Chris Anderson: Thank you so much, Prime Minister, that was both fascinating and quite inspiring. So, you're calling for a global ethic. Would you describe that as global citizenship? Is that an idea that you believe in, and how would you define that?
Chris Anderson: Çok teşekkür ederim sayın Başbakan. Gercekten çok etkiliyeci ve ilham vericiydi. Küresel bir ahlak çağrısında bulunuyorsunuz. Bunu küresel vatandaşlık olarak mı tanımlardınız? Bu düşünceye inanıyor musunuz ve açıklamak ister misiniz?
Gordon Brown: It is about global citizenship and recognizing our responsibilities to others. There is so much to do over the next few years that is obvious to so many of us to build a better world. And there is so much shared sense of what we need to do, that it is vital that we all come together. But we don't necessarily have the means to do so.
Gordon Brown: Bence bu mesele, küresel vatandışlıkla ve başkalarına karşı sorumluluklarımızın farkına varmakla ilgili. Pek çoğumuzun malumu olduğu üzere, daha iyi bir dünya inşa etmek için önümüzdeki yıllarda yapılacak çok şey var. Yapılması gerekenin ne olduğu konusunda öylesine hemfikiriz ki, bir araya gelmemiz hayati önem arz ediyor. Ancak, bunları gerçekleştirecek imkanların mevcut olduğu söylenemez.
So there are challenges to be met. I believe the concept of global citizenship will simply grow out of people talking to each other across continents. But of course the task is to create the institutions that make that global society work. But I don't think we should underestimate the extent to which massive changes in technology make possible the linking up of people across the world.
Önümüzde aşılması gereken zorluklar var. İnanıyorum ki küresel vatandaşlık kavramı, kıtalararası görüşen insanlardan doğal olarak ortaya çıkacaktır. Elbette yapılması gereken, küresel toplumun işlemesini sağlayacak kurumları yaratmaktır. Fakat teknolojideki büyük değişikliklerin insanları birbirlerine bağlamayı ne ölçüde mümkün kıldığını küçümsemememiz gerektiğini düşünmüyorum.
CA: But people get excited about this idea of global citizenship, but then they get confused a bit again when they start thinking about patriotism, and how to combine these two. I mean, you're elected as Prime Minister with a brief to bat for Britain. How do you reconcile the two things?
CA: Küresel vatandaşlık fikri insanları heyecanlandırıyor ama vatanseverliği ve bu ikisinin nasıl birleşeceğini düşünmeye başlayınca akıllar karışıyor. Yani siz, Britanya'yı ilerletesiniz diye Başbakan seçildiniz. Bu iki şeyi nasıl uzlaştırıyorsunuz?
GB: Well, of course national identity remains important. But it's not at the expense of people accepting their global responsibilities. And I think one of the problems of recession is that people become more protectionist, they look in on themselves, they try to protect their own nation, perhaps at the expense of other nations. When you actually look at the motor of the world economy, it cannot move forward unless there is trade between the different countries. And any nation that would become protectionist over the next few years would deprive itself of the chance of getting the benefits of growth in the world economy.
GB: Elbette ulusal kimlik önemini koruyor. Ancak küresel sorumluluklarını kabul eden insanlar pahasına değil. Ve bence (ekonomik) durgunluğun problemlerinden biri de insanların daha korumacı olmalarıdır. Kendi içlerine kapanıyorlar. Başka uluslara zarar verme ihtimaline rağmen kendi uluslarını korumaya çalışıyorlar. Dünya ekonomisinin gerçekte nasıl işlediğine bakarsanız, farklı ülkeler arasında ticaret yoksa motorun teklediğini görürsünüz. Ve önümüzdeki birkaç yıl boyunca korumacı olacak herhangi bir ülke gelişen dünya ekonomisinin meyvelerini toplamaktan kendini mahrum bırakacaktır.
So, you've got to have a healthy sense of patriotism; that's absolutely important. But you've got to realize that this world has changed fundamentally, and the problems we have cannot be solved by one nation and one nation alone.
Yani sağlıklı bir vatanseverlik duygusuna sahip olmalısınız. Bu kesinlikle önemli. Ancak dünyanın kökten değiştiğini ve sorunlarımızın tek bir ülkenin yalnız başına gayretleriyle çözülemeyeceğini farketmelisiniz.
CA: Well, indeed. But what do you do when the two come into conflict and you're forced to make a decision that either is in Britain's interest, or the interest of Britons, or citizens elsewhere in the world?
CA: Doğru. Ama bu ikisi ihtilafa düşerse ve bir karar vermek zorunda kalırsanız ne yaparsınız? Yani " ya Britanya ve Britanyalılar'ın çıkarları, ya da dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan insanlar?"
GB: Well I think we can persuade people that what is necessary for Britain's long-term interests, what is necessary for America's long-term interests, is proper engagement with the rest of the world, and taking the action that is necessary.
GB: Bence, insanları Britanya'nın uzun vade çıkarları için, Amerika'nın uzun vade çıkarları için, dünyanın geri kalanıyla düzgün ilişkiler kurmanın ve gerekli adımları atmanın şart olduğuna ikna etmeliyiz.
There is a great story, again, told about Richard Nixon. 1958, Ghana becomes independent, so it is just over 50 years ago. Richard Nixon goes to represent the United States government at the celebrations for independence in Ghana. And it's one of his first outings as Vice President to an African country. He doesn't quite know what to do, so he starts going around the crowd and starts talking to people and he says to people in this rather unique way, "How does it feel to be free?" And he's going around, "How does it feel to be free?" "How does it feel to be free?" And then someone says, "How should I know? I come from Alabama."
Richard Nixon'la ilgili harika bir hikaye vardır. Sene 1958. Gana bağımsız olur, yani 50 küsür yıl öncesi. Nixon Birleşik Devletler'i temsil için Gana'daki bağımsızlık kutlamalarına gider. Bu onun başkan yardımcısı olarak bir Afrika ülkesine ilk gezisidir. Ne yapacağını tam olarak bilemediğinden kalabalığın arasında dolaşmaya ve etraftaki insanlarla konuşmaya başlar. Kendine has üslubuyla " Özgür olmak nasıl bir his?" diye sorar. Ve etrafta dolaşıp durur, " Özgür olmak nasıl bir his?" "Özgür olmak nasıl bir his?" Ve sonra biri der ki,
(Laughter)
"Ben nerden bileyim? Ben Alabama'lıyım."
And that was the 1950s. Now, what is remarkable is that civil rights in America were achieved in the 1960s. But what is equally remarkable is socioeconomic rights in Africa have not moved forward very fast even since the age of colonialism. And yet, America and Africa have got a common interest. And we have got to realize that if we don't link up with those people who are sensible voices and democratic voices in Africa, to work together for common causes, then the danger of Al Qaeda and related groups making progress in Africa is very big.
(kahkahalar) Bu olay 1950'lerde gerçekleşiyor. Şimdi burada dikkate değer olan, Amerika'da zencilerin medeni haklarını 1960'larda kazanılmış olması. Fakat bir o kadar dikkate değer bir durum da Afrika'da sosyal ve ekonomik hakların sömürgecilik çağından bu yana çok hızlı ilerlememiş olmasıdır. Ama yine de Amerika ve Afrika'nın ortak bir çıkarı var. Şunun farkına varmalıyız ki; Afrika'daki mantıklı ve demokrat insanlarla ortak amaçlar etrafında birleşmezsek, El Kaide ve benzeri grupların Afrika'da ilerleme tehlikesi büyüyecektir.
So, I would say that what seems sometimes to be altruism, in relation to Africa, or in relation to developing countries, is more than that. It is enlightened self-interest for us to work with other countries. And I would say that national interest and, if you like, what is the global interest to tackle poverty and climate change do, in the long run, come together. And whatever the short-run price for taking action on climate change or on security, or taking action to provide opportunities for people for education, these are prices that are worth paying so that you build a stronger global society where people feel able to feel comfortable with each other and are able to communicate with each other in such a way that you can actually build stronger links between different countries.
Yani diyeceğim o ki, Afrika'ya ve diğer gelişmekte ülkelere davranışınız, bazen diğerkamlık gibi görünse de aslında daha öte bir şeydir. Diğer ülkelerle birlikte çalışmak, kendi çıkarımızadır. Ve diyeceğim o ki, ulusal çıkarlar ve yoksulluk ve iklim değişikliği problemlerini çözme küresel çıkarı uzun vadede tek bir çıkar haline gelir. İklim değişikliği için atılacak adımların veya güvenlikle ilgili ya da insanlara eğitim fırsatı sağlamak üzere atılacak adımların kısa vadede bedeli ne olursa olsun, insanların birbirleriyle rahat edeceği, farklı ülkelerin gerçek anlamda daha güçlü bağlar geliştirecek şekilde birbirleri ile iletişim kurabilmeleri için ödenmeye değer olan bedellerdir bunlar. CA: Ben bu konuyu biraz daha açmak istiyorum.
CA: I still just want to draw out on this issue. So, you're on vacation at a nice beach, and word comes through that there's been a massive earthquake and that there is a tsunami advancing on the beach. One end of the beach, there is a house containing a family of five Nigerians. And at the other end of the beach there is a single Brit. You have time to --
Diyelim ki hoş bir plajda tatildesiniz. Çok büyük bir deprem olduğu ve sahile doğru ilerleyen bir tusunami olduğu haberi geliyor. Sahilin bir ucunda beş kişilik bir Nijerya'lı aile, ve sahilin diğer ucunda da tek bir Britanyalı var. (Kahkahalar) Yalnızca birini uyarmaya vaktiniz var.
(Laughter)
you have time to alert one house. What do you do?
Ne yaparsınız?
(Laughter)
GB: Modern haberleşme de var.
GB: Modern communications.
(Applause)
(Alkışlar)
Alert both.
İkisini de uyarırım.
(Applause)
(Alkışlar)
I do agree that my responsibility is first of all to make sure that people in our country are safe. And I wouldn't like anything that is said today to suggest that I am diminishing the importance of the responsibility that each leader has for their own country.
Öncelikli sorumluluğumun, ülkemizdeki insanların güvenliğini sağlamak olduğunu kabul ediyorum. Burada söylediğim hiçbir şeyin de her bir liderin kendi ülkesine karşı sorumluluğunun önemini küçümsüyormuşum gibi
But I'm trying to suggest that there is a huge opportunity open to us that was never open to us before. But the power to communicate across borders allows us to organize the world in a different way. And I think, look at the tsunami, it's a classic example. Where was the early warning systems? Where was the world acting together to deal with the problems that they knew arose from the potential for earthquakes, as well as the potential for climate change? And when the world starts to work together, with better early-warning systems, you can deal with some of these problems in a better way. I just think we're not seeing, at the moment, the huge opportunities open to us by the ability of people to cooperate in a world where either there was isolationism before or there was limited alliances based on convenience which never actually took you to deal with some of the central problems.
anlaşılmasını istemem. Ama daha önce hiç karşımıza çıkmamış olan büyük bir fırsatla karşılaştığımızı belirtmeye çalışıyorum. Sınır tanımayan iletişim gücü dünyayı farklı bir şekilde düzenlememize imkan sağlıyor. Ve bence- Şu tusunami mesela: klasik bir örnek bu. Erken uyarı sistemleri neredeydi? İklim değişikliği ihtimalinin yanı sıra deprem ihtimalinden kaynaklandığı bilinen problemlerle mücadele için beraberce hareket eden dünya neredeydi? Dünya birlikte hareket etmeye başlarsa, daha iyi erken uyarı sistemleriyle, bu sorunların bazıları daha iyi şekilde ele alınabilir. İşbirliği yapma yetisinin bize sağladığı muazzam fırsatları görmüyoruz. -ki düşünün, eskiden ya kendini dışa kapatma ya da gerçekte temel sorunları çözmekle hiç ilgisi olmayan, kolaylık olduğu için yapılan kısıtlı ittifakların olduğu bir dünyada vardı.
CA: But I think this is the frustration that perhaps a lot of people have, like people in the audience here, where we love the kind of language that you're talking about. It is inspiring. A lot of us believe that that has to be the world's future. And yet, when the situation changes, you suddenly hear politicians talking as if, you know, for example, the life of one American soldier is worth countless numbers of Iraqi civilians. When the pedal hits the metal, the idealism can get moved away. I'm just wondering whether you can see that changing over time, whether you see in Britain that there are changing attitudes, and that people are actually more supportive of the kind of global ethic that you talk about.
CA: Sizin konuştuğunuz bu dili seven, buradaki seyirciler gibi bir çok insanın yaşadığı hayal kırıklığı da bu bence. İlham verici. Çoğumuz, dünyanın geleceğinin böyle olması gerektiğine inanıyoruz. Fakat durum değişince, bir anda politikacıların "bir Amerikan askerinin hayatı sayısız Iraklı sivilinkine bedeldir" gibi konuşmalarını duyuyorsunuz mesela. Yani biliyorsunuz, iş sıkıya gelince idealizm camdan atılabiliyor. Sizce bu zamanla değişebilir mi? İleride, Britanya'da bu tutumun değiştiğini ve insanların bu bahsettiğiniz türden küresel etiği gerçekten desteklediğini öngörebiliyor musunuz merak ediyorum.
GB: I think every religion, every faith, and I'm not just talking here to people of faith or religion -- it has this global ethic at the center of its credo. And whether it's Jewish or whether it's Muslim or whether it's Hindu, or whether it's Sikh, the same global ethic is at the heart of each of these religions. So, I think you're dealing with something that people instinctively see as part of their moral sense. So you're building on something that is not pure self-interest. You're building on people's ideas and values -- that perhaps they're candles that burn very dimly on certain occasions. But it is a set of values that cannot, in my view, be extinguished.
GB: Bence her dinde, her inançta, -- ve burada sadece dindar veya inançlı insanlara hitap etmiyorum.-- imanının özünde bu küresel etik vardır. Yahudi, Müslüman, Hindu, ya da Sih... Bu dinlerin her birinin özünde aynı küresel etik vardır. Yani bence insanların içgüdüsel olarak, kendi ahlak anlayışlarının parçası olarak gördüğü bir şeye değiniyorsunuz. Salt kişisel çıkar olmayan bir temel üzerine inşa ediyorsunuz. Belki de bazı durumlarda cılız bir ışık veren mumların, insanların fikirlerinin, değerlerinin üzerine ilave yapıyorsunuz. Ancak bu benim açımdan, asla söndürülemeyecek bir değerler bütünüdür.
Then the question is, how do you make that change happen? How do you persuade people that it is in their interest to build strong -- After the Second World War, we built institutions, the United Nations, the IMF, the World Bank, the World Trade Organization, the Marshall Plan. There was a period in which people talked about an act of creation, because these institutions were so new. But they are now out of date. They don't deal with the problems. You can't deal with the environmental problem through existing institutions. You can't deal with the security problem in the way that you need to. You can't deal with the economic and financial problem. So we have got to rebuild our global institutions, build them in a way that is suitable to the challenges of this time.
Bu durumda şunu sormak gerekiyor; bu değişikliği nasıl gerçekleştireceksiniz? İnsanları, bu sağlam inşaatın kendi çıkarlarına olduğuna nasıl ikna edeceksiniz? Bakın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurumlar inşa ettik: Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Marshall Planı... İnsanların yoktan var etmekten bahsettikleri bir dönem vardı çünkü bu kurumar yepyeniydi. Fakat şimdi demode oldular. Sorunlarımızla baş edemiyorlar. Söylediğim gibi, çevre probleminin üstesinden mevcut kurumlar vasıtasıyla gelemezsiniz. Güvenlik sorunuyla gerektiği gibi baş edemezsiniz. Ekonomik, finansal sorunla baş edemezsiniz. Demek ki küresel kuruluşlarımızı günümüzün zorluklarına uygun olarak yeniden inşa etmek zorundayız.
And I believe that if you look at the biggest challenge we face, it is to persuade people to have the confidence that we can build a truly global society with the institutions that are founded on these rules. So, I come back to my initial point. Sometimes you think things are impossible. Nobody would have said 50 years ago that apartheid would have gone in 1990, or that the Berlin wall would have fallen at the turn of the '80s and '90s, or that polio could be eradicated, or perhaps 60 years ago, nobody would have said a man could gone to the Moon. All these things have happened. By tackling the impossible, you make the impossible possible.
Önümüzdeki en büyük sorun, bu kuralları temel alan kurumlarıyla sahiden küresel bir toplum inşa edebileceğimize itimat etmeye insanları ikna etmektir. Yani başladığım noktaya dönüyorum. Bazı şeyler imkansız görünebilir. 50 yıl önce hiç kimse, (Güney Afrika'daki) ırk ayrımının 1990'da bitmiş olacağını veya 80'lerden 90'lara gelirken, Berlin Duvarı'nın yıkılacağını veya çocuk felcinin kökünün kazınacığını öngöremezdi. 60 yıl önce hiç kimse insanoğlunun Ay'a gideceğini söyleyemezdi. Bunların hepsi oldu. İmkansızı çözmeye çalışarak, imkansızı mümkün kılarsınız.
CA: And we have had a speaker who said that very thing, and swallowed a sword right after that, which was quite dramatic.
CA: Tam da bundan bahseden bir konuşmacımız vardı. Hemen akabinde bir kılıç yuttu.
(Laughter)
Ki oldukça etkileyiciydi. (Kahkahalar)
GB: Followed my sword and swallow.
GB: Ardından da benim kılıç yutmam geldi. (Kahkahalar)
CA: But, surely a true global ethic is for someone to say, "I believe that the life of every human on the planet is worth the same, equal consideration, regardless of nationality and religion." And you have politicians who have -- you're elected. In a way, you can't say that. Even if, as a human being, you believe that, you can't say that. You're elected for Britain's interests.
CA: Ama elbette gerçek küresel etik, "Ben gezegendeki her insanın hayatının, din ve milliyetine bakmaksızın, aynı değerde olduğuna ve aynı derecede saygı hakkettiğine inanıyorum." demektir. Bir de seçilmiş politikacılar var. Siz de seçildiniz. Bir anlamda, siz bunu söyleyemezsiniz. İnsanlık gereği buna inansanız bile, bunu dillendiremezsiniz. Britanya'nın çıkarları için seçildiniz.
GB: We have a responsibility to protect. I mean look, 1918, the Treaty of Versailles, and all the treaties before that, the Treaty of Westphalia and everything else, were about protecting the sovereign right of countries to do what they want. Since then, the world has moved forward, partly as a result of what happened with the Holocaust, and people's concern about the rights of individuals within territories where they need protection, partly because of what we saw in Rwanda, partly because of what we saw in Bosnia. The idea of the responsibility to protect all individuals who are in situations where they are at humanitarian risk is now being established as a principle which governs the world.
GB: Bizim görevimiz korumak. Yani bakın, 1918 Versay Anlaşması'na ve ondan önceki bütün anlaşmalara bakın, Vestfalya Anlaşması ve diğer hepsi, ülkelerin kendi istediklerini yapabilmeleri için, egemenlik haklarını korumakla ilgiliydi. O vakitten beri, dünya çok yol aldı. Kısmen Holokost'ta yaşananların ve korunmaya ihtiyaç duydukları bölgelerde birey haklarını koruma endişesinin, kısmen Ruanda'da gördüklerimizin, Bosna'da gördüklerimizin sonucu olarak. İnsani risk altında olan tüm bireyleri koruma sorumluluğu fikri şu an dünyayı yönlendirecek bir ilke olarak tesis edilmekte.
So, while I can't automatically say that Britain will rush to the aid of any citizen of any country, in danger, I can say that Britain is in a position where we're working with other countries so that this idea that you have a responsibility to protect people who are victims of either genocide or humanitarian attack, is something that is accepted by the whole world.
Her ne kadar Britanya'nın herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşına yardım için ileri atılacağını otomatikman söyleyemesem de şunu söyleyebilirim: soykırım veya insanlık suçlarının mağdurlarına yardım etme sorumluluğunun bütün dünya tarafından kabul edilmesi için Britanya diğer ülkelerle işbirliği halindedir. Sonuçta, ancak uluslararası kurumlarınız
Now, in the end, that can only be achieved if your international institutions work well enough to be able to do so. And that comes back to what the future role of the United Nations, and what it can do, actually is. But, the responsibility to protect is a new idea that is, in a sense, taken over from the idea of self-determination as the principle governing the international community.
yeteri kadar iyi çalışırsa başarılabilir bu. Mesele, Birleşmiş Milletlerin gelecekteki rolünün ne olacağı ve ne yapabileceğidir. Fakat koruma sorumluluğu, bir anlamda, uluslararası bir prensip olarak, halkların kendi kaderini tayini etmesi fikrinden devralınmış yeni bir fikir.
CA: Can you picture, in our lifetimes, a politician ever going out on a platform of the kind of full-form global ethic, global citizenship? And basically saying, "I believe that all people across the planet have equal consideration, and if in power we will act in that way. And we believe that the people of this country are also now global citizens and will support that ethic."
CA: Sizce, herhangi bir politikacının, miting kürsüsünden, bütünüyle küresel etik ve küresel vatandaşlıktan bahsettiğini görmeye ömrümüz vefa eder mi? Yani, "Ben dünyadaki herkesin aynı derecede önemli olduğuna inanıyorum. İktidara gelirsek, buna göre davranacağız. Ayrıca, bu ülkenin insanlarının da artık küresel vatandaşlar olduğuna ve bu etiği destekleyeceğine inanıyoruz." denir mi?
GB: Is that not what we're doing in the debate about climate change? We're saying that you cannot solve the problem of climate change in one country; you've got to involve all countries. You're saying that you must, and you have a duty to help those countries that cannot afford to deal with the problems of climate change themselves. You're saying you want a deal with all the different countries of the world where we're all bound together to cutting carbon emissions in a way that is to the benefit of the whole world. We've never had this before because Kyoto didn't work. If you could get a deal at Copenhagen, where people agreed, A, that there was a long-term target for carbon emission cuts, B, that there was short-range targets that had to be met so this wasn't just abstract; it was people actually making decisions now that would make a difference now, and if you could then find a financing mechanism that meant that the poorest countries that had been hurt by our inability to deal with climate change over many, many years and decades are given special help so that they can move to energy-efficient technologies, and they are in a position financially to be able to afford the long-term investment that is associated with cutting carbon emissions, then you are treating the world equally, by giving consideration to every part of the planet and the needs they have.
GB: İklim değişiklinden bahsederken bizim yaptığımız bu değil mi? İklim değişikliği probleminin tek bir ülke içinde çözülemeyeceğini, bütün ülkeleri dahil etmek gerektiğini söylüyoruz. İklim değişikliğinin getirdiği sorunlarla mücadeleyi kendi başına karşılayamayacak ülkelere yardım etmemiz gerektiğini, bunun görevimiz olduğunu söylüyorsunuz. Dünyadaki bütün ülkelerle, tek yumruk halinde bütün dünyaya faydalı olacak şekilde karbon salınımlarını kısacak bir anlaşma istediğinizi söylüyorsunuz. Şimdiye kadar bunu yapamadık çünkü Kyoto başarısız oldu. Kopenhag'da insanların onayladığı bir anlaşma yapabilirsek, A) karbon salınımını azaltmak için uzun vadeli hedefler var. B) ulaşılması şart olan kısa vadeli hedefler var. Yani sadece soyut şeyler değil. Bugün bir fark yaratacak kararları, bugün alacak insanlar var. Biz iklim değişikliğiyle on yıllardır baş etmeyi beceremediğimiz için zarar görmüş olan dünyanın en fakir ülkeleri var. Enerji tasarruflu teknolojilere geçiş yapabilmek ve karbon salınımını kısmayla uzun vadede oluşacak mali yükleri karşılayabilmek için bu ülkelerin hususi yardıma ihtiyacı var. Bunlar yapmak için finansal bir mekanizma bulunabilirse, dünyanın her yerine ve herkesin ihtiyaçlarına önem vererek, dünyaya eşit davranmış olursunuz. Bu herkesin tamamen aynı şeyi yapacağı manasına gelmiyor,
It doesn't mean that everybody does exactly the same thing, because we've actually got to do more financially to help the poorest countries, but it does mean there is equal consideration for the needs of citizens in a single planet.
Çünkü bu en yoksul ülkelere yardım için finansal açıdan bizim daha çok şey yapmamız gerekiyor. Ancak bu tek bir gezegendeki insanların ihtiyaçlarına eşit özen gösterildiği manasına geliyor.
CA: Yes. And then of course the theory is still that those talks get rent apart by different countries fighting over their own individual interests.
CA: Evet. O zaman, milli çıkarları için mücadele eden farklı ülkeler tarafından benimsenmemesi hala söz konusu bu görüşmelerin.
GB: Yes, but I think Europe has got a position, which is 27 countries have already come together. I mean, the great difficulty in Europe is if you're at a meeting and 27 people speak, it takes a very, very long time. But we did get an agreement on climate change. America has made its first disposition on this with the bill that President Obama should be congratulated for getting through Congress. Japan has made an announcement. China and India have signed up to the scientific evidence. And now we've got to move them to accept a long-term target, and then short-term targets. But more progress has been made, I think, in the last few weeks than had been made for some years.
GB: Evet, ama bence Avrupa, 27 ülkenin zaten bir araya geldiği bir konumda. Demek istediğim, Avrupa'daki büyük sıkıntı şu: bir toplantıda 27 insan konuşursa, o toplantı çok çok uzun sürer. Ancak iklim değişkiliğiyle ilgili bir anlaşmaya vardık. Amerika bu konuda ilk düzenlemesini yaptı -ki burada, o tasarıyı mecliste onaylatan Başkan Obama'nın takdir edilmesi gerekir. Japonya bir duyuru yaptı. Çin ve Hindistan bilimsel kanıtları kabullendi. Şimdi, onları uzun vadeli bir hedefi ve sonra da kısa vadeli bir dizi hedefi kabullenmeye ikna etmeliyiz. Ama fikrimce, son birkaç haftada, son birkaç yıldakinden daha fazla ilerleme kaydedildi.
And I do believe that there is a strong possibility that if we work together, we can get that agreement to Copenhagen. I certainly have been putting forward proposals that would have allowed the poorest parts of the world to feel that we have taken into account their specific needs. And we would help them adapt. And we would help them make the transition to a low-carbon economy.
Birlikte çalışırsak, Kopenhag'da bu anlaşmayı sağlıyacağımıza inancım tam. Şahsen, dünyanın en fakir bölgelerinin, onların ihtiyaçlarının da göz önünde bulundurulduğunu görmesini sağlayacak öneriler sunmaktayım. Uyum sağlamalarına yardım edeceğiz. Düşük karbonlu bir ekonomiye geçiş yapmalarına yardım edeceğiz.
I do think a reform of the international institutions is vital to this. When the IMF was created in the 1940s, it was created with resources that were five percent or so of the world's GDP. The IMF now has limited resources, one percent. It can't really make the difference that ought to be made in a period of crisis. So, we've got to rebuild the world institutions. And that's a big task: persuading all the different countries with the different voting shares in these institutions to do so.
Uluslararası kurumlarımızın reforme edilmesi bu konuda hayati önem arz ediyor bence. IMF 1940'larda kurulduğunda, dünyadaki gayrisafi hasılanın %5'i filan gibi bir kaynakla kurulmuştu. IMF'nin bugün kaynakları kısıtlı: %1. Kriz döneminde yapılması gerekeni yapıp farklılık yaratabilecek durumda değil. Bu yüzden dünya kurumlarını yeniden inşa etmeliyiz. Bu da büyük bir iş: Bu kurumlarda farklı farklı oy payları bulunan
There is a story told about the three world leaders of the day getting a chance to get some advice from God. And the story is told that Bill Clinton went to God and he asked when there will be successful climate change and a low-carbon economy. And God shook his head and said, "Not this year, not this decade, perhaps not even in [your] lifetime." And Bill Clinton walked away in tears because he had failed to get what he wanted.
farklı ülkeleri yeniden yapılanmaya ikna etmek. Üç dünya lideriyle ilgili bir fıkra var. Tanrı'dan tavsiye isteme fırsatı çıkar önlerine. Bill Clinton Tanrı'ya gider. Ne zaman başarılı bir iklim değişikliği ve düşük karbon ekonomisi olacağını sorar. Tanrı kafasını sallayıp, "Bu yıl olmaz, bu onyılda da olmaz. Hatta senin ömrün yetmez" der. Bill Clinton istediğini elde edemeyeceği için göz yaşları içinde gider. Sonra, Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso Tanrı'ya sorar:
And then the story is that Barroso, the president of the European Commission, went to God and he asked, "When will we get a recovery of global growth?" And God said, "Not this year, not in this decade, perhaps not in your lifetime." So Barroso walked away crying and in tears.
"Küresel büyüme ne zaman düzelecek?" Tanrı der ki "Bu sene olmaz, bu onyılda da olmaz. Hatta senin ömrün de yetmez." Barroso da göz yaşları içinde ayrılır.
And then the Secretary-General of the United Nations came up to speak to God and said, "When will our international institutions work?" And God cried.
Son olarak da Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Tanrı'ya gelir ve der ki: "Ne zaman uluslararası kurumlarımız düzgün işleyecek?" Ve Tanrı ağlamaya başlar.
(Laughter)
(kahkahalar)
It is very important to recognize that this reform of institutions is the next stage after agreeing upon ourselves that there is a clear ethic upon which we can build.
Şunu anlamamız çok önemli: Bu kurumların reformu, üzerine inşa edeceğimiz net bir etik temelde uzlaşmamızdan sonraki safhadır. CA: Sayın Başbakan, eminim seyircilerimizin çoğu,
CA: Prime Minister, I think there are many in the audience who are truly appreciative of the efforts you made in terms of the financial mess we got ourselves into. And there are certainly many people in the audience who will be cheering you on as you seek to advance this global ethic.
kendi başımıza açtığımız mali problemleri çözme gayretinