı. Ve beklediğimden çok daha fazla insan yüzünü göstermek istedi. Ben de yakın hedefimi 10 bin yüz olarak değiştirdim. O video 2011 baharında yapılmıştı ve bugün itibariyle neredeyse 20 şehre gittim ve neredeyse 2000 kişiyi fotoğrafladım.
I know that this is a talk, but I'd like to have a minute of just quiet and have you just look at these faces because there is nothing that I can say that will add to them. Because if a picture is worth a thousand words, then a picture of a face needs a whole new vocabulary.
Bunun bir konuşma olduğunu biliyorum, fakat sadece sessiz bir dakika rica ediyorum ve sadece bu yüzlere bakmanızı istiyorum çünkü söyleyip de onlara ekleyebileceğim hiçbir şeyim yok. Çünkü eğer bir resim bin kelimeye bedelse bir yüzün resminin tamamen yeni bir söz dağarcığına gereksinimi vardır.
So after traveling and talking to people in places like Oklahoma or small-town Texas, we found evidence that the initial premise was dead on. Visibility really is key. Familiarity really is the gateway drug to empathy. Once an issue pops up in your own backyard or amongst your own family, you're far more likely to explore sympathy for it or explore a new perspective on it. Of course, in my travels I met people who legally divorced their children for being other than straight, but I also met people who were Southern Baptists who switched churches because their child was a lesbian. Sparking empathy had become the backbone of Self Evident Truths.
Böylece, dolaşıp Oklahoma ve Texas'ın küçük kasabaları gibi yerlerde insanlarla konuştuktan sonra anladık ki ilk önermemiz kesin doğruydu. Görünürlük gerçekten hayatiydi. Aşinalık gerçekten empatiye götüren "geçiş maddesi"ydi. Bir mevzu kendi arka bahçenizde ya da ailenizde ortaya çıkıverince onun için sempati geliştirmeye ya da üzerinde yeni bir perspektif geliştirmeye çok daha yatkın oluyorsunuz. Tabii ki, seyahatlerimde çocuklarından hetero olmadıkları için kanunen ayrılan insanlarla tanıştım fakat çocukları lezbiyen olduğu için kiliselerini değiştirmiş Güney Vaftizcileri'yle de tanıştım. Empatiyi ateşlemek Kendinden Menkul Gerçekler'in belkemiği oldu
But here's what I was starting to learn that was really interesting: Self Evident Truths doesn't erase the differences between us. In fact, on the contrary, it highlights them. It presents, not just the complexities found in a procession of different human beings, but the complexities found within each individual person. It wasn't that we had too many boxes, it was that we had too few.
fakat öğrenmeye başladığım gerçekten ilginç olan şey şu: Kendinden Menkul Gerçekler aramızdaki farklılıkları silmiyor; aslında, tersine, onları vurguluyor. Sadece, bir dizi farklı insanda bulunan karmaşıklıkları değil, her bir kişinin kendi içinde bulunan karmaşıklıkları da ortaya koyuyor. Konu, çok fazla "kutumuz" olması değil, çok az kutumuz olmasıydı.
At some point I realized that my mission to photograph "gays" was inherently flawed, because there were a million different shades of gay. Here I was trying to help, and I had perpetuated the very thing I had spent my life trying to avoid -- yet another box. At some point I added a question to the release form that asked people to quantify themselves on a scale of one to 100 percent gay. And I watched so many existential crises unfold in front of me. (Laughter) People didn't know what to do because they had never been presented with the option before. Can you quantify your openness?
Bir noktada fark ettim ki "gey"leri fotoğraflama görevim özünde kusurluydu çünkü geyin milyonlarca farklı tonu vardı. Burada yardım etmeye çalışıyordum ve önlemeye çalışmakla hayatımı geçirdiğim o şeyi devam ettiriyordum, bir başka kutu daha. Bir noktada, değerlendirme formuna insanlara kendilerini yüzde 1 gey ile yüzde 100 gey arasında konumlandırmalarını isteyen bir soru koydum ve gözlerimin önünde o kadar çok varoluşsal krizin ortaya çıkışına tanık oldum ki. (Gülüşmeler) İnsanlar ne yapacaklarını bilmiyorlardı çünkü bu seçenek daha önce onlara sunulmamıştı. Açıklığınızı ölçebilir misiniz?
Once they got over the shock, though, by and large people opted for somewhere between 70 to 95 percent or the 3 to 20 percent marks. Of course, there were lots of people who opted for a 100 percent one or the other, but I found that a much larger proportion of people identified as something that was much more nuanced. I found that most people fall on a spectrum of what I have come to refer to as "Grey."
Fakat şoku atlattıktan sonra, insanlar, genel olarak yüzde 70 ve 95 ya da yüzde 3 ve 20 aralıklarını tercih ettiler. Tabii ki, şu veya bu şekilde yüzde 100'ü tercih eden birçok insan vardı fakat gördüm ki insanların çok daha büyük bir kesimi kendilerini çok daha hassas bir noktada tanımladılar. Gördüm ki, çoğu insan benim "gri" olarak bahsetmeye başladığım tayfa düşüyor.
Let me be clear though -- and this is very important -- in no way am I saying that preference doesn't exist. And I am not even going to address the issue of choice versus biological imperative, because if any of you happen to be of the belief that sexual orientation is a choice, I invite you to go out and try to be grey. I'll take your picture just for trying. (Laughter) What I am saying though is that human beings are not one-dimensional. The most important thing to take from the percentage system is this: If you have gay people over here and you have straight people over here, and while we recognize that most people identify as somewhere closer to one binary or another, there is this vast spectrum of people that exist in between.
Yalnız, izin verin, şunu netlikle ifade edeyim -ki bu çok önemli-: Ben, hiçbir şekilde, tercihin olmadığını söylemiyorum; ve "seçime karşı biyolojik zorunluluk" konusuna değinmeyeceğim bile çünkü eğer herhangi biriniz cinsel yönelimin bir seçim olduğuna inanıyorsa sizi dışarı çıkıp "gri" olmaya davet ediyorum. Sadece denediğiniz için resminizi çekerim. (Gülüşmeler) Oysaki söylediğim şey, insanların tek boyutlu olmadığıdır. Yüzde sisteminden çıkaracağımız en önemli şey şudur: Burada gey insanlar varsa ve burada hetero insanlar varsa ve biz, çoğu insanın kendini iki uçtan birine ya da diğerine daha yakın olarak tanımladığını kabul ederken bu ikisinin arasında var olan insanların oluşturduğu koskoca bir tayf var;
And the reality that this presents is a complicated one. Because, for example, if you pass a law that allows a boss to fire an employee for homosexual behavior, where exactly do you draw the line? Is it over here, by the people who have had one or two heterosexual experiences so far? Or is it over here by the people who have only had one or two homosexual experiences thus far? Where exactly does one become a second-class citizen?
ve bunun ortaya koyduğu gerçeklik karmaşık bir gerçeklik çünkü, mesela, bir patrona çalışanı homoseksüel davranış yüzünden kovmaya izin veren bir kanunu geçirirseniz sınırı tam olarak nerede çizeceksiniz? Şu ana kadar bir ya da iki heteroseksüel deneyim yaşamışların olduğu burada mı? Ya da şimdiye kadar bir ya da iki homoseksüel deneyim yaşamışların olduğu burada mı? Bir kişi tam olarak nerede ikinci sınıf vatandaş oluyor?
Another interesting thing that I learned from my project and my travels is just what a poor binding agent sexual orientation is. After traveling so much and meeting so many people, let me tell you, there are just as many jerks and sweethearts and Democrats and Republicans and jocks and queens and every other polarization you can possibly think of within the LGBT community as there are within the human race. Aside from the fact that we play with one legal hand tied behind our backs, and once you get past the shared narrative of prejudice and struggle, just being other than straight doesn't necessarily mean that we have anything in common.
Projemden ve seyahatlerimden öğrendiğim başka ilginç bir şey cinsel yönelimin aslında ne kadar zayıf bir bağlayıcı olduğu. Bu kadar seyahat ettikten ve bu kadar kişiyle konuştuktan sonra size şunu söyleyeyim: İnsan ırkının içinde ne kadar pislik ve tatlı insan ve demokrat ve cumhuriyetçi ve aklınıza gelebilecek her türlü kutuplaşmadan insan varsa LGBT topluluğunda da o kadar var. Hukuki olarak bir elimizin bağlı olduğu gerçeğini bir yana bırakacak olursak ve müşterek önyargı ve mücadele söylemini bir kez aştığınızda, hetero dışında bir şey olmak, tek başına, illa ortak herhangi bir şeyimiz olduğu anlamına gelmiyor.
So in the endless proliferation of faces that Self Evident Truths is always becoming, as it hopefully appears across more and more platforms, bus shelters, billboards, Facebook pages, screen savers, perhaps in watching this procession of humanity, something interesting and useful will begin to happen. Hopefully these categories, these binaries, these over-simplified boxes will begin to become useless and they'll begin to fall away. Because really, they describe nothing that we see and no one that we know and nothing that we are. What we see are human beings in all their multiplicity. And seeing them makes it harder to deny their humanity. At the very least I hope it makes it harder to deny their human rights.
Yani, Kendinden Menkul Gerçekler'in daima evrildiği yüzlerin bitmek bilmez çoğalışında, umarım ki gitgide daha fazla platformda görünürlük kazanırken, otobüs duraklarında, reklam panolarında, Facebook sayfalarında, ekran koruyucularında, belki insanlığın bu dizilişini izleyişimizde ilginç ve yararlı bir şey olmaya başlayacak. Umarım ki bu kategoriler, bu ikilikler, bu aşırı basitleştirilmiş kutular kullanışsız olmaya ve azalmaya başlayacaklar; çünkü gerçekten, bunlar gördüğümüz hiçbir şeyi ve tanıdığımız hiç kimseyi ve olduğumuz hiçbir şeyi betimlemiyor. Gördüğümüz, baştan ayağa çeşitliliklerin içindeki insanlardır; ve onları görmek, insanlıklarını reddetmeyi daha zorlaştırıyor; en azından, umuyorum ki onların insan haklarını reddetmeyi daha zorlaştırıyor.
So is it me particularly that you would choose to deny the right to housing, the right to adopt children, the right to marriage, the freedom to shop here, live here, buy here? Am I the one that you choose to disown as your child or your brother or your sister or your mother or your father, your neighbor, your cousin, your uncle, the president, your police woman or the fireman? It's too late. Because I already am all of those things. We already are all of those things, and we always have been. So please don't greet us as strangers, greet us as your fellow human beings, period.
Yani, barınma hakkını, evlat edinme hakkını, evlenme hakkını, burada alışveriş yapma, burada yaşama, burada satın alma özgürlüğünü reddetmeyi seçeceğiniz o kişi ben miyim? Çocuğunuz ya da erkek kardeşiniz ya da kız kardeşiniz ya da anneniz ya da babanız, komşunuz, kuzeniniz, amcanız, başkanınız, kadın polisiniz ya da itfaiyeciniz olarak reddetmeyi seçeceğiniz o kişi ben miyim? Çok geç; çünkü ben çoktan onların hepsiyim; biz çoktan onların hepsiyiz, ve daima öyleydik. Yani, lütfen bizi yabancılar olarak karşılamayın; bizi insan akranlarınız olarak karşılayın, nokta.
Thank you.
Teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkış)