Three years ago, I was standing about a hundred yards from Chernobyl nuclear reactor number four. My Geiger counter dosimeter, which measures radiation, was going berserk, and the closer I got, the more frenetic it became, and frantic. My God.
3 yıl önce, 4 numaralı Çernobil nükleer reaktöründen yaklaşık 91 metre uzaklıkta duruyordum . Radyasyonu ölçen Geiger sayacımın dozimetresi çılgına dönmüştü ve yaklaştıkça sayacım daha çılgın ve telaşlı hale geliyordu. Tanrım.
I was there covering the 25th anniversary of the world's worst nuclear accident, as you can see by the look on my face, reluctantly so, but with good reason, because the nuclear fire that burned for 11 days back in 1986 released 400 times as much radiation as the bomb dropped on Hiroshima, and the sarcophagus, which is the covering over reactor number four, which was hastily built 27 years ago, now sits cracked and rusted and leaking radiation.
Oraya, dünyanın en kötü nükleer kazasını 25. yılında, anlatmaya gitmiştim. Yüzümdeki ifadeden de görebildiğiniz gibi isteksizce, fakat iyi nedenlerle, çünkü nükleer ateş, 1986 yılında 11 gün boyunca yanmıştı ve Hiroşima'da atılan bombadan 400 kat daha fazla radrasyon yaymış ve 4 numaralı reaktörü belirten, 27 yıl lahit önce hızla yapılmış olan lahit şimdi çatlamış, paslanmış olarak durmakta ve radyasyon yaymakta.
So I was filming. I just wanted to get the job done and get out of there fast. But then, I looked into the distance, and I saw some smoke coming from a farmhouse, and I'm thinking, who could be living here? I mean, after all, Chernobyl's soil, water and air, are among the most highly contaminated on Earth, and the reactor sits at the the center of a tightly regulated exclusion zone, or dead zone, and it's a nuclear police state, complete with border guards. You have to have dosimeter at all times, clicking away, you have to have a government minder, and there's draconian radiation rules and constant contamination monitoring. The point being, no human being should be living anywhere near the dead zone. But they are.
Çekim yapıyordum. Sadece işimi bitirip oradan hemen uzaklaşmak istiyordum. Fakat sonra, ileriye baktım, çiftlik evinden dumanların geldiğini gördüm ve orada kim yaşıyor olabilir diye düşündüm. Yani, neticede, Çernobil'in toprağı, suyu ve havası Dünyanın en çok kirletilmiş olanlar arasındandadır ve en ortada reaktörün olduğu sıkıca oluşturulmuş yasak bölge veya ölü bölge, aynı zamanda tüm sınırları korumalarla çevrilmiş nükleer polis bölgesi. Devamlı etrafı tarayan bir dozölçeriniz olmalı, devamlı bir hükümet görevlisiyle olmalısınız, acımasız radyasyon kuralları ve sürekli kirlilik izlemesi var. Asıl nokta, hiç bir insanın ölü bölge yakınların yaşamıyor olması gerektiği. Ama yaşıyorlar.
It turns out an unlikely community of some 200 people are living inside the zone. They're called self-settlers. And almost all of them are women, the men having shorter lifespans in part due to overuse of alcohol, cigarettes, if not radiation. Hundreds of thousands of people were evacuated at the time of the accident, but not everybody accepted that fate. The women in the zone, now in their 70s and 80s, are the last survivors of a group who defied authorities and, it would seem, common sense, and returned to their ancestral homes inside the zone. They did so illegally. As one woman put it to a soldier who was trying to evacuate her for a second time, "Shoot me and dig the grave. Otherwise, I'm going home."
Ama pek ihtimal dışı gözükse de 200 kişi kadar bir topluluğun ölü bölgenin içinde yaşadığı ortaya çıkıyor. Kendilerine öz-yerleşimciler diyorlar. Ve neredeyse hepsi kadın, erkeklerin kısa bir hayat döngüsü var kısmi olarak aşırı alkol kullanımı, sigara tabi radyasyon değilse. Kaza olduğu yıllarda yüz binlerce insan buradan nakil edildi, ama hepsi bu kaderi kabullenmedi. Bu kadınlar şimdilerde 70-80'lerindeler ve yetkililere meydan okup, ki sağduyu gibi görünüyor, bölge içindeki atalarının evlerine dönmüşler. Bunu yasa dışı olarak yaptılar. Bir kadın, kendisini ikinci kez tahliye etmek askere şöyle karşı koyuyor, "Bir mezar kaz ve öldür beni, Aksi halde, ben evime gidiyorum."
Now why would they return to such deadly soil? I mean, were they unaware of the risks or crazy enough to ignore them, or both? The thing is, they see their lives and the risks they run decidedly differently.
Şimdi, Neden böyle ölümcül bir toprağa dönmek istiyorlardı ki? Demek istediğim, tehlikenin farkında değiller mi veya bunu göz ardı edecek kadar çılgınlar mı, veya ikisi birden? Mesele, hayatlarını ve risk görüşleri kesinlikle farklı.
Now around Chernobyl, there are scattered ghost villages, eerily silent, strangely charming, bucolic, totally contaminated. Many were bulldozed under at the time of the accident, but a few are left like this, kind of silent vestiges to the tragedy. Others have a few residents in them, one or two "babushkas," or "babas," which are the Russian and Ukrainian words for grandmother. Another village might have six or seven residents. So this is the strange demographic of the zone -- isolated alone together.
Şu an Çernobil etrafında, dağınık halde hayalet köyler var, ürkütücü bir sessizlik, garip bir çekicilik, pastoral, ve tamamıyla kirlenmiş. Bir çoğu kaza zamanında yıkılmış, bir kaçı bu şekilde kalabilmiş, bir çeşit sessiz trajedi izleriyle. Kalanlarda bir kaç yaşayan var, bir iki "babushka" veya "baba" ki bunlar Rusça ve Ukraynaca'da babaanne anlamına gelen kelimeler. Bir başka kasaba 6 veya 7 sakine sahip. Bu bölgenin ilginç demografik özellikleri-- yalıtılmış tek başına birlikte.
And when I made my way to that piping chimney I'd seen in the distance, I saw Hanna Zavorotnya, and I met her. She's the self-declared mayor of Kapavati village, population eight. (Laughter) And she said to me, when I asked her the obvious, "Radiation doesn't scare me. Starvation does."
Bu bacalara doğru yol aldığım zaman Uzaktan fark ettim, Hanna Zavorotnya'yı gördüm ve onunla buluştum. Kendiliğinden Kapative köyünün başkanı ilan edilmiş, ki nüfusu 8 (Gülüşmeler) Ona açıkça ortada olanı sorduğum da bana dedi ki, "Radyasyon beni korkutmuyor. Açlık korkutuyor."
And you have to remember, these women have survived the worst atrocities of the 20th century. Stalin's enforced famines of the 1930s, the Holodomor, killed millions of Ukrainians, and they faced the Nazis in the '40s, who came through slashing, burning, raping, and in fact many of these women were shipped to Germany as forced labor. So when a couple decades into Soviet rule, Chernobyl happened, they were unwilling to flee in the face of an enemy that was invisible. So they returned to their villages and are told they're going to get sick and die soon, but five happy years, their logic goes, is better than 10 stuck in a high rise on the outskirts of Kiev, separated from the graves of their mothers and fathers and babies, the whisper of stork wings on a spring afternoon. For them, environmental contamination may not be the worst sort of devastation. It turns out this holds true for other species as well. Wild boar, lynx, moose, they've all returned to the region in force, the very real, very negative effects of radiation being trumped by the upside of a mass exodus of humans. The dead zone, it turns out, is full of life.
