This is me at age seven. And this is also me.
Bu ben yedi yaşındayken. Ayrıca, bu da benim.
(Applause and cheering)
(Alkış ve tezahürat)
To be standing here in Kakuma refugee camp feels so surreal, and I'm overcome with so much emotion. These very grounds are where I was born and spent the first seven years of my life.
Burada, Kakuma mülteci kampında olmak gerçeküstüymüş gibi hissettiriyor ve çok fazla duygunun üstesinden geliyorum. Doğduğum yer burası ve hayatımın ilk yedi yılını burada geçirdim.
I think many people are surprised to hear that I had a great upbringing here at Kakuma. But I was happy, I was smart, I had friends and above all, I had hope for a brighter future.
Kakuma'da muazzam bir şekilde yetiştirildiğimi duyduklarında birçok insanın şaşırdığını düşünüyorum. Fakat mutluydum. Zekiydim, arkadaşlarım vardı ve hepsinden önemlisi, daha iyi bir geleceğe dair umudum vardı.
That's not to say that we didn't have our obstacles. I mean, boy were there struggles. I would sometimes get sick with malaria and didn't always know where our next meal would come from. But the sense of community that is here in Kakuma and the pride that everyone here possesses is simply unparalleled. When I was younger, I remember conflicts breaking out. That tends to happen when people come from different backgrounds and don't speak the same language. Eventually, Swahili -- the main language here -- became our common ground. I made friends with the kids at the camp and even started embracing some of their cultures, celebrating holidays like Christmas even though I was raised Muslim. The other kids would embrace my culture as well, sometimes even praying right alongside me. It was easy, as children, to come together, blend all of our beliefs to form our own unique, multicultural environment.
Bu bizim engellerimizin olmadığı anlamına gelmez. Demek istediğim, çocuklar orada mücadele ediyordu. Bazen sıtma hastalığına yakalanırdım ve bir sonraki öğünümüzün nereden geleceğini her zaman bilmezdim. Ancak, Kakuma'da bulunan topluluk hissi ve buradaki herkesin sahip olduğu gurur tek kelimeyle eşsizdi. Ben küçükken çatışmaların çıktığını hatırlıyorum. Bu, insanlar farklı kökenden geldiğinde ve aynı dili konuşmadığında olma eğilimindedir. Sonunda, Swahili -buradaki ana dil- ortak yönümüz haline geldi. Kamptaki çocuklarla arkadaş oldum ve onların kültürlerine özgü bazı şeyleri benimsedim, hatta Müslüman olarak yetiştirilmeme rağmen Noel gibi bayramları kutladım. Diğer çocuklar da benim kültürümü sahiplenirdi, bazen benim yanımda dua ederlerdi. Çocukken bir araya gelmek kolaydır, inançlarımızı eşsiz bir çok kültürlü alan oluşturmak için karıştırmak.
My name is Halima Aden and I'm a black, Muslim, Somali-American from Kenya.
İsmim Halima Aden ve siyahiyim, Müslümanım, Kenya'dan Somali-Amerikanım.
(Applause)
(Alkış)
Some have called me a trailblazer -- I was the first Muslim homecoming queen at my high school, the first Somali student senator at my college and the first hijab-wearing woman in many places, like the Miss Minnesota USA beauty pageant, the runways of Milan and New York Fashion Weeks and even on the historic cover of British "Vogue." As you can see, I'm not afraid to be the first, to step out on my own, to take risks and seek change, because that's what being a minority is about. It's about using yourself as a vessel to create change and being a human representation for the power of diversity. And now I use my platform to spread an important message of acceptance.
Bazıları bana öncü derdi. Lisemdeki ilk Müslüman Mezunlar Günü Kraliçesi, ilk Somalili öğrenci ve çoğu mekanda ilk defa hijab giyen kadın bendim; örneğin Miss Minnesota USA güzellik yarışması, Milano ve New York Moda Haftası podyumları ve İngiliz "Vogue"un tarihi kapağında bile. Gördüğünüz gibi ilk olmaktan, ortaya çıkmaktan, risk almaktan ve şansı aramaktan korkmuyorum, çünkü azınlık olmak budur. Çeşitliliğin gücü için değişim yaratmak ve insan temsili olmak için kendinizi bir gemi olarak kullanmakla ilgilidir. Ve şimdi platformumu önemli bir kabul mesajını yaymak için kullanıyorum.
But it hasn't always been easy. When we first arrived to the United States and made St. Louis, Missouri home, I remember asking my mom, "Is this really America?" There were things that were sadly familiar, like hearing gunshots at night and the streets looking impoverished. But there were things that were also very different. Like when I started first grade, I noticed how the kids played in groups. In America, we call them "cliques." Back here, we all played together. Gender didn't matter, and race most certainly never mattered. I remember asking myself, "Why don't they understand Swahili? Swahili is the language that brings people together." To make matters worse, the school I was enrolled in didn't have an English immersion program. So everyday I would get up, go to school, sit in my desk and never learn a thing. This is when I started losing hope, and I wanted nothing more than return to Kakuma, a refugee camp.
Fakat hep kolay değildi. Birleşik Devletler’e ilk geldiğimizde ve Missouri, St.Louis'e vardığımızda, Anneme ''Burası gerçekten Amerika mı?'' diye sorduğumu hatırlıyorum. Ne yazık ki, geceleri silah sesi duymak ve yoksul sokaklar gibi benzer şeyler vardı. Ama farklı olan birçok şey de vardı. Birinci sınıfa başladığımda, çocukların gruplar halinde oynadığını farkettim. Amerika'da onlara ''grup'' denir. Burada, hep birlikte oynardık. Cinsiyet ve ırk kesinlikle fark etmezdi. Kendime ''Neden Swahili'yi anlamıyorlar? Swahili, insanları bir araya getiren dildir.'' diye sorduğumu hatırlıyorum. Daha da kötüsü, kayıt yaptırdığım okulda İngilizce başlangıç programı yoktu. Her gün erkenden kalkar, okula gider, sırama oturur ve asla bir şey öğrenmezdim. Bu umudumu yitirmeye başladığım zamandı ve Kakuma mülteci kampına dönmekten başka bir şey istemedim.
Soon, my mother learned that many Somalis found refuge in a small town in Minnesota. So when I was eight, we moved to Minnesota. My life changed as I met other students who spoke Somali, attended a school that had an English immersion program and found teachers that would go above and beyond, staying there after school hours and lunch breaks, dedicated to helping me find success in the classroom. Being a child refugee has taught me that one could be stripped of everything: food, shelter, clean drinking water, even friendship, but the one thing that no one could ever take away from you is your education. So I made studying my top priority and soon started flourishing within the classroom.
Çok geçmeden annem birçok Somalili'nin Minnesota'daki küçük bir kasabaya sığındığını öğrendi. Sekiz yaşımdayken Minnesota'ya taşındık. Somalice konuşan diğer çocuklarla tanışınca hayatım değişti, İngilizce başlangıç programı olan bir okula kayıt yaptırdım ve daha ilerisine gidecek öğretmenler buldum, okul saatlerinden ve öğle yemeği molasından sonra sınıfta başarılı olmam için beni çalıştırmaya uğraşıyorlardı. Çocuk mülteci olmak bana her şeyden yoksun olunabileceğini öğretti; yiyecek, barınak, temiz içme suyu, hatta arkadaşlık, fakat birinin sizden alamayacağı tek şey eğitiminizdir. Çalışmayı önceliğim haline getirdim ve sınıfla birlikte gelişmeye başladım.
As I grew older, I became more aware of others and how they viewed my race and background. Specifically, when I started wearing the head scarf known as a hijab. When I first started wearing it, I was excited. I remember admiring my mother's, and I wanted to emulate her beauty. But when I started middle school, the students teased me about not having hair, so to prove them wrong, I started showing them my hair -- something that goes against my beliefs, but something I felt pressured to do. I wanted so badly to fit in at the time.
Yaşım büyüdükçe diğerlerinin benim geçmişime ve ırkıma bakış açılarının farkına varmaya başladım. Özellikle, hijab olarak bilinen başörtüsünü takmaya başladığımda. İlk giymeye başladığımda heyecanlıydım. Anneminkine hayrandım ve onun güzelliğini taklit etmek istedim. Fakat ortaokula başladığımda öğrenciler saçım yok diye benimle uğraştılar, yanıldıklarını kanıtlamak için onlara saçımı göstermeye başladım, inancıma zıt olan fakat yapmak zorunda hissettiğim bir şeydi. O zamanlar uyumlu olmayı çok isterdim.
When I reflect on the issues of race, religion, identity, a lot of painful memories come to mind. It would be easy for me to blame those of another culture for making me feel the pain I felt, but when I think deeper, I also recognize that the most impactful, positive, life-changing events that have happened to me are thanks to those people who are different than me. It was at this moment that I decided to step outside of my comfort zone and compete in a pageant wearing a hijab and burkini. I saw it as an opportunity to be a voice for women who, like myself, had felt underrepresented. And although I didn't capture the crown, that experience opened so many doors for me. I was receiving emails and messages from women all over the world, telling me that I've inspired them by simply staying true to myself.
Konuyu ırk, din, kimliğe yansıttığımda acı verici bir sürü şey hatırlıyorum. Acı hissetmeme sebep oldukları için diğer kültürden olanları suçlamak benim için kolay olurdu, fakat daha derin düşündüm. Ayrıca başıma gelen en etkili, pozitif, hayat değiştiren şeylerin benden farklı insanlar sayesinde gerçekleştiğini anladım. O an güvenli bölgemden çıkıp başörtüsü ve haşema giyerek güzellik yarışmasında yarışmaya karar verdim. Benim gibi olan, yeterince temsil edilmemiş kadınların sesi olmak için bir fırsat olarak gördüm. Tacı almasam da bu deneyim bana bir sürü kapı açtı. Dünyanın her yerindeki kadınlardan, sadece kendime sadık kalarak onlara ilham verdiğimi söyleyen mail ve mesajlar aldım.
The other "firsts" kept coming. I was invited to New York City by fashion icon Carine Roitfeld to shoot my very first editorial. It was around this time that I became the first hijab-wearing model, and in my first year, I graced the covers of nine fashion magazines. It was a whirlwind, to say the least. But with all the overnight success, there was one thing that remained constant -- the thought that this could be what brings me back here to Kakuma, the place that I call home.
Diğer ''ilk''ler yoldaydı. İlk baş yazım için moda ikonu Carine Roitfeld tarafından New York'a davet edildim. Bu ilk başörtü takan model olduğum zamanlardaydı ve ilk yılımda dokuz moda dergisinin kapağına çıktım. En abartısız haliyle kasırga gibiydi. Fakat ani başarılarımda aynı kalmaya devam eden tek bir şey vardı; ev dediğim yere, Kakuma'ya beni götürecek şeyin bu olabileceği düşüncesi.
And just a few months ago, something incredible happened to me. I was in New York City, on a photo shoot, when I met South Sudanese model Adut Akech, who also happened to be born right here in Kakuma. That experience in itself is the definition of hope. I mean, just imagine: two girls born in the same refugee camp, reunited for the first time on the cover of British "Vogue."
Birkaç ay önce, en harika şey başıma geldi. New York'ta bir fotoğraf çekimindeydim, Kakuma'da doğmuş olan, Güney Somalili model Adut Akech ile tanıştım. Bu deneyim, kendi içinde umudun tanımıydı. Yani, hayal edin; aynı mülteci kampında doğmuş iki kız, İngiliz ''Vogue''un kapağı için ilk defa bir araya geliyor.
(Applause and cheering)
(Alkış ve tezahürat)
I was given the distinct pleasure of partnering up with UNICEF, knowing firsthand the work that they do for children in need. And I want you to remember that although the children here may be refugees, they are children. They deserve every opportunity to flourish, to hope, to dream -- to be successful.
İhtiyacı olan çocuklar için yaptıkları işi ilk elden bilerek UNICEF'le işbirliği yapmaktan ayrı bir zevk aldım. Şunu hatırlamanızı istiyorum, buradakiler mülteci olsalar da çocuk. Gelişmek, umut etmek, hayal kurmak, başarılı olmak için her fırsata sahip olmalılar.
My story began right here in Kakuma refugee camp, a place of hope.
Benim hikayem tam burada, Kakuma mülteci kampında, bir umut yerinde başladı.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkış)