Now, Hegel -- he very famously said that Africa was a place without history, without past, without narrative. Yet, I'd argue that no other continent has nurtured, has fought for, has celebrated its history more concertedly. The struggle to keep African narrative alive has been one of the most consistent and hard-fought endeavors of African peoples, and it continues to be so. The struggles endured and the sacrifices made to hold onto narrative in the face of enslavement, colonialism, racism, wars and so much else has been the underpinning narrative of our history.
Hegel'in meşhur bir sözü var: "Afrika tarihi, geçmişi, öyküsü olmayan bir yerdi." Ancak, iddia ederim ki başka hiçbir kıta tarihi ile bu kadar ilgilenmiş, tarihi için savaşmış, tarihini daha uyumlu bir şekilde kutlamış değildir. Afrika anlatılarını hayatta tutmak için verilen mücadele Afrika insanının en istikrarlı ve canla başla uğraştığı mücadelelerinden biridir ve böyle olmaya da devam ediyor. Öykülere tutunmak için esaret, sömürgecilik, ırkçılık, savaşlar karşısında zorluklara göğüs gerildi ve kurbanlar verildi ve pek çok başka şey tarihimizin temelini oluşturan öyküler olmuştur.
And our narrative has not just survived the assaults that history has thrown at it. We've left a body of material culture, artistic magistery and intellectual output. We've mapped and we've charted and we've captured our histories in ways that are the measure of anywhere else on earth. Long before the meaningful arrival of Europeans -- indeed, whilst Europe was still mired in its Dark Age -- Africans were pioneering techniques in recording, in nurturing history, forging revolutionary methods for keeping their story alive. And living history, dynamic heritage -- it remains important to us. We see that manifest in so many ways.
Ve öykülerimiz sadece tarihin saldırılarına karşı hayatta kalmış değildir. Maddi bir kültürü, artistik majistrali ve düşünsel üretimi terk ettik. Haritaladık, grafiğe döktük ve tarihlerimizi yeryüzünün herhangi bir yerinde ölçü olacak şekilde zapt ettik. Avrupalıların manidar varışlarından çok önce - aslında, Avrupa hâlâ Karanlık Çağı içinde boğuşuyordu - Afrikalılar tarihi kaydetme, koruma tekniklerine öncülük ediyor, hikâyelerini canlı tutmak için devrimsel metodlar üretiyorlardı. Ve yaşayan tarih, dinamik miras bizim için önemini koruyor. Bu manifestoyu çok çeşitli şekillerde görüyoruz.
I'm reminded of how, just last year -- you might remember it -- the first members of the al Qaeda-affiliated Ansar Dine were indicted for war crimes and sent to the Hague. And one of the most notorious was Ahmad al-Faqi, who was a young Malian, and he was charged, not with genocide, not with ethnic cleansing, but with being one of the instigators of a campaign to destroy some of Mali's most important cultural heritage. This wasn't vandalism; these weren't thoughtless acts. One of the things that al-Faqi said when he was asked to identify himself in court was that he was a graduate, that he was a teacher. Over the course of 2012, they engaged in a systematic campaign to destroy Mali's cultural heritage. This was a deeply considered waging of war in the most powerful way that could be envisaged: in destroying narrative, in destroying stories. The attempted destruction of nine shrines, the central mosque and perhaps as many as 4,000 manuscripts was a considered act. They understood the power of narrative to hold communities together, and they conversely understood that in destroying stories, they hoped they would destroy a people.
Geçen sene hatırlatmıştım, belki hatırlarsınız, El-Kaide'ye bağlı Ansar Dine'nin ilk üyeleri savaş suçu işlemekle suçlandı ve Lahey'e gönderildi. Ve en kötü şöhretlilerinden olan genç bir Malili, Ahmad Al-Faqi suçlu bulundu fakat soykırım veya etnik temizlikten değil, Mali'nin en önemli kültürel miraslarından bazılarının yok edilmesini azmettirenlerden biri olmasından dolayı. Bu vandalizm değildi; bunlar düşüncesizce yapılan şeyler değildi. Kendisini mahkemeye tanıtması istendiğinde Al-Faqi'nin söylediği şeylerden biri bir üniversite mezunu olduğu, bir öğretmen olduğuydu. 2012 yılı boyunca, Mali'nin kültürel mirasını yok etme gibi sistematik bir eyleme giriştiler. Bu, derinlemesine düşünülmüş bir savaştı ve planlanan şuydu: öyküleri yok etmek, hikayeleri yok etmek. Dokuz tapınağı, merkez camiyi ve belki de 4.000 kadar el yazmasını yok etme teşebbüsü planlı bir fiildi. Toplumları bir arada tutan öykülerin gücünü anlamışlardı ve buna karşılık hikayeleri yok ederek bir insanı yok etmeyi umdular.
But just as Ansar Dine and their insurgency were driven by powerful narratives, so was the local population's defense of Timbuktu and its libraries. These were communities who've grown up with stories of the Mali Empire; lived in the shadow of Timbuktu's great libraries. They'd listened to songs of its origin from their childhood, and they weren't about to give up on that without a fight. Over difficult months of 2012, during the Ansar Dine invasion, Malians, ordinary people, risked their lives to secrete and smuggle documents to safety, doing what they could to protect historic buildings and defend their ancient libraries. And although they weren't always successful, many of the most important manuscripts were thankfully saved, and today each one of the shrines that was damaged during that uprising have been rebuilt, including the 14th-century mosque that is the symbolic heart of the city. It's been fully restored.
Fakat tıpkı Ansar Dine gibi onların ayaklanmaları da güçlü öykülerle yönlendiriliyor, aynı şekilde Timbuktu yerel nüfusunun savunması ve kütüphaneleri de. Bunlar Mali İmparatorluğu hikayeleriyle büyüyen toplumlardı; Timbuktu'nun büyük kütüphanelerinin gölgesinde yaşadılar. Çocukluklarında kökenlerine ait şarkılarını dinlediler ve savaşmadan bundan vazgeçecek değillerdi. 2012'nin zorlu aylarında, Ansar Dine istilası sırasında Malililer, sıradan insanlar, hayatlarını riske atarak belgeleri güvenli bir yere kaçırdılar, tarihi binalarını korumak için ellerinden geleni yaptılar ve antik kütüphanelerini savundular. Ve her zaman başarılı olamasalar da, şükür ki, en önemli el yazmalarının çoğu kurtarıldı. Ve bugün, başkaldırı sırasında zarar gören tapınakların her biri tekrar inşa edildi. Kentin sembolik kalbi olan 14. yüzyıl camisi de tamamen restore edildi.
But even in the bleakest periods of the occupation, enough of the population of Timbuktu simply would not bow to men like al-Faqi. They wouldn't allow their history to be wiped away, and anyone who has visited that part of the world, they will understand why, why stories, why narrative, why histories are of such importance. History matters. History really matters. And for peoples of African descent, who have seen their narrative systematically assaulted over centuries, this is critically important. This is part of a recurrent echo across our history of ordinary people making a stand for their story, for their history.
Fakat işgalin en kasvetli sıralarında bile Timbuktu'nun büyük çoğunluğu al-Faqi gibi adamlara öylece boyun eğmemiştir. Tarihlerinin silinmesine izin vermemişlerdir ve dünyanın o kısmını ziyaret edenler neden hikâyelerin, öykülerin, tarihin bu kadar önemli olduğunu anlayacaktır. Tarih önemlidir. Tarih gerçekten önemlidir. Ve yüzyıllar boyunca öykülerinin sistematik olarak saldırıya uğradığını gören Afrika kökenli insanlar için bu son derece önemlidir. Bu, tarihimiz boyunca hikâyeleri, tarihleri için direnen sıradan insanların tekrar eden yankılarının bir parçası.
Just as in the 19th century, enslaved peoples of African descent in the Caribbean fought under threat of punishment, fought to practice their religions, to celebrate Carnival, to keep their history alive. Ordinary people were prepared to make great sacrifices, some even the ultimate sacrifice, for their history. And it was through control of narrative that some of the most devastating colonial campaigns were crystallized. It was through the dominance of one narrative over another that the worst manifestations of colonialism became palpable.
Tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi, Karayiplerde esir edilen Afrika kökenli insanlar cezalandırılma tehdidi altında, inançlarını yaşamak, bayramlarını kutlamak, tarihlerini hayatta tutmak için savaştı. Sıradan insanlar büyük fedakârlıklar yapmak için hazırdı ve hatta bazısı tarihleri için bu uğurda canını verdi. Ve öykülerin kontrolü ile en yıkıcı sömürge mücadelelerinin bazıları sonuç elde etti. Bir öykünün diğerine üstünlüğü ile sömürgeciliğin en kötü alametleri belirgin hale geldi.
When, in 1874, the British attacked the Ashanti, they overran Kumasi and captured the Asantehene. They knew that controlling territory and subjugating the head of state -- it wasn't enough. They recognized that the emotional authority of state lay in its narrative and the symbols that represented it, like the Golden Stool. They understood that control of story was absolutely critical to truly controlling a people. And the Ashanti understood, too, and they never were to relinquish the precious Golden Stool, never to completely capitulate to the British. Narrative matters.
1874'te İngilizler Ashanti'ye saldırdığında, Kumasi'yi istila ettiler ve Ashanti hükümdarını esir aldılar. Bölgeyi kontrol etmenin ve devletin başına boyun eğdirmenin yeterli olmadığını biliyorlardı. Devletin duygusal otoritesinin öykülerinde ve onu temsil eden sembollerde yattığının farkında varmışlardı, Altın Tabure gibi. Bir kişiyi gerçekten kontrol etmede hikâyenin kontrolünün çok önemli olduğunu anladılar. Ashanti de bunu anladı ve değerli Altın Tabureden asla vazgeçmediler, ve İngilizlere asla tamamen teslim olmadılar. Öyküler önemlidir.
In 1871, Karl Mauch, a German geologist working in Southern Africa, he stumbled across an extraordinary complex, a complex of abandoned stone buildings. And he never quite recovered from what he saw: a granite, drystone city, stranded on an outcrop above an empty savannah: Great Zimbabwe. And Mauch had no idea who was responsible for what was obviously an astonishing feat of architecture, but he felt sure of one single thing: this narrative needed to be claimed.
1871'de, Güney Afrika'da çalışan Alman Jeolog Karl Mauch, sıradışı bir kompleks ile karşılaştı, terk edilmiş bir taş bina kompleksi. Ve gördüğü şeyi asla unutamadı: bir granit, kuru duvar şehri, boş bir bozkırın üstündeki bir mostraya gömülmüş halde: Büyük Zimbabwe. Ve insanı hayrette bırakan mimari bir başarıdan kimin sorumlu olduğuna dair Mauch'un en ufak bir fikri yoktu, ama kendini bir şeyden emin hissediyordu: bu öyküye sahip çıkılmalıydı.
He later wrote that the wrought architecture of Great Zimbabwe was simply too sophisticated, too special to have been built by Africans. Mauch, like dozens of Europeans that followed in his footsteps, speculated on who might have built the city. And one went as far as to posit, "I do not think that I am far wrong if I suppose that that ruin on the hill is a copy of King Solomon's Temple." And as I'm sure you know, Mauch, he hadn't stumbled upon King Solomon's Temple, but upon a purely African complex of buildings constructed by a purely African civilization from the 11th century onward.
Daha sonra Büyük Zimbabve mimarisinin çok sofistike olduğunu, Afrikalılar tarafından inşa edilemeyecek kadar özel olduğunu yazdı. Mauch, onun ayak izini takip eden onlarca Avrupalı gibi şehri kimin inşa etmiş olabileceğine kafa yordu. Ve birisi ileri giderek şunları söyledi: "Tepedeki harabenin Kral Süleyman'ın Mabedinin bir kopyası olduğunu düşünerek çok yanılmış olacağımı sanmıyorum." Ve eminim ki, Mauch Kral Süleyman'ın Mabedine değil 11. yüzyıldan sonra bütünüyle bir Afrika uygarlığı tarafından inşa edilmiş bütünüyle bir Afrika bina kompleksinde bulunuyordu.
But like Leo Frobenius, a fellow German anthropologist who speculated some years later, upon seeing the Nigerian Ife Heads for the very first time, that they must have been artifacts from the long-lost kingdom of Atlantis. He felt, just like Hegel, an almost instinctive need to rob Africa of its history. These ideas are so irrational, so deeply held, that even when faced with the physical archaeology, they couldn't think rationally. They could no longer see. And like so much of Africa's relationship with Enlightenment Europe, it involved appropriation, denigration and control of the continent. It involved an attempt to bend narrative to Europe's ends.
Fakat Leo Frobenius gibi bir Alman antropolog birkaç yıl sonra Nijerya Ife Başlarını ilk defa gördüğünde şöyle düşündü: "Bunlar uzun süredir kayıp olan Atlantis krallığının kalıntıları olmalı." O da, tıpkı Hegel gibi içgüdüsel olarak Afrika'yı tarihinden mahrum bırakma ihtiyacını hissetti. Bu fikirler o kadar mantıksız ve bağnazca ki, fiziksel arkeolojiyle yüzleştirilseler bile mantıklı düşünemiyorlardı. Artık göremiyorlardı. Afrika'nın Aydınlanmış Avrupa ile ilişkilerinde olduğu gibi, işin içinde el koyma, aşağılama ve kıtanın kontrolü vardı. İşin içinde anlatıları Avrupa'nın çıkarlarına göre bükmek de vardı.
And if Mauch had really wanted to find an answer to his question, "Where did Great Zimbabwe or that great stone building come from?" he would have needed to begin his quest a thousand miles away from Great Zimbabwe, at the eastern edge of the continent, where Africa meets the Indian Ocean. He would have needed to trace the gold and the goods from some of the great trading emporia of the Swahili coast to Great Zimbabwe, to gain a sense of the scale and influence of that mysterious culture, to get a picture of Great Zimbabwe as a political, cultural entity through the kingdoms and the civilizations that were drawn under its control. For centuries, traders have been drawn to that bit of the coast from as far away as India and China and the Middle East. And it might be tempting to interpret, because it's exquisitely beautiful, that building, it might be tempting to interpret it as just an exquisite, symbolic jewel, a vast ceremonial sculpture in stone. But the site must have been a complex at the center of a significant nexus of economies that defined this region for a millennium.
Ve eğer Mauch "Büyük Zimbabve veya büyük taş bina nereden geldi?" sorusuna gerçekten bir cevap bulmak isteseydi, arayışına Büyük Zimbabve'nin 1.600 km uzağından, kıtanın doğu ucu olan, Afrika'nın Hint Okyanusu ile buluştuğu yerden başlaması gerekirdi. Bu gizemli kültürün büyüklük algısını ve etkisini anlamak, kontrol altına alınan krallıklar ve medeniyetler üzerinden Büyük Zimbabve'yi siyasi, kültürel bir varlık olarak resmetmek için, Svahili sahilinden Büyük Zimbabve'ye kadar bazı büyük pazar yerlerindeki altın ve eşyanın izini süremesi gerekirdi. Yüzyıllardır, tüccarlar Hindistan, Çin ve Orta Doğu gibi uzak yerlerden sahilin o parçasına çekilmiştir. Bu cazip olabilir -- çünkü o bina o kadar zarif bir güzellik ki -- onu zarif, sembolik bir mücevher, taştan muazzam bir ayin heykeli olarak yorumlamak cazip olabilir. Fakat bu alan, bin yıllar boyunca bu bölgeyi tanımlayan önemli bir ekonomik ilişkinin merkezinde bir kompleks olmalıydı.
This matters. These narratives matter. Even today, the fight to tell our story is not just against time. It's not just against organizations like Ansar Dine. It's also in establishing a truly African voice after centuries of imposed histories. We don't just have to recolonize our history, but we have to find ways to build back the intellectual underpinning that Hegel denied was there at all. We have to rediscover African philosophy, African perspectives, African history.
Bu önemlidir. Bu öyküler önemli. Bugün bile, hikâyemizi anlatma mücadelesi sadece zamana karşı değildir. Sadece Ansar Dine gibi örgütlere karşı değildir. Yüzyıllar boyu dayatılan tarihlerden sonra gerçek bir Afrika sesi tesis etme meselesidir. Tarihimizi sadece yeniden kolonileştirmek değil Hegel'in olduğunu inkar ettiği düşünsel desteği tekrar inşa etmenin yollarını bulmak zorundayız. Afrika felsefesini, Afrika bakış açısını, Afrika tarihini tekrar keşfetmek zorundayız.
The flowering of Great Zimbabwe -- it wasn't a freak moment. It was part of a burgeoning change across the whole of the continent. Perhaps the great exemplification of that was Sundiata Keita, the founder of the Mali Empire, probably the greatest empire that West Africa has ever seen. Sundiata Keita was born about 1235, growing up in a time of profound flux. He was seeing the transition between the Berber dynasties to the north, he may have heard about the rise of the Ife to the south and perhaps even the dominance of the Solomaic Dynasty in Ethiopia to the east. And he must have been aware that he was living through a moment of quickening change, of growing confidence in our continent. He must have been aware of new states that were building their influence from as far afield as Great Zimbabwe and the Swahili sultanates, each engaged directly or indirectly beyond the continent itself, each driven also to invest in securing their intellectual and cultural legacy. He probably would have engaged in trade with these peer nations as part of a massive continental nexus of great medieval African economies.
Büyük Zimbabve'nin çiçek açması garip bir an değildi. Kıtanın tamamında gelişen değişimin bir parçasıydı. Muhtemelen Batı Afrika'nın gördüğü en büyük imparatorluk olan Mali İmparatorluğu'nun kurucusu Sundiata Keita, belki de bunun en büyük örneğini oluşturmuştur. Sundiata Keita 1235 yılında doğdu, müthiş bir değişim zamanında büyüdü. Kuzeydeki Berberi hanedanları arasındaki geçişi görüyor, güneyde Ife'nin doğuşunu ve belki hatta batıdaki Etiyopya Solomon hanedanının egemenliğini duymuş olmalı. Ve kıtamızda artan bir güvenin, hızlı bir değişimin olduğu bir dönemde yaşadığının farkında olmalıydı. Büyük Zimbabve ve Swahili sultanlıklarına kadar etkilerini geliştiren, her biri doğrudan veya dolaylı olarak kıtanın ötesini hedefleyen ve entelektüel ve kültürel miraslarını güvence altına almak adına yatırım yapan yeni devletlerin farkında olmalıydı. Muhtemelen büyük orta çağ Afrika ekonomilerinin büyük bir kıta bağlantısının parçası olarak bu akran uluslarla ticaret yapmakla ilgilenirdi.
And like all of those great empires, Sundiata Keita invested in securing his legacy through history by using story -- not just formalizing the idea of storytelling, but in building a whole convention of telling and retelling his story as a key to founding a narrative for his empire. And these stories, in musical form, are still sung today.
Ve tüm bu büyük imparatorluklar gibi, Sundiata Keita hikâyeyi kullanarak mirasını tarihle güvence altına almaya yatırım yaptı. Sadece öykü anlatma fikrini şekillendirmekle kalmayıp, imparatorluğu için bir anlatı tesis etmenin anahtarı olarak öyküsünü anlatan ve tekrarlayan tam bir düzen kurmaya. Ve bu hikâyeler, müzikal formda, bugün hâlâ söyleniyor.
Now, several decades after the death of Sundiata, a new king ascended the throne, Mansa Musa, its most famous emperor. Now, Mansa Musa is famed for his vast gold reserves and for sending envoys to the courts of Europe and the Middle East. He was every bit as ambitious as his predecessors, but saw a different kind of route of securing his place in history. In 1324, Mansa Musa went on pilgrimage to Mecca, and he traveled with a retinue of thousands. It's been said that 100 camels each carried 100 pounds of gold. It's been recorded that he built a fully functioning mosque every Friday of his trip, and performed so many acts of kindness, that the great Berber chronicler, Ibn Battuta, wrote, "He flooded Cairo with kindness, spending so much in the markets of North Africa and the Middle East that it affected the price of gold into the next decade."
Sundiata'nın ölümünden birkaç on yıl sonra tahta yeni bir kral oturdu, en meşhur hükümdar olan Mansa Musa. Mansa Musa, büyük altın rezervleri ve elçilerini Avrupa ve Orta Doğu saraylarına göndermekle ünlüdür. O, tam da ataları kadar hırslıydı, ama tarihteki yerini güvenceye almada farklı bir yol seçti. 1324'te, Mansa Musa Mekke'ye hacca gitti ve beraberindeki binlerce kişiyle seyahat etti. Her biri 45 kilo altın taşıyan 100 deve olduğu söyleniyor. Kayıtlara göre seyahati sırasında her Cuma tam teçhizatlı bir cami yaptırıyormuş ve o kadar izzet-i ikramda bulunmuş ki büyük Berberi tarihçi İbn Batuta şöyle yazmış: "Kahire'ye nezaketle sel gibi aktı, Kuzey Afrika ve Orta Doğu pazarlarında çok fazla harcama yaptı, öyle ki bu, sonraki on yılın altın değerini etkiledi."
And on his return, Mansa Musa memorialized his journey by building a mosque at the heart of his empire. And the legacy of what he left behind, Timbuktu, it represents one of the great bodies of written historical material produced by African scholars: about 700,000 medieval documents, ranging from scholarly works to letters, which have been preserved often by private households. And at its peak, in the 15th and 16th centuries, the university there was as influential as any educational establishment in Europe, attracting about 25,000 students. This was in a city of around 100,000 people. It cemented Timbuktu as a world center of learning. But this was a very particular kind of learning that was focused and driven by Islam.
Ve geri dönüş yolunda Mansa Musa, seyahatini imparatorluğun kalbinde bir cami inşa ettirerek anıtlaştırmıştır. Ve arkasında bıraktığı miras, Timbuktu, Afrikalı bilginler tarafından üretilen yazılı tarihi malzemelerinden birini temsil eder: ilmi çalışmalar ve mektupların bulunduğu daha çok aileler tarafından korunan yaklaşık 7.000 ortaçağ belgesi. Ve zirve zamanlar olan 15. ve 16. yüzyılda oradaki üniversite Avrupa'daki herhangi bir eğitim kuruluşu kadar etkiliydi ve 25.000 öğrenci orada eğitim almak için geliyordu. Burası yaklaşık 100.000 kişilik bir şehirdi. Bu Timbuktu'yu eğitimin merkezi olarak pekiştirdi. Fakat bu İslam odaklı ve güdümlü çok özel bir tür eğitimdi.
And since I first visited Timbuktu, I've visited many other libraries across Africa, and despite Hegel's view that Africa has no history, not only is it a continent with an embarrassment of history, it has developed unrivaled systems for collecting and promoting it. There are thousands of small archives, textile drum stores, that have become more than repositories of manuscripts and material culture. They have become fonts of communal narrative, symbols of continuity, and I'm pretty sure that many of those European philosophers who questioned an African intellectual tradition must have, beneath their prejudices, been aware of the contribution of Africa's intellectuals to Western learning. They must have known of the great North African medieval philosophers who had driven the Mediterranean. They must have known about and been aware of that tradition that is part of Christianity, of the three wise men. And in the medieval period, Balthazar, that third wise man, was represented as an African king. And he became hugely popular as the third intellectual leg of Old World learning, alongside Europe and Asia, as a peer.
Ve Timbuktu'yu ilk ziyaretimden beri Afrika genelinde birçok kütüphaneyi ziyaret ettim ve Hegel'in Afrika'nın tarihi olmadığı görüşüne rağmen tarihinden utanç duyan değil, onu toplama ve bunu tanıtma konusunda eşsiz bir sistem geliştiren bir kıtadır. Ortada binlerce küçük arşiv, el yazmaları ve maddi kültürün saklandığı kaplardan fazlası olan kumaş davul satılan mağazalar var. Onlar halk öykülerinin kaynağı, sürekliliğin sembolleri oldular ve oldukça eminim ki Afrika düşünsel geleneğini sorgulayan Avrupa'lı filizofların çoğu önyargılarının altında, Afrikalı fikir adamlarının Batı ilmine katkılarının farkında olmalılar. Akdeniz'i yönlendiren büyük Kuzey Afrika ortaçağ filozoflarını biliyor olmalılar. Hristiyanlığın bir parçası olan bu geleneği, üç müneccim kralı biliyor ve onların farkında olmalılardı. Ve ortaçağ döneminde, üçüncü müneccim olan Baltazar, Afrika kralı olarak temsil edildi. Ve o, Eski Dünya ilminin üçüncü düşünsel ayağı olarak son derece popüler oldu, Avrupa ve Asya'nın yanı sıra, bir eş olarak.
These things were well-known. These communities did not grow up in isolation. Timbuktu's wealth and power developed because the city became a hub of lucrative intercontinental trade routes. This was one center in a borderless, transcontinental, ambitious, outwardly focused, confident continent. Berber merchants, they carried salt and textiles and new precious goods and learning down into West Africa from across the desert. But as you can see from this map that was produced a little time after the life of Mansa Musa, there was also a nexus of sub-Saharan trade routes, along which African ideas and traditions added to the intellectual worth of Timbuktu and indeed across the desert to Europe. Manuscripts and material culture, they have become fonts of communal narrative, symbols of continuity. And I'm pretty sure that those European intellectuals who cast aspersions on our history, they knew fundamentally about our traditions.
Bunların hepsi iyi biliniyordu. Bu topluluklar fanusta büyümediler. Timbuktu'nun serveti ve gücü büyüdü çünkü şehir kazançlı kıtalar arası ticaret yollarının merkezi oldu. Bu, sınırsız, kıtalar arası, iddialı, dışa odaklanmış, kendine güvenen kıtanın bir merkeziydi. Berberi tüccarlar tuz ve tekstil ürünleri ve çölden Batı Afrika'ya yeni, değerli eşyalar ve bilgi taşıyorlardı. Fakat Mansa Musa'dan kısa bir süre sonra üretilen bu haritada görebileceğiniz gibi, Afrika'nın fikirleri ve geleneklerinin Timbuktu'nun düşünsel değerine eklendiği ve çöllerden Avrupa'ya uzanan Sahra altı ticaret yolları birliği de vardı. El yazmaları ve maddi kültür, onlar halk öykülerinin kaynağı, sürekliliğin sembolleri oldular. Ve oldukça eminim ki, tarihimizi hor gören bu Avrupalı fikir adamları esasında geleneklerimizi biliyorlardı.
And today, as strident forces like Ansar Dine and Boko Haram grow popular in West Africa, it's that spirit of truly indigenous, dynamic, intellectual defiance that holds ancient traditions in good stead. When Mansa Musa made Timbuktu his capital, he looked upon the city as a Medici looked upon Florence: as the center of an open, intellectual, entrepreneurial empire that thrived on great ideas wherever they came from. The city, the culture, the very intellectual DNA of this region remains so beautifully complex and diverse, that it will always remain, in part, located in storytelling traditions that derive from indigenous, pre-Islamic traditions. The highly successful form of Islam that developed in Mali became popular because it accepted those freedoms and that inherent cultural diversity. And the celebration of that complexity, that love of rigorously contested discourse, that appreciation of narrative, was and remains, in spite of everything, the very heart of West Africa.
Ve bugün, Ansar Dine ve Boko Haram gibi katı güçlerin Batı Afrika'da popüler olmasının nedeni kadim geleneğin işine yarayan yerli, dinamik, düşünsel başkaldırı ruhudur. Mansa Musa Timbuktu'yu başkent yaparken, şehre Medici'nin Floransa'ya baktığı gibi baktı, yani, çeşitli yerlerden gelen büyük fikirlerin geliştiği açık, düşünsel, girişimci bir imparatorluğun merkezi. Bu bölgenin kenti, kültürü ve düşünsel DNA'sı o kadar güzel bir şekilde karmaşık ve çeşitli kalmıştır ki, kısmen İslam öncesi, yerli geleneklerden türeyen hikâye anlatım geleneklerinde kain olacaktır. Mali'de gelişen İslam'ın son derece başarılı biçimi, bu özgürlükleri ve bu özünde olan kültürel çeşitliliği kabul ettiği için rağbet gördü. Ve bu karmaşıklığın kutlanması, sert bir şekilde tartışılan söylemin sevgisi, anlatının takdir edilmesi, her şeye rağmen Batı Afrika'nın kalbindeydi ve hâlâ mevcut.
And today, as the shrines and the mosque vandalized by Ansar Dine have been rebuilt, many of the instigators of their destruction have been jailed. And we are left with powerful lessons, reminded once again of how our history and narrative have held communities together for millennia, how they remain vital in making sense of modern Africa. And we're also reminded of how the roots of this confident, intellectual, entrepreneurial, outward-facing, culturally porous, tariff-free Africa was once the envy of the world.
Ve bugün, Ansar Dine tarafından tahrip edilen türbeler ve camiler yeniden inşa edildiği gibi, yıkımları azmettirenlerin birçoğu hapsedildi. Ve güçlü dersler edindik. Bir kez daha tarih ve öykülerimizin toplumları nasıl binlerce yıldır bir arada tuttuğu, modern Afrika'yı anlamada nasıl hayati önem taşıdıklarını hatırladık. Ayrıca bu kendine güvenen, entelektüel, girişimci, dışa dönük, kültürel açıdan geçişken, gümrüksüz Afrika'nın köklerinin bir zamanlar dünya için nasıl gıpta nedeni olduğunu hatırladık.
But those roots, they remain.
Fakat bu kökler, hâlâ mevcut.
Thank you very much.
Çok teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkışlar)