I was recently traveling in the Highlands of New Guinea, and I was talking with a man who had three wives. I asked him, "How many wives would you like to have?" And there was this long pause, and I thought to myself, "Is he going to say five? Is he going to say 10? Is he going to say 25?" And he leaned towards me and he whispered, "None."
Geçenlerde, Yeni Gine'nin dağlık bölgelerinde seyahat ediyordum ve üç karısı olan bir adamla konuşmuştum. Ona "Kaç eşinin olmasını isterdin?" diye sordum ve uzun bir sessizlik oldu, ben de kendi kendime "Acaba beş mi diyecek, yoksa 10 mu? 25 mi diyecek?" diye düşünüyordum. Bana döndü ve "Hiç." dedi.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Eighty-six percent of human societies permit a man to have several wives: polygyny. But in the vast majority of these cultures, only about five or ten percent of men actually do have several wives. Having several partners can be a toothache. In fact, co-wives can fight with each other, sometimes they can even poison each other's children. And you've got to have a lot of cows, a lot of goats, a lot of money, a lot of land, in order to build a harem.
İnsan toplumlarının %86'sı, bir erkeğin birkaç eşinin olmasına müsaade ediyor: Çok eşlilik. Fakat bu kültürlerin muazzam çoğunluğunda, erkeklerin yalnızca yüzde beşi ya da 10'unun birkaç eşi var. Birkaç eşin olması, baş ağrısına neden olabilir. Aslında, diğer eşler birbirleriyle kavga edebilir, hatta bazen birbirlerinin çocuklarını zehirleyebilirler. Bir harem inşa edebilmek için bir sürü inek, bir sürü keçi ve bir sürü para, arsa sahibi olmanız gerekir.
We are a pair-bonding species. Ninety-seven percent of mammals do not pair up to rear their young; human beings do. I'm not suggesting that we're not -- that we're necessarily sexually faithful to our partners. I've looked at adultery in 42 cultures, I understand, actually, some of the genetics of it, and some of the brain circuitry of it. It's very common around the world, but we are built to love.
Bizler yakın-ilişki kuran türleriz. Memelilerin yüzde 97'si, gençliklerini yaşamak için eşleşmezler; insanlar bunu yapar. Bizlerin, partnerlerimize cinsel açıdan ister istemez sadık olduğumuzu öne sürmüyorum. 42 kültürde cinselliği araştırdım ve aslında, bazı genetik özelliklerini ve beyindeki sistemini anladım. Bu, dünya çapında çok yaygın, fakat biz aşk için yaratıldık.
How is technology changing love? I'm going to say almost not at all. I study the brain. I and my colleagues have put over 100 people into a brain scanner -- people who had just fallen happily in love, people who had just been rejected in love and people who are in love long-term. And it is possible to remain "in love" long-term. And I've long ago maintained that we've evolved three distinctly different brain systems for mating and reproduction: sex drive, feelings of intense romantic love and feelings of deep cosmic attachment to a long-term partner. And together, these three brain systems -- with many other parts of the brain -- orchestrate our sexual, our romantic and our family lives.
Teknoloji, aşkı nasıl değiştirir? Neredeyse hiç değiştirmediğini söylemek istiyorum. Beyin üzerinde çalıştım. Ben ve meslektaşlarım, yaklaşık 100 kişiyi bir beyin tarayıcısına soktuk, bunlar henüz âşık olmuş, henüz reddedilmiş ve uzun süredir aşk yaşayan insanlardı. Ayrıca uzun süre "aşk içerisinde" kalmak mümkündür. Uzun süre önce, çiftleşme ve üreme için üç farklı beyin sistemi geliştirdiğimizi belirtmiştim: Cinsel dürtü, yoğun romantik aşk hisleri ve uzun süreli bir partnere duyulan derin, sınırsız bağlılık hissi. Bu üç beyin sistemi, beynin diğer çoğu kısmıyla birlikte, cinsel, romantik ve ailevi yaşamlarımızı düzenlerler.
But they lie way below the cortex, way below the limbic system where we feel our emotions, generate our emotions. They lie in the most primitive parts of the brain, linked with energy, focus, craving, motivation, wanting and drive. In this case, the drive to win life's greatest prize: a mating partner. They evolved over 4.4 million years ago among our first ancestors, and they're not going to change if you swipe left or right on Tinder.
Fakat korteksin ötesinde; duygularımızı hissettiğimiz, duygularımızın üretildiği yer olan limbik sistemin ötesinde bulunurlar. Enerji, odak, tutku, motivasyon, istek ve dürtü ile bağlantılı olarak, beynin en ilkel kısımlarında bulunurlar. Bu durumda, yaşamın en büyük ödülünü kazanma dürtüsü: Bir çiftleşme partneridir. İlk atalarımız arasında, yaklaşık 4,4 milyon yıl önce geliştiler ve Tinder'da parmağınızı sağa ya da sola kaydırınca değişmeyecekler.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
(Applause)
(Alkışlar)
There's no question that technology is changing the way we court: emailing, texting, emojis to express your emotions, sexting, "liking" a photograph, selfies ... We're seeing new rules and taboos for how to court. But, you know -- is this actually dramatically changing love? What about the late 1940s, when the automobile became very popular and we suddenly had rolling bedrooms?
Teknolojinin, flört etme biçimimizi değiştirdiği şüphesiz: e-postalaşma, mesajlaşma, duyguları ifade eden yüz ifadeleri, cinsel içerikli mesajlar, bir fotoğrafı, öz-çekimleri "beğenmek" ... Nasıl flört edeceğimize dair yeni kurallar ve tabular görüyoruz. Fakat, biliyorsunuz, bu durum, aşkı gerçekten dramatik bir biçimde değiştiriyor mu? 1940'ların sonlarında, otomobilin çok popüler olduğu ve birdenbire, yürüyen yatak odalarına sahip olduğumuz döneme ne dersiniz?
(Laughter)
(Gülüşmeler)
How about the introduction of the birth control pill? Unchained from the great threat of pregnancy and social ruin, women could finally express their primitive and primal sexuality.
Peki, doğum kontrol hapının ortaya çıkmasına ne dersiniz? Kadınlar, hamilelik ve sosyal baskı tehditinden kurtularak, sonunda ilkel ve temel cinselliklerini ifade edebilmişlerdi.
Even dating sites are not changing love. I'm Chief Scientific Advisor to Match.com, I've been it for 11 years. I keep telling them and they agree with me, that these are not dating sites, they are introducing sites. When you sit down in a bar, in a coffee house, on a park bench, your ancient brain snaps into action like a sleeping cat awakened, and you smile and laugh and listen and parade the way our ancestors did 100,000 years ago. We can give you various people -- all the dating sites can -- but the only real algorithm is your own human brain. Technology is not going to change that.
Çöpçatanlık siteleri bile, aşkı değiştirmiyor. Match.com'un bilimsel danışmanlık uzmanıyım, 11 yıldır bu işi yapıyorum. Onlara bunların çöpçatanlık siteleri değil tanıştırma siteleri olduğunu söylüyorum ve bana katılıyorlar. Bir barda, bir kafede ya da parkta bir bankta oturduğunuzda; eski zamanlardan kalma beyniniz, uyuyan bir kedinin uyanması gibi, eyleme geçer ve siz gülümsersiniz, kahkaha atarsınız, dinlersiniz ve 100 bin yıl önce atalarınızın yaptığı gibi, gösteriş yaparsınız. Size çeşit çeşit insanlar sunabiliriz -- tüm çöpçatanlık siteleri gibi -- fakat, tek gerçek algoritma, kendi beyninizdir. Teknoloji bunu değiştirmeyecek.
Technology is also not going to change who you choose to love. I study the biology of personality, and I've come to believe that we've evolved four very broad styles of thinking and behaving, linked with the dopamine, serotonin, testosterone and estrogen systems. So I created a questionnaire directly from brain science to measure the degree to which you express the traits -- the constellation of traits -- linked with each of these four brain systems. I then put that questionnaire on various dating sites in 40 countries. Fourteen million or more people have now taken the questionnaire, and I've been able to watch who's naturally drawn to whom.
Ayrıca teknoloji, kimi sevmeyi seçeceğinizi de değiştirmeyecek. Kişilik biyolojisi çalışıyorum ve dopamin, seratonin, testesteron ve östrojen sistemleri ile bağlantılı dört ana davranış ve düşünce şekli evrimleştirdiğimize inanmaya başladım. Ben de beynin bu dört sistemiyle alakalı kişisel özelliklerinizin, onların kümelenmelerinin derecesini ölçmek için doğrudan beyin bilimini kullanarak bir anket hazırladım. Daha sonra 40 farklı ülkedeki çeşitli çöpçatanlık sitelerine bu anketi ekledim. Anketi şu anda 14 milyondan fazla kişi doldurdu ve ben kimin kiminle ilgilendiğini doğal bir şekilde gözlemlemiş oldum.
And as it turns out, those who were very expressive of the dopamine system tend to be curious, creative, spontaneous, energetic -- I would imagine there's an awful lot of people like that in this room -- they're drawn to people like themselves. Curious, creative people need people like themselves. People who are very expressive of the serotonin system tend to be traditional, conventional, they follow the rules, they respect authority, they tend to be religious -- religiosity is in the serotonin system -- and traditional people go for traditional people. In that way, similarity attracts. In the other two cases, opposites attract. People very expressive of the testosterone system tend to be analytical, logical, direct, decisive, and they go for their opposite: they go for somebody who's high estrogen, somebody who's got very good verbal skills and people skills, who's very intuitive and who's very nurturing and emotionally expressive. We have natural patterns of mate choice. Modern technology is not going to change who we choose to love.
Ve sonuçlara baktığımda dopamin ağırlıklı bir sistemi olanlar daha meraklı, yaratıcı, spontane ve enerjik olmaya yönelikken kendilerine benzeyen insanlara ilgi duyuyorlardı. Tahmin ederim ki burada da bir sürü böyle insan var. Meraklı ve yaratıcı insanların kendileri gibi olanlara ihtiyacı var. Serotonin ağırlıklı sistemi olanlar ise gelenekçi ve dindar olmaya eğilimli, kurallara bağlı kalan ve otoriteye saygı duyan insanlardır. Dinsellik serotonin sistemine ait bir terimdir. Gelenekçi insanlar yine gelenekçi insanları tercih ediyordu. Yani, benzerlik cezbediyordu. Diğer iki durumdaysa zıtlıklar cezbediyor. Belirgin bir testesteron sistemi olanlar analitik, mantıklı, doğrudan ve kararlı olmaya eğilimliyken, kendilerine zıt olanlarla ilgileniyorlardı. Yüksek östrojen ve sözel beceri sahibi olan, duygularını dışa vuran ve içgüdüsel yetenekleri olan korumacı insanlardan hoşlanıyorlardı. Eş seçiminde doğal kalıplarımız var. Modern teknoloji, kime âşık olacağımızı değiştirmeyecek.
But technology is producing one modern trend that I find particularly important. It's associated with the concept of paradox of choice. For millions of years, we lived in little hunting and gathering groups. You didn't have the opportunity to choose between 1,000 people on a dating site. In fact, I've been studying this recently, and I actually think there's some sort of sweet spot in the brain; I don't know what it is, but apparently, from reading a lot of the data, we can embrace about five to nine alternatives, and after that, you get into what academics call "cognitive overload," and you don't choose any.
Fakat, özellikle çok önemli olduğunu düşündüğüm yeni bir trend üretmeye başladı. Seçim paradoksu konseptiyle alakalı bir trend. Milyonlarca yıl boyunca, küçük avcı ve toplayıcı gruplar içinde yaşadık. 1.000 kişinin olduğu çöpçatanlık sitelerinden seçim yapma şansı yoktu. Hatta, son zamanlarda çalıştığım bir konu da beyinde bir çeşit hoş nokta bulunduğu, nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilmemekle birlikte edindiğim bilgilere göre, beş ile dokuz arası alternatifleri ele alıp daha sonra da akademisyenlerin "aşırı bilişsel yük" olarak adlandırdığı durumda kalıp hiçbirini seçmiyoruz.
So I've come to think that due to this cognitive overload, we're ushering in a new form of courtship that I call "slow love." I arrived at this during my work with Match.com. Every year for the last six years, we've done a study called "Singles in America." We don't poll the Match population, we poll the American population. We use 5,000-plus people, a representative sample of Americans based on the US census.
Ben de bu aşırı bilişsel yüke bağlı olarak "yavaş aşk" olarak adlandırdığım yeni bir flört yöntemi geliştirdiğimizi düşünmeye başladım. Bu sonuca Match.com ile yaptığım çalışmayla vardım. Son altı yılın her yılında, "Amerika'daki Bekârlar" adında bir çalışma yaptık. Match kitlesine değil de, Amerikan nüfusuna anket yaptık. Nüfus sayımı esas alınarak, Amerika'yı temsil eden 5 binden fazla insan kullandık.
We've got data now on over 30,000 people, and every single year, I see some of the same patterns. Every single year when I ask the question, over 50 percent of people have had a one-night stand -- not necessarily last year, but in their lives -- 50 percent have had a friends with benefits during the course of their lives, and over 50 percent have lived with a person long-term before marrying. Americans think that this is reckless. I have doubted that for a long time; the patterns are too strong. There's got to be some Darwinian explanation -- Not that many people are crazy.
Şu anda 30 binden fazla insana dair bilgimiz var ve her geçen yıl, bazı tekrar eden kalıpları görüyorum. Ve her yıl aynı soruyu sorduğumda, insanların yüzde 50'sinden fazlası hayatlarında en az bir kere tek gecelik ilişki yaşamış ve yüzde 50'si cinsel çıkar sağladığı bir arkadaşlık ilişkisi yaşamış. Ve yine yüzde 50'den fazlası evlenmeden önce sevgilisiyle uzun zaman aynı evde yaşamış. Amerikanlar bunun laubali olduğunu düşünüyor. Uzun bir süre kalıpların çok güçlü olduğundan şüphe ettim. Bir Darwinci açıklaması falan olmalıydı. Bu kadar çok insan çılgın değil.
And I stumbled, then, on a statistic that really came home to me. It was a very interesting academic article in which I found that 67 percent of singles in America today who are living long-term with somebody, have not yet married because they are terrified of divorce. They're terrified of the social, legal, emotional, economic consequences of divorce. So I came to realize that I don't think this is recklessness; I think it's caution. Today's singles want to know every single thing about a partner before they wed. You learn a lot between the sheets, not only about how somebody makes love, but whether they're kind, whether they can listen and at my age, whether they've got a sense of humor.
Ve tökezledim, sonra bir istatistik kafama dank ettirdi. İlgi çekici akademik bir makalede, bugün Amerika'da uzun ilişki içinde olan bekârların yüzde 67'sinin boşanmaktan korktuğu için hâlâ evlenmediğini öğrenmiştim. Boşanmanın sosyal, kanuni, duygusal ve ekonomik sonuçlarından korkuyorlardı. Ben de bunu bir laubalilik olarak değil de, bir önlem olarak görmeye başladım. Günümüz bekârları, evlenmeden önce partnerlerine dair her şeyi bilmek istiyorlardı. Çarşafların arasında birinin sadece nasıl seviştiğini değil, kibarlar mı, iyi bir dinleyiciler mi ve benim yaşımdaysanız, iyi espri anlayışları var mı gibi birçok şeyi öğrenirsiniz.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
And in an age where we have too many choices, we have very little fear of pregnancy and disease and we've got no feeling of shame for sex before marriage, I think people are taking their time to love.
Bence birçok seçeneğimizin olduğu ve hamilelikle hastalık korkusunun çok az olduğu, evlenmeden önce seks yapmaktan utanç duyulmayan bir yaşa gelindiğinde insanlar zamanlarını sevmeye harcıyorlardı.
And actually, what's happening is, what we're seeing is a real expansion of the precommitment stage before you tie the knot. Where marriage used to be the beginning of a relationship, now it's the finale. But the human brain --
Ve burada aslında olan, asıl şahit olduğumuz, evlilik öncesi birliktelik aşamasının ciddi bir şekilde uzaması. Eskiden evlilik bir ilişkinin başlangıcı sayılırken, artık sonu sayılıyor. Fakat insan beyni --
(Laughter)
(Gülüşmeler)
The human brain always triumphs, and indeed, in the United States today, 86 percent of Americans will marry by age 49. And even in cultures around the world where they're not marrying as often, they are settling down eventually with a long-term partner.
İnsan beyni her zaman övünür ve gerçekten de, bugün Amerika'da insanların yüzde 86'sı 49 yaşında evlenecek. Dünyanın dört bir yanından, evliliğin çok yaygın olmadığı kültürlerde bile er ya da geç uzun ilişki partnerleriyle yaşamaya başlıyorlardı.
So it began to occur to me: during this long extension of the precommitment stage, if you can get rid of bad relationships before you marry, maybe we're going to see more happy marriages. So I did a study of 1,100 married people in America -- not on Match.com, of course -- and I asked them a lot of questions. But one of the questions was, "Would you re-marry the person you're currently married to?" And 81 percent said, "Yes."
Aklıma şöyle bir fikir geldi: Bu evlilik öncesi aşamanın uzadığı dönemde, kötü beraberlikleri fark edip onlardan zamanında kurtulmayı başarırsak belki de daha fazla mutlu evlilikler göreceğiz. Böylece ben de Amerika'daki 1.100 evli insanla çalışma yaptım, Match.com'dakiler değil tabii ki ve onlara bir sürü soru sordum. Sorulardan biri: "Şu anda evli olduğunuz insanla tekrar evlenir miydiniz?" idi ve yüzde 81'i "Evet" dedi.
In fact, the greatest change in modern romance and family life is not technology. It's not even slow love. It's actually women piling into the job market in cultures around the world. For millions of years, our ancestors lived in little hunting and gathering groups. Women commuted to work to gather their fruits and vegetables. They came home with 60 to 80 percent of the evening meal. The double-income family was the rule. And women were regarded as just as economically, socially and sexually powerful as men.
Aslında modern romantizm ve aile yaşantısındaki en büyük değişiklik teknoloji değil. Yavaş aşk da değil. Farklı kültürlerden kadınların iş dünyasına katılmaya başlaması. Milyonlarca yıl boyunca, atalarımız küçük avcı ve toplayıcı topluluklarda yaşadı. Kadınlar işe meyve ve sebzelerini toplamak için gidiyordu. Eve akşam yemeğinin yüzde 60-80'iyle geliyorlardı. Düzen çift gelirli aileydi. Ve kadınlar aynı erkekler gibi ekonomik, sosyal ve cinsel açılardan güçlüydü.
Then the environment changed some 10,000 years ago, we began to settle down on the farm and both men and women became obliged, really, to marry the right person, from the right background, from the right religion and from the right kin and social and political connections. Men's jobs became more important: they had to move the rocks, fell the trees, plow the land. They brought the produce to local markets, and came home with the equivalent of money.
Fakat 10 bin yıl önce çevremiz değişti, çiftliklere yerleşmeye başladık ve hem kadınlar hem de erkekler doğru sosyal çevreden, doğru dinden, doğru soydan olan ve düzgün sosyo-politik bağlantılara sahip doğru insanlarla evlenme mecburiyetine girdiler. Erkeklerin işleri önem kazanmaya başladı. Taşları ittirmeli ve tarlayı sürmelilerdi. Yerel marketlere ürettiklerini götürüp evlerine de karşılığı olan parayı getirdiler.
Along with this, we see a rise of a host of beliefs: the belief of virginity at marriage, arranged marriages -- strictly arranged marriages -- the belief that the man is the head of the household, that the wife's place is in the home and most important, honor thy husband, and 'til death do us part. These are gone. They are going, and in many places, they are gone.
Bunun yanında, bir sürü inancın yükselişini gördük: Evlilikte bekâretin önemi, planlanmış, katı bir şekilde planlanmış evlilikler, evin direği erkektir, kadının yeri de yuvasıdır inancı ve en önemlisi ölüm ayırana dek kocana saygı duy inancı. Bunlar artık yok. Yok oluyorlar ve çoğu yerde çoktan yok oldular.
We are right now in a marriage revolution. We are shedding 10,000 years of our farming tradition and moving forward towards egalitarian relationships between the sexes -- something I regard as highly compatible with the ancient human spirit.
Şu anda bir evlilik devriminin içindeyiz. 10 bin yıllık çiftçilik geleneğimizi yıkıyor ve atalarımızın sahip olduğu ruha daha yakın gördüğüm, iki tarafın da aynı muameleyi gördüğü eşitlikçi ilişkilere doğru gidiyoruz.
I'm not a Pollyanna; there's a great deal to cry about. I've studied divorce in 80 cultures, I've studied, as I say, adultery in many -- there's a whole pile of problems. As William Butler Yeats, the poet, once said, "Love is the crooked thing." I would add, "Nobody gets out alive."
Ben Pollyanna değilim, arkasından ağlamamız gereken bir mesele var. Boşanma hakkında 80 kültürde çalışma yaptım ve çoğu aldatmayla ilgili bir yığın problem vardı. Şair William Butler Yeats'in dediği gibi, "Aşk sahtekâr şeydir." Ben de "Kimse canlı çıkamaz." diye eklemek isterim.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
We all have problems. But in fact, I think the poet Randall Jarrell really sums it up best. He said, "The dark, uneasy world of family life -- where the greatest can fail, and the humblest succeed."
Hepimizin problemleri var. Fakat bence en iyi özeti şair Randall Jarrell yapmış: "Aile hayatının karanlık ve gergin dünyası en iyilerin başarılı olamayacağı ve en mütevazilerin kazanabileceği bir şeydir."
But I will leave you with this: love and attachment will prevail, technology cannot change it. And I will conclude by saying any understanding of human relationships must take into account one the most powerful determinants of human behavior: the unquenchable, adaptable and primordial human drive to love.
Ama sizi şununla bırakmak istiyorum: Aşk ve bağlılık üstün gelecek, teknoloji bunu değiştiremeyecek. Ve bitirişimi şunu diyerek yapacağım, insan ilişkilerine dair oluşacak herhangi bir fikir, insan davranışının en güçlü belirleyici faktörlerinden birini hesaba katmalıdır: Bastırılamaz olan ve uyum sağlayabilen ilkel aşk dürtüsü.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)
Kelly Stoetzel: Thank you so much for that, Helen. As you know, there's another speaker here with us that works in your same field. She comes at it from a different perspective. Esther Perel is a psychotherapist who works with couples. You study data, Esther studies the stories the couples tell her when they come to her for help. Let's have her join us on the stage. Esther?
Kelly Stoetzel: Çok teşekkür ederiz Helen. Bildiğin üzere bekleyen bir konuşmacımız daha var. Seninle aynı alanda çalışıyor ve konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor. Esther Perel çiftlerle çalışan bir psikoterapist. Sen verilerle çalışıyorsun, Esther ise kendisine yardım için gelen çiftlerin yaşam hikâyeleriyle. Kendisini sahneye davet edelim, Esther?
(Applause)
(Alkışlar)
So Esther, when you were watching Helen's talk, was there any part of it that resonated with you through the lens of your own work that you'd like to comment on?
Evet Esther, Helen'in konuşmasını izlerken, hiç kendi çalışmalarından yankı yapan, senin de yorum yapmak istediğin bir bölüm oldu mu?
Esther Perel: It's interesting, because on the one hand, the need for love is ubiquitous and universal. But the way we love -- the meaning we make out of it -- the rules that govern our relationships, I think, are changing fundamentally.
Çok ilginç bir durum, çünkü aşka olan ihtiyaç evrensel ve her an her yerde olan bir şey iken âşık olma şeklimiz, bundan çıkardığımız anlam, ilişkilerimizi yöneten kurallar bence temel olarak sürekli değişiyor.
We come from a model that, until now, was primarily regulated around duty and obligation, the needs of the collective and loyalty. And we have shifted it to a model of free choice and individual rights, and self-fulfillment and happiness. And so, that was the first thing I thought, that the need doesn't change, but the context and the way we regulate these relationships changes a lot.
Sadakat ve kolektifliğin ihtiyaçları olan görev ve zorunluluğun ağırlıklı olarak düzenlendiği bir modelden bugüne kadar geliyoruz. Ve biz bunu özgür seçimlerle kişisel hakların, mutlulukla kişisel tatminlerin olduğu bir modele çevirdik. Ve aklıma gelen ilk şey, ihtiyacın asla değişmediği, ama ilişkilere uyguladığımız yolların ve içeriğinin çok fazla değişime uğradığı.
On the paradox of choice -- you know, on the one hand we relish the novelty and the playfulness, I think, to be able to have so many options. And at the same time, as you talk about this cognitive overload, I see many, many people who ... who dread the uncertainty and self-doubt that comes with this massa of choice, creating a case of "FOMO" and then leading us -- FOMO, fear of missed opportunity, or fear of missing out -- it's like, "How do I know I have found 'the one' -- the right one?"
Seçim paradoksuna göre, bildiğiniz gibi, yenilikten ve şakacılıktan hoşlandığımız için birçok seçeneğe sahip olabiliyoruz. Ve aynı zamanda, aşırı bilişsel yükten bahsettiğiniz zaman belirsizlikten ve kendinden şüphe etmekten ürken birçok insan görüyorum, bir düşünce yığınıyla birlikte geliyor ve "FOMO" adında bir durumu yaratıyor ve bizi yönlendiriyor. FOMO, bir fırsatı kaçırma korkusunun kısaltmasıdır ve "Doğru olanı seçtiğimi nasıl anlayacağım?" tarzı şüphelerdir.
So we've created what I call this thing of "stable ambiguity." Stable ambiguity is when you are too afraid to be alone but also not really willing to engage in intimacy-building. It's a set of tactics that kind of prolong the uncertainty of a relationship but also the uncertainty of the breakup. So, here on the internet you have three major ones. One is icing and simmering, which are great stalling tactics that offer a kind of holding pattern that emphasizes the undefined nature of a relationship but at the same time gives you enough of a comforting consistency and enough freedom of the undefined boundaries.
Biz de "değişmez anlam karmaşası" adında bir kavram yarattık. Değişmez anlam karmaşası, yalnız olmaktan çok korkarken, aynı zamanda herhangi bir ilişki kurmaya da pek istekli olmamak diye açıklanabilir. İlişkinin belirsizliğinin yanında, ayrılığın belirsizlik süresini de uzatan birtakım yöntemlerdir. İnternete göre üç ana anlam karmaşası var. Biri bir soğuk bir sıcak davranmaktır, ki ilişkinin net olarak tanımlanmamış doğasını vurgulayan ve bir çeşit kalıp oluşturan fakat aynı zamanda da size rahatlık veren bir tutarlılıkla tanımlanmamış sınırların özgürlüğünü veren güzel bir oyalama taktiğidir.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Yeah?
Öyle.
And then comes ghosting. And ghosting is, basically, you disappear from this massa of texts on the spot, and you don't have to deal with the pain that you inflict on another, because you're making it invisible even to yourself.
Daha sonra gölgelenme geliyor. Gölgelenme kısaca, zor durumda birikmiş mesaj yığınlarının arasında yok olmak ve birbirinize yaşattığınız acılarla uğraşmaya mecbur kalmamaktır, çünkü onların varlığını kendiniz bile kabul etmezsiniz.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Yeah?
Evet.
So I was thinking -- these words came up for me as I was listening to you, like how a vocabulary also creates a reality, and at the same time, that's my question to you: Do you think when the context changes, it still means that the nature of love remains the same?
Ve sizi dinlerken bir anda bu kelimeler aklıma geldi, sözlerin aynı zamanda gerçekliği de yaratması gibi, bu yüzden size sorum şu: İçeriği değişse bile, aşkın doğası hâlâ aynı kalır mı?
You study the brain and I study people's relationships and stories, so I think it's everything you say, plus. But I don't always know the degree to which a changing context ... Does it at some point begin to change -- If the meaning changes, does it change the need, or is the need clear of the entire context?
Sen beyin üzerine ben de insanların ilişkileri ve hikâyeleri üzerine çalışıyorum, yani senin söylediğin her şey tamam ama dahası var. Fakat her zaman içeriğin değişme derecesini bilemiyorum. Her zaman bir noktadan sonra mı değişmeye başlıyor? Anlamın değişmesi ihtiyacı değiştiriyor mu veya ihtiyaç tamamen içerikten bağımsız mı?
HF: Wow! Well --
Vay, pekâla --
(Laughter)
(Gülüşmeler)
(Applause)
(Alkışlar)
Well, I've got three points here, right? First of all, to your first one: there's no question that we've changed, that we now want a person to love, and for thousands of years, we had to marry the right person from the right background and right kin connection. And in fact, in my studies of 5,000 people every year, I ask them, "What are you looking for?" And every single year, over 97 percent say --
Sanırım üç nokta veriyorum şu anda. En önce, ilk sorduğuna cevap olarak: Değiştiğimize dair bir şüphe yok, artık âşık olacağımız bir insan istiyoruz ve binlerce yıldır doğru çevre ve iyi ailelerden olan insanlarla evlenmek zorunda bırakıldık. Oysa, her yıl 5 bin insana göre yaptığım çalışmalarımda onlara "Ne arıyorsunuz?" diye sorarım. Ve her yıl, yüzde 97'sinden fazlası...
EP: The list grows --
Liste büyüyor.
HF: Well, no. The basic thing is over 97 percent of people want somebody that respects them, somebody they can trust and confide in, somebody who makes them laugh, somebody who makes enough time for them and somebody who they find physically attractive. That never changes. And there's certainly -- you know, there's two parts --
Aslında hayır. Olay basit, yüzde 97'sinden fazlası kendilerine saygı duyan, güvenip her şeylerini paylaşabilecekleri, kendilerini güldüren, kendilerine yeterince zaman ayırabilen ve fiziksel olarak çekici buldukları birilerini istiyorlar. Bu asla değişmiyor. Tam olarak, yani, iki bölüm var --
EP: But you know how I call that? That's not what people used to say --
Ben buna ne diyorum biliyor musun? İnsanlar bunları söylemeye alışık değil.
HF: That's exactly right.
Kesinlikle öyle.
EP: They said they wanted somebody with whom they have companionship, economic support, children. We went from a production economy to a service economy.
Kendilerine eşlik edecek, ekonomik destek ve çocuk verecek birilerini istediklerini söylediler. Üretim ekonomisinden servis ekonomisine geçtik.
(Laughter)
Geniş bir kültürde bunu yaptık, evlilikte de bunu yapıyoruz.
We did it in the larger culture, and we're doing it in marriage.
Hiç şüphesiz.
HF: Right, no question about it. But it's interesting, the millennials actually want to be very good parents, whereas the generation above them wants to have a very fine marriage but is not as focused on being a good parent. You see all of these nuances.
Ama ilginç olan şey, Y kuşağı aslında iyi ebeveynler olmak isterken onlardan bir önceki jenerasyon sadece iyi bir evlilik yapmak istiyor ve düzgün ebeveynler olmaya bu kadar odaklı değiller. Ayrıntıyı görüyor musunuz?
There's two basic parts of personality: there's your culture -- everything you grew up to do and believe and say -- and there's your temperament. Basically, what I've been talking about is your temperament. And that temperament is certainly going to change with changing times and changing beliefs.
Kişiliğin iki ana bölümü var: Kültürünüz, içinde büyüdüğünüz ve inanıp uyguladığınız ve mizacınız. Temel olarak, bahsettiğim şeylerin hepsi mizacınızla ilgili. Ve bu mizaç, bu huylarınız, kesinlikle değişen inançlarla ve zamanla birlikte değişecek.
And in terms of the paradox of choice, there's no question about it that this is a pickle. There were millions of years where you found that sweet boy at the other side of the water hole, and you went for it.
Ve seçim paradoksuna göre, bunun zor bir durum olduğuna dair hiçbir şüphe yok. Su birikintisinin diğer ucunda bulduğumuz tatlı çocuğa yanaşmaya çalışıtığımız milyonlarca yıl geçti.
EP: Yes, but you --
Evet ama --
HF: I do want to say one more thing. The bottom line is, in hunting and gathering societies, they tended to have two or three partners during the course of their lives. They weren't square! And I'm not suggesting that we do, but the bottom line is, we've always had alternatives. Mankind is always -- in fact, the brain is well-built to what we call "equilibrate," to try and decide: Do I come, do I stay? Do I go, do I stay? What are the opportunities here? How do I handle this there? And so I think we're seeing another play-out of that now.
Bir şey daha demek istiyorum. Asıl sonuçsa, avlayıcı ve toplayıcı toplumların hayatları boyunca iki ya da üç partnere sahip olma eğilimleri. Rüşvet vermiyorlardı. Bizim verdiğimizi söylemiyorum, fakat önemli olan, her zaman alternatiflerimizin olmuş olması. İnsanlık her zaman -- aslında beyin karar vermek ve denemek için dengeli ve güzel tasarlanmış bir şey: Geleyim mi, kalayım mı? Gideyim mi kalayım mı? Kazançlarım neler? Nasıl başa çıkabilirim? Başka bir her şeyini ortaya koyarak savaşma durumu görüyoruz.
KS: Well, thank you both so much. I think you're going to have a million dinner partners for tonight!
İkinize de çok teşekkür ederim. Sanırım bu gece bir milyon yemek partneri bulacaksınız!
(Applause)
Thank you, thank you.
Çok teşekkürler.