Ve şunu unutmamalısınız, bu kadınlar 20. yüzyılın en büyük zulümlerinden kurtuldu. Stalin'in 1930'larda zorladığı kıtlıklar, Holodomor, milyonlarca Ukraynalıyı öldürdü, ve 40'larda Nazilerle karşı karşıya kaldılar, ki beraberinde tecavüzler, yakıp yıkma ile ve gerçek şu ki bu kadınların bir çoğu Almanya'ya zorunlu işçi olarak gönderildi. Ve bir kaç on yıl önce Sovyet yönetiminde, Çernobil oldu, Bu düşman karşısında kaçmaya isteksizlerdi, bu sefer ki görülmezdi. Bu yüzden köylerine döndüler ve onlara hasta olacakları çok yakında da ölecekleri söylendi ama beş mutlu yıl, mantıkları gider, Kiev'in eteklerinde bir gökdelene 10 yıl tıkalı kalmaktan daha iyi, annelerinin babalarının ve bebeklerinin mezarlarından ayrılmaktan, bir baharda öğle sonrası bir leyleğin kanat fısıltısından. Onlar için çevresel kirlenme, yıkımlar sıralamasında en kötüsü olmayabilir. Bunun aynı zamanda diğer türler içinde doğru olduğu ortaya çıkıyor. Yaban domuzu, başak, geyik , hepsi bölgeye geri döndüler, radyasyonun çok ciddi ve olumsuz etkilerine büyük insan göçünün aksine karşı geldiler. Ölü bölge tamamıyla hayata dönüyor.
And there is a kind of heroic resilience, a kind of plain-spoken pragmatism to those who start their day at 5 a.m. pulling water from a well and end it at midnight poised to beat a bucket with a stick and scare off wild boar that might mess with their potatoes, their only company a bit of homemade moonshine vodka. And there's a patina of simple defiance among them. "They told us our legs would hurt, and they do. So what?" I mean, what about their health? The benefits of hardy, physical living, but an environment made toxic by a complicated, little-understood enemy, radiation. It's incredibly difficult to parse. Health studies from the region are conflicting and fraught. The World Health Organization puts the number of Chernobyl-related deaths at 4,000, eventually. Greenpeace and other organizations put that number in the tens of thousands. Now everybody agrees that thyroid cancers are sky high, and that Chernobyl evacuees suffer the trauma of relocated peoples everywhere: higher levels of anxiety, depression, alcoholism, unemployment and, importantly, disrupted social networks.
Ve bir çeşit kahramanca esneklik var, bir çeşit açık açık konuşulan pragmatizm ki günlerine sabahın beşinde kuyudan su çekerek ve gece yarısı bir kova ve sopa ile patateslerini yaban domuzlarından korumak için hazırlanıyorlar ve geceleri tek arkadaşları ev yapımı kaçak votka. Ve aralarında basit bir meydan okumanın parlaklığı var "Bize bacaklarımızın incileceğini söylediler ve oldu. Ne olmuş yani?" Demek istediğim, ya sağlıkları? Fiziksel ve zorlu yaşamın yararları ama karmaşık ve çok az anlaşılabilen bir düşman ile zehirli atık yaratan bir çevre, radyasyon. Ayrımını yapabilmek inanılmaz derecede zor. Bölgedeki sağlığa yönelik çalışmalar çelişkili ve kaygı verici. Dünya Sağlık Örgütü Çernobil ile ilişkili ölü sayısını yaklaşık 4.000 olarak veriyor. Greenpeace ve diğer örgütler ise on binler olarak veriyor. Herkes tiroit kanserinin çok yüksek olduğunda hem fikir ve aynı zamanda Çernobil mağdurlarının bir çok yere tekrardan iskan edilen insanlarda bulunan travmalardan görüldüğüne de: yüksek seviyelerde kaygı, depresyon, alkolizm, issizlik ve en önemlisi, sosyal iletişimde çöküntü.
Now, like many of you, I have moved maybe 20, 25 times in my life. Home is a transient concept. I have a deeper connection to my laptop than any bit of soil. So it's hard for us to understand, but home is the entire cosmos of the rural babushka, and connection to the land is palpable. And perhaps because these Ukrainian women were schooled under the Soviets and versed in the Russian poets, aphorisms about these ideas slip from their mouths all the time.
Şimdi, bir çoğunuz gibi, Bende hayatımda belkide 20,25 kere taşınmışımdır. Ev geçici bir kavramdır. Dizüstü bilgisayarımla herhangi bir toprak parçasından daha derin bir bağlantıya sahibim. Bunu anlamak bizim için zor ama kırsal babushkaların tüm evreni ev ve toprakla olan bağları ortada. Belkide buna sebep olan Ukraynalı kadınların Sovyet döneminde eğitim görmesi ve yetenekli Rus şairlerdir, bu fikirleri hakkında aforizmalar ağızlarından sürekli dökülüyor.
"If you leave, you die."
"Eğer terk edersen, ölürsün."
"Those who left are worse off now. They are dying of sadness."
"Bırakıp gidenler şimdi daha kötü halde. Üzüntüden ölüyorlar."
"Motherland is motherland. I will never leave."
"Ana vatan, ana vatandır. Asla terk etmeyeceğim."
What sounds like faith, soft faith, may actually be fact, because the surprising truth -- I mean, there are no studies, but the truth seems to be that these women who returned to their homes and have lived on some of the most radioactive land on Earth for the last 27 years, have actually outlived their counterparts who accepted relocation, by some estimates up to 10 years.
Bu kulağa inanç, saf inanç gibi gelebilir, belki de gerçeğin ta kendidir, çünkü şok edici gerçek-- Demek istediğim, herhangi bir yapılmış çalışma yok ama yaptıkları doğru gibi gözüküyor evlerine döndüler ve dünyanın en radyoaktif bölgesinde son 27 yıldır yaşamaktalar, taşınmayı kabul edip dışarda yaşayan benzerlerinden ise tahmini 10 yıl fazla yaşamış.
How could this be? Here's a theory: Could it be that those ties to ancestral soil, the soft variables reflected in their aphorisms, actually affect longevity? The power of motherland so fundamental to that part of the world seems palliative. Home and community are forces that rival even radiation.
Bu nasıl olabilir? Bir teori var: Bu olay atalarının toprağına bağlı olabilir, yumuşak değişkenler onların aforizmalarını etkileyeyip uzun yaşamalarını uzatmış olabilir mi? Ata topraklarının gücü geçici gözükse de dünyanın bu kısmında aslında esastır. Yuva ve halk rakibe karşı üstün geliyor ki rakip radyasyon.
Now radiation or not, these women are at the end of their lives. In the next decade, the zone's human residents will be gone, and it will revert to a wild, radioactive place, full only of animals and occasionally daring, flummoxed scientists. But the spirit and existence of the babushkas, whose numbers have been halved in the three years I've known them, will leave us with powerful new templates to think about and grapple with, about the relative nature of risk, about transformative connections to home, and about the magnificent tonic of personal agency and self-determination.
Radyasyon veya değil, bu kadınlar hayatlarının sonunda. Gelecek on yılda, bölgenin insan yerleşimcileri gitmiş olacak ve vahşi, radyoaktif, hayvanlarla dolu, nadiren cesur ve şaşkınlığa uğrayan bilim adamları olduğu bir yere dönecek. Ne var ki, onları tanıdığım son üç yılda sayıları yarıya inen babuşkaların ruhları ve varlıkları, bizlere hakkında düşünmek ve mücadele etmek için güçlü ve yeni şu örnekleri bırakıyor; riskin göreceli doğası, eve olan dönüştürücü bağlar, ve hür irade ve kendi geleceğini tayin etmenin müthiş canlandırıcılığı...
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)