I'm here to enlist you in helping reshape the story about how humans and other critters get things done. Here is the old story -- we've already heard a little bit about it: biology is war in which only the fiercest survive; businesses and nations succeed only by defeating, destroying and dominating competition;
İnsanların ve diğer mahlukların işlerini nasıl yaptıklarının hikayesini tekrar yazmak adına kaydolmanız için buradayım. Önce eski hikaye. Bunu zaten daha önce biraz duymuştuk. Biyoloji sadece en vahşinin varlığını sürdürdüğü bir savaştır. Şirketler ve ülkeler sadece rakiplerini mağlup ederek, yok ederek ve hakimiyet kurarak başarılı olurlar.
politics is about your side winning at all costs. But I think we can see the very beginnings of a new story beginning to emerge. It's a narrative spread across a number of different disciplines, in which cooperation, collective action and complex interdependencies play a more important role. And the central, but not all-important, role of competition and survival of the fittest shrinks just a little bit to make room.
Politika ne pahasına olursa olsun sizin tarafın kazanmasıdır. Ama bence yeni bir hikayenin başlangıcının ortaya çıkmasını görebiliriz.. Bu, içinde işbirliği, kolektif eylem ve karşılıklı dayanışmanın daha önemli bir rol oynadığı birkaç bilim dalına yayılmış bir anlatı. Merkezde bulunan ama o kadar da önemli olmayan, en güçlünün yaşamını sürdürmesi ve rekabetin rolü küçülerek yer açıyor.
I started thinking about the relationship between communication, media and collective action when I wrote "Smart Mobs," and I found that when I finished the book, I kept thinking about it. In fact, if you look back, human communication media and the ways in which we organize socially have been co-evolving for quite a long time. Humans have lived for much, much longer than the approximately 10,000 years of settled agricultural civilization
İletişim, medya ve kolektif eylem arasındaki ilişkiyi Smart Mobs'u yazdığım zaman düşünmeye başladım, ve kitabı bitirdiğimde hala düşündüğümü farkettim. Aslında geçmişe bakacak olursak insan iletişim medyası ve sosyal hayatımızı düzenleme biçimlerimiz uzun zamandır birlikte evrimleşmişlerdir. İnsanlar yaklaşık 10.000 yıllık yerleşik tarım medeniyetinden çok daha uzun süre yaşamışlardır.
in small family groups. Nomadic hunters bring down rabbits, gathering food. The form of wealth in those days was enough food to stay alive. But at some point, they banded together to hunt bigger game. And we don't know exactly how they did this, although they must have solved some collective action problems; it only makes sense that you can't hunt mastodons while you're fighting with the other groups.
Küçük aile gruplarında, göçebe avcılar tavşanları avlıyor ve yiyecek topluyorlardı. O günlerde zenginlik hayatta kalmak için yeterli olan yiyecekti. Fakat bir noktada daha büyük hayvanlar avlayabilmek için biraraya geldiler. Ve aslında biz bunu nasıl yaptıklarını bilmiyoruz. Ama bazı kolektif eylemler sorunlarını çözmüş olmalılar. Eğer diğer gruplarla savaş halindeysen mastodonları avlaman pek olası değil.
And again, we have no way of knowing, but it's clear that a new form of wealth must have emerged. More protein than a hunter's family could eat before it rotted. So that raised a social question that I believe must have driven new social forms. Did the people who ate that mastodon meat owe something to the hunters and their families? And if so, how did they make arrangements? Again, we can't know, but we can be pretty sure that some form of symbolic communication must have been involved.
Bu geçişin nasıl yapıldığını bugün hiçbir şekilde bilemeyiz fakat yeni bir zenginlik biçiminin ortaya çıktığı açık. Bir avcının ailesinin bozulmadan yiyebileceğinden fazla protein. Bu da yeni sosyal oluşumlara yol açan sosyal bir soru ortaya çıkardı. Mastodonu yiyen insanlar, avcılara ve onların ailelerine birşey borçlular mıydı? Eğer öyleyse, nasıl bir anlaşma yapmışlardı? Bunları bilemeyiz, ama simgesel bir iletişim biçiminin işin içinde olduğundan az çok emin olabiliriz.
Of course, with agriculture came the first big civilizations, the first cities built of mud and brick, the first empires. And it was the administers of these empires who began hiring people to keep track of the wheat and sheep and wine that was owed and the taxes that was owed on them by making marks; marks on clay in that time.
Tabi ki tarımla beraber ilk büyük medeniyetler, balçık ve tuğladan inşa edilmiş ilk şehirler, ilk imparatorluklar ortaya çıktı. Ve bu imparatorlukların yöneticileri kendilerine borçlanılan buğday ve koyunların hesabını tutmaları için insanları işe almaya başladılar. Ve borç olan vergileri de balçığın üstüne işaretler koyarak hatırladılar.
Not too much longer after that, the alphabet was invented. And this powerful tool was really reserved, for thousands of years, for the elite administrators (Laughter) who kept track of accounts for the empires. And then another communication technology enabled new media: the printing press came along, and within decades, millions of people became literate. And from literate populations, new forms of collective action emerged in the spheres of knowledge, religion and politics. We saw scientific revolutions, the Protestant Reformation, constitutional democracies possible where they had not been possible before. Not created by the printing press, but enabled by the collective action that emerges from literacy. And again, new forms of wealth emerged.
Bundan kısa bir süre sonra alfabe icat edildi. Ve bu etkili araç yüzyıllar boyunca imparatorlukların hesaplarını tutan elit yöneticilerin elinde tutuldu. Ve sonra, başka bir iletişim teknolojisi yeni bir medyanın doğmasını sağladı. Matbaanın ortaya çıkmasıyla, birkaç onyıllık süre içinde, milyonlarca insan okur-yazar oldu. Ve okur-yazar halktan bilgi, din ve politika alanlarında yeni kolektif eylem türleri doğdu. Daha önce mümkün olmayan bir şekilde, bilim devrimleri, Protestan Reformu ve anayasal demokrasilerin mümkün olduğunu gördük. Bunlar matbaa tarafından yaratılmadılar, ama okuma-yazmanın sağladığı kolektif eylemle mümkün kılındılar. Ve yine, yeni zenginlik biçimleri ortaya çıktı.
Now, commerce is ancient. Markets are as old as the crossroads. But capitalism, as we know it, is only a few hundred years old, enabled by cooperative arrangements and technologies, such as the joint-stock ownership company, shared liability insurance, double-entry bookkeeping.
Ticaret eski bir uğraş. Pazarlar dört yollar kadar eski. Fakat bildiğimiz haliyle kapitalizm, yani anonim şirketler, ortak mali sorumluluk sigortası ve çift yanlı işleme yöntemi gibi ortak düzenlemeler ve teknolojiler ile oluşan kapitalizm, sadece birkaç yüz yıl yaşında.
Now of course, the enabling technologies are based on the Internet, and in the many-to-many era, every desktop is now a printing press, a broadcasting station, a community or a marketplace. Evolution is speeding up. More recently, that power is untethering and leaping off the desktops, and very, very quickly, we're going to see a significant proportion, if not the majority of the human race, walking around holding, carrying or wearing supercomputers linked at speeds greater than what we consider to be broadband today.
Tabi bunlar mümkün kılan teknolojiler internete dayanıyor. Ve çoklu iletişim devrinde, her masaüstü artık bir yazılı basın, yayın istasyonu, bir topluluk veya pazar yeri. Evrim hızlanıyor. Son zamanlarda, bu güç özgürleşip masaüstlerinden sıçrama yapıyor. Ve çok ama çok hızlı bir şekilde, çoğunluk olmasa bile kayda değer bir oranda insanı bugünkü geniş banttan çok daha hızlı şekilde nete bağlı çalışan süperbilgisayarları tutarken, taşırken veya giyerken görüyor olacağız.
Now, when I started looking into collective action, the considerable literature on it is based on what sociologists call "social dilemmas." And there are a couple of mythic narratives of social dilemmas. I'm going to talk briefly about two of them: the prisoner's dilemma and the tragedy of the commons.
Kolektif eyleme bakmaya başladığımda, hatırı sayılır derecede edebiyatın sosyologların sosyal ikilem dedikleri olgu üzerine oluşturulduğunu gördüm. Ve birkaç tane efsanevi sosyal ikilem anlatısı mevcut. Ben onların ikisinden bahsedeceğim: tutsak ikilemi ve ortak alanların trajedisi.
Now, when I talked about this with Kevin Kelly, he assured me that everybody in this audience pretty much knows the details of the prisoner's dilemma, so I'm just going to go over that very, very quickly. If you have more questions about it, ask Kevin Kelly later. (Laughter)
Ben bundan Kevin Kelly'ye bahsettiğimde buradaki izleyicilerin neredeyse hepsinin tutsak ikilemi hakkındaki detayları bileceğini söyledi. Bu nedenle üzerinden çok hızlı geçeceğim. Eğer sorularınız olursa daha sonra Kevin Kelly'e sorabilirsiniz. (Gülüşmeler).
The prisoner's dilemma is actually a story that's overlaid on a mathematical matrix that came out of the game theory in the early years of thinking about nuclear war: two players who couldn't trust each other. Let me just say that every unsecured transaction is a good example of a prisoner's dilemma. Person with the goods, person with the money, because they can't trust each other, are not going to exchange. Neither one wants to be the first one or they're going to get the sucker's payoff, but both lose, of course, because they don't get what they want. If they could only agree, if they could only turn a prisoner's dilemma into a different payoff matrix called an assurance game, they could proceed.
Tutsak ikilemi aslında nükleer savaş hakkında düşünülen yıllarda birbirine güvenemeyen iki oyuncu ile oyun teorisinden ortaya çıkmış matematiksel bir matrisin üzerine kaplanmış bir hikaye. Sadece şunu söyleyeyim ki her emniyetsiz alışveriş tutsak ikileminin iyi bir örneğidir. Ürünü olan insanla parası olan insan birbirlerine güvenemedikleri için değiş tokuş yapmayacaklar. Hiçbiri ilk olmak istemiyor, yoksa ödeyen enayi durumuna düşecek. Fakat ikisi de kaybediyor çünkü istediklerini elde edemiyorlar. Eğer anlaşabilselerdi, eğer tutsak ikilemini güvence oyunu olarak adlandırdığımız farklı bir sonuç matrisine çevirebilselerdi, ilerleme kaydedebilirlerdi.
Twenty years ago, Robert Axelrod used the prisoner's dilemma as a probe of the biological question: if we are here because our ancestors were such fierce competitors, how does cooperation exist at all? He started a computer tournament for people to submit prisoner's dilemma strategies and discovered, much to his surprise, that a very, very simple strategy won -- it won the first tournament, and even after everyone knew it won, it won the second tournament -- that's known as tit for tat.
20 sene önce Robert Axelrod tutsak ikilemini biyolojik bir soruyu araştırmak için kullandı: Atalarımız acımasız birer rekabetçiler oldukları için bugün biz buradaysak nasıl olur da işbirliği var olabilir? İnsanların tutsak ikilemi stratejilerini önerebilmeleri için bir bilgisayar turnuvası düzenledi, ve şaşırarak çok basit bir stratejinin kazandığını keşfetti. Strateji birinci turnuvayı kazandı ve herkes onun kazandığını öğrendikten sonra ikinci turnuvayı da kazandı. Bu dişe diş olarak bilinir.
Another economic game that may not be as well known as the prisoner's dilemma is the ultimatum game, and it's also a very interesting probe of our assumptions about the way people make economic transactions. Here's how the game is played: there are two players; they've never played the game before, they will not play the game again, they don't know each other, and they are, in fact, in separate rooms. First player is offered a hundred dollars and is asked to propose a split: 50/50, 90/10, whatever that player wants to propose. The second player either accepts the split -- both players are paid and the game is over -- or rejects the split -- neither player is paid and the game is over.
Tutsak ikilemi kadar iyi bilinmeyen bir başka ekonomik oyun da ültimatom oyunudur. Bu da insanların nasıl ekonomik işlemler yaptığına dair varsayımlarımızın ilginç bir araştırması. Oyun şu şekilde oynanıyor. İki tane oyuncu var. Daha önce hiç oyunu oynamamışlar. Bir daha oyunu oynamayacaklar. Birbirlerini tanımıyorlar. Ve aslında iki farklı odada bulunuyorlar. Birinci oyuncuya yüz dolar teklif ediliyor ve bir paylaşım teklif etmesi söyleniyor: 50/50 ya da 90/10. Birinci oyuncu ne önerirse ikinci oyuncu ya paylaşımı kabul ediyor, paralar ödeniyor ve oyun bitiyor. Ya da paylaşımı reddediyor. Oyuncuların hiçbirine para ödenmiyor ve oyun bitiyor.
Now, the fundamental basis of neoclassical economics would tell you it's irrational to reject a dollar because someone you don't know in another room is going to get 99. Yet in thousands of trials with American and European and Japanese students, a significant percentage would reject any offer that's not close to 50/50. And although they were screened and didn't know about the game and had never played the game before, proposers seemed to innately know this because the average proposal was surprisingly close to 50/50.
Neoklasik ekonominin temel esasları başka odadaki tanımadığınız bir insan 99 dolar alacak diye bir doları reddetmenin mantıksız olduğunu söyler. Fakat Amerikan, Avrupalı ve Japon öğrencilerle yapılan binlerce deneyde hatırı sayılır bir yüzde 50/50'ye yakın olmayan teklifi reddettiler. Ve oyuncular daha önce oyunu bilmedikleri ve daha önce oyunu oynamadıkları halde teklifi yapanlar sanki sonucu doğal olarak biliyorlarmış gibi tekliflerini ortalamada 50/50'ye yakın yaptılar.
Now, the interesting part comes in more recently when anthropologists began taking this game to other cultures and discovered, to their surprise, that slash-and-burn agriculturalists in the Amazon or nomadic pastoralists in Central Asia or a dozen different cultures -- each had radically different ideas of what is fair. Which suggests that instead of there being an innate sense of fairness, that somehow the basis of our economic transactions can be influenced by our social institutions, whether we know that or not.
Daha ilginci, kısa zaman önce antropologlar bu oyunu farklı kültürlere taşıdıklarında ortaya çıkıyor. Ve keşfediyorlar ki, Amazon'daki tarımcılar ya da Orta Asya'dakı göçmen kırsalcılar, ve bir sürü farklı kültürlerdeki insanlar neyin adil olduğu konusunda radikal fikirlere sahipler. Bu da insanda doğasından gelen bir adalet duygusu olması yerine farkında olsak da olmasak da bir şekilde ekonomik işlemlerimizin sosyal kurumlar tarafından belirlenebileceğini gösteriyor.
The other major narrative of social dilemmas is the tragedy of the commons. Garrett Hardin used it to talk about overpopulation in the late 1960s. He used the example of a common grazing area in which each person by simply maximizing their own flock led to overgrazing and the depletion of the resource. He had the rather gloomy conclusion that humans will inevitably despoil any common pool resource in which people cannot be restrained from using it.
Sosyal ikilemlerin diğer bir önemli anlatısı ortak alanların trajedisi. Garrett Hardin bu teoriyi 1960'ların sonlarında nüfus patlamasından bahsetmek için kullandı. Her insanın kendi sürüsünü artırarak aşırı otlatma ve kaynağın tükenmesine yol açıldığı ortak bir otlatma alanı örneğini kullandı. Bundan insanların kullanımı sınırlanmadığı takdirde ortak bir kaynak havuzunu her şekilde yağma edecekleri kasvetli sonucuna vardı.
Now, Elinor Ostrom, a political scientist, in 1990 asked the interesting question that any good scientist should ask, which is: is it really true that humans will always despoil commons? So she went out and looked at what data she could find. She looked at thousands of cases of humans sharing watersheds, forestry resources, fisheries, and discovered that yes, in case after case, humans destroyed the commons that they depended on. But she also found many instances in which people escaped the prisoner's dilemma; in fact, the tragedy of the commons is a multiplayer prisoner's dilemma. And she said that people are only prisoners if they consider themselves to be. They escape by creating institutions for collective action. And she discovered, I think most interestingly, that among those institutions that worked, there were a number of common design principles, and those principles seem to be missing from those institutions that don't work.
1990'da siyasal bilimci olan Eleanor Ostrom her iyi bilim adamının sorması gereken soruyu sordu: gerçekten de insanlar ortak alanları hep yağmayalacaklar mıdır? Böylece bulabildiği verileri toplamaya başladı. İnsanların su havzalarını, orman kaynaklarını, balık yataklarını paylaşarak kullandıkları binlerce durumu inceledi ve evet bir sürü durumda da insanlar bağlı oldukları ortak kaynağı tahrip ettiler. Ancak Ostrom insanların tutsak ikiliminden kurtulduğu bazı durumlar da keşfetti. Aslında ortak alanların trajedisi birden fazla oyuncunun bulunduğu bir tutsak ikilemi. Ve Ostrom insanların sadece kendilerini tutsak olarak görürlerse tutsak olacaklarını söyledi. Ve bu durumdan kolektif eylem için kurumlar oluşturarak kurtulabilirler. Benim çok ilginç bulduğum bir şekilde işe yarayan kurumlar arasında bazı ortak ilkelere bağlı olanlar olduğunu keşfetti. Ve bu ilkelerin işe yaramayan kurumlarda kullanılmadığı anlaşıldı.
I'm moving very quickly over a number of disciplines. In biology, the notions of symbiosis, group selection, evolutionary psychology are contested, to be sure. But there is really no longer any major debate over the fact that cooperative arrangements have moved from a peripheral role to a central role in biology, from the level of the cell to the level of the ecology. And again, our notions of individuals as economic beings have been overturned. Rational self-interest is not always the dominating factor. In fact, people will act to punish cheaters, even at a cost to themselves.
Birkaç disiplin üzerinden çok hızlı geçiyorum. Biyolojide sembiyoz, yani ortak yaşam, grup seleksiyonu ve evrimsel psikoloji kavramları tabi ki tartışmaya açık konular. Fakat artık, hücre düzeyinden ekoloji düzeyine kadar, işbirliği üzerine kurulmuş düzenlemelerin biyolojide kenar rollerden uzaklaşarak merkezi bir role sahip olduğu konusunda çok büyük bir tartışma yok. Ve yine, bizim bireysel ekonomik varlıklar olduğumuz görüşü tersine çevriliyor. Mantıkla oluşan kişisel çıkarlar her zaman üstün olan etmen değil. Aslında insanlar dolandırıcıları kendilerine zarar verecekse bile cezalandırırlar.
And most recently, neurophysiological measures have shown that people who punish cheaters in economic games show activity in the reward centers of their brain. Which led one scientist to declare that altruistic punishment may be the glue that holds societies together.
Son günlerde nörofizyolojik çalışmalar ekonomik oyunlarda hilekarları cezalandıran insanların beyinlerinin ödül bölümünde faaliyet olduğunu ortaya çıkardı. Bu da bilimadamlarının özgecil cezaların toplumları birarada tutan şey olduğunu söylemeye teşvik etti.
Now, I've been talking about how new forms of communication and new media in the past have helped create new economic forms. Commerce is ancient. Markets are very old. Capitalism is fairly recent; socialism emerged as a reaction to that. And yet we see very little talk about how the next form may be emerging. Jim Surowiecki briefly mentioned Yochai Benkler's paper about open source, pointing to a new form of production: peer-to-peer production. I simply want you to keep in mind that if in the past, new forms of cooperation enabled by new technologies create new forms of wealth, we may be moving into yet another economic form that is significantly different from previous ones.
Ben de son zamanlarda yeni iletişim yollarıyla yeni medyanın nasıl yeni ekonomik düzenler yaratılmasını sağladığından bahsediyorum. Ticaret çok eski. Pazarlar çok eski. Kapitalizm ise oldukça yeni. Sosyalizm buna bir tepki olarak ortaya çıktı. Fakat yeni bir düzenin nasıl ortaya çıkabileceği hakkında çok az konuşma oluyor. Jim Surowiecki, yeni bir üretim türü olan eşdüzey üretime dikkat çekerek Yochai Benkler'in açık kaynak hakkındaki makalesinden bahsetti. Aklınızda tutmanızı istediğim şey, geçmişte yeni teknolojilerin sağladığı yeni işbirliği düzenlemelerinin yeni zenginlik biçimleri yarattığı, bizim de öncekilerden oldukça farklı olan yeni bir ekonomik düzene geçiş yapıyor olabieceğimizdir..
Very briefly, let's look at some businesses. IBM, as you know, HP, Sun -- some of the most fierce competitors in the IT world are open sourcing their software, are providing portfolios of patents for the commons. Eli Lilly -- in, again, the fiercely competitive pharmaceutical world -- has created a market for solutions for pharmaceutical problems. Toyota, instead of treating its suppliers as a marketplace, treats them as a network and trains them to produce better, even though they are also training them to produce better for their competitors. Now none of these companies are doing this out of altruism; they're doing it because they're learning that a certain kind of sharing is in their self-interest.
Çok kısaca bazı şirketlere bakalım. Bildiğiniz gibi IBM, HP, SUN -- yani bilişim teknolojisi alanında en azılı rakipler, artık yazılımlarını açık kaynak olarak sunuyor, ortak kullanım için tescil belgeleri veriyorlar. Yine kıran kırana bir rekabetin olduğu ilaç dünyasında Eli Lily ilaçlardan oluşan problemler için bir pazar yarattı. Tedarikçilerini bir pazar yeri gibi görmek yerine, Toyota, onları bir ağ olarak görüp daha iyi üretebilmeleri için eğitim sağlıyor, aynı zamanda onları rakipleri için daha iyi üretmeleri için eğitmelerine rağmen. Bu şirketlerin hiçbiri bunları başkalarını düşündüğü için yapmıyor. Bunları yapıyorlar çünkü bazı paylaşımların onların yararına olduğunu öğreniyorlar.
Open source production has shown us that world-class software, like Linux and Mozilla, can be created with neither the bureaucratic structure of the firm nor the incentives of the marketplace as we've known them. Google enriches itself by enriching thousands of bloggers through AdSense. Amazon has opened its Application Programming Interface to 60,000 developers, countless Amazon shops. They're enriching others, not out of altruism but as a way of enriching themselves. eBay solved the prisoner's dilemma and created a market where none would have existed by creating a feedback mechanism that turns a prisoner's dilemma game into an assurance game.
Açık kaynak üretimi bize gösterdi ki, Linux ve Mozilla gibi birinci sınıf yazılımlar, bizim bildiğimiz şekliyle şirketlerin bürokratik yapısı ve pazarların teşviği olmadan da yaratılabilir. Google AdSense aracılığıyla binlerce blogcuyu zenginleştirirken kendini de zenginleştiriyor. Amazon Uygulama Programlama Arayüzü'nü 60.000 geliştiriciye, sayısız Amazon dükkanına açtı. Başkalarını, başkalarını düşündükleri için değil kendilerini de zenginleştirdiği için zenginleştiriyorlar. Ebay tutsak ikilemini çözdü ve bir pazar yarattı, tutsak ikilemini güvence oyununa çeviren bir geribildirim mekanizması yaratmasalardı, bu pazar da olmazdı.
Instead of, "Neither of us can trust each other, so we have to make suboptimal moves," it's, "You prove to me that you are trustworthy and I will cooperate." Wikipedia has used thousands of volunteers to create a free encyclopedia with a million and a half articles in 200 languages in just a couple of years.
"Birbirimize hiçbir şekilde güvenemeyiz o yüzden idealin altında adımlar atmamız lazım" yerine "bana güvenilir olduğunu kanıtlıyorsun, böylece ben de işbirliğine girerim" demek. Wikipedia sadece 2 senelik bir sürede 200 dilde 1,5 milyon makalenın bulunduğu ücretsiz bir ansiklopedi yaratmak için binlerce gönüllüyü kullandı.
We've seen that ThinkCycle has enabled NGOs in developing countries to put up problems to be solved by design students around the world, including something that's being used for tsunami relief right now: it's a mechanism for rehydrating cholera victims that's so simple to use it, illiterates can be trained to use it. BitTorrent turns every downloader into an uploader, making the system more efficient the more it is used.
ThinkCycle, dünyanın dört bir tarafındaki tasarım öğrencileri tarafından çözümlenmek üzere gelişmekte olan ülkelerdeki STK'ların sorunlarını dile getirmelerini sağladı, buna şu an tsunami yardımları için kullanılan bir şey de dahil. Kolera hastalarında su kaybını engelleyen bir mekanizma ve kullanımı o kadar basit ki okuma-yazma bilmeyenler kullanabilir. BitTorrent her indirme yapanı yükleme yapana dönüştürüyor ve kullanıldıkça sistemi daha verimli yapıyor.
Millions of people have contributed their desktop computers when they're not using them to link together through the Internet into supercomputing collectives that help solve the protein folding problem for medical researchers -- that's Folding@home at Stanford -- to crack codes, to search for life in outer space.
Milyonlarca insan, tıbbi araştırmacıların protein katlanması sorununu çözebilmesi için bilgisayarlarını kullanmadıkları zaman internet üzerinden bağlanarak süper-bilgisayar kolektifleri yaratılmasına katkıda bulundular. Bu Stanford'daki Folding at Home adlı program. Kodları kırmak için. Uzayda yaşam aramak için.
I don't think we know enough yet. I don't think we've even begun to discover what the basic principles are, but I think we can begin to think about them. And I don't have enough time to talk about all of them, but think about self-interest. This is all about self-interest that adds up to more. In El Salvador, both sides that withdrew from their civil war took moves that had been proven to mirror a prisoner's dilemma strategy.
Yeterli derece bildiğimizi sanmıyorum. En basit ilkelerin ne olduğunu keşfetmeye bile başlamadık diye düşünüyorum. Fakat bence bunları düşünmeye başlayabiliriz. Bunların hepsinden bahsetmeye zamanım yok. Ama kişisel çıkarı düşünün. Birbirine eklenip daha fazlayı oluşturan kişisel çıkar. El Salvador'da iç savaştan çekilen iki taraf da tutsak ikilemini yansıtan hareketlerde bulundu.
In the U.S., in the Philippines, in Kenya, around the world, citizens have self-organized political protests and get out the vote campaigns using mobile devices and SMS. Is an Apollo Project of cooperation possible? A transdisciplinary study of cooperation? I believe that the payoff would be very big. I think we need to begin developing maps of this territory so that we can talk about it across disciplines. And I am not saying that understanding cooperation is going to cause us to be better people -- and sometimes people cooperate to do bad things -- but I will remind you that a few hundred years ago, people saw their loved ones die from diseases they thought were caused by sin or foreigners or evil spirits.
ABD'de, Filipinler'de, Kenya'da, dünyanın dört bir tarafında vatandaşlar kendi başlarına cep telefonları ile ve kısa mesaj yoluyla, politik protestolar ve seçim kampanyaları düzenlediler. İşbirliğinin Apollo Projesi hali mümkün mü? İşbirliğinin disiplinler arasında çalışması mümkün mü? Bence kazanacaklarımız çok büyük olacaktır. Bence disiplinlerarası konuşabilmek için bu alanda haritalar geliştirmeye ihtiyacımız var. Fakat işbirliğini anlamamızın bizi daha iyi insanlar yapacağını öne sürmüyorum. Bazen insanlar kötü şeyler yapmak için de işbirliği yaparlar. Ama size hatırlatayım, birkaç yüz yıl önce insanlar sevdiklerinin günah, kötü ruhlar ya da yabancıların sebep olduğu hastalıklar sonucu öldüğüne inanırlardı.
Descartes said we need an entire new way of thinking. When the scientific method provided that new way of thinking and biology showed that microorganisms caused disease, suffering was alleviated. What forms of suffering could be alleviated, what forms of wealth could be created if we knew a little bit more about cooperation? I don't think that this transdisciplinary discourse is automatically going to happen; it's going to require effort. So I enlist you to help me get the cooperation project started. Thank you. (Applause)
Descartes tamamen yeni bir düşünme biçimine ihtiyacımız olduğunu söyledi. Bilimsel metod bu yeni düşünme biçimini ortaya çıkarttığı ve biyoloji mikroorganizmaların hastalığa yola açtığını gösterdiği zaman acılar hafifledi. Acaba işbirliği hakkında daha fazla bilgiye sahip olsak ne tür acılar dinebilir ne tür zenginlik biçimleri oluşturulabilir? Bu disiplinler arası söylemin kendi kendine oluşacağını düşünmüyorum. Çaba göstermek gerekecek. Bu yüzden ben de işbirliği projesini başlatmak için sizleri de gönüllü yazıyorum. Teşekkürler. (Alkış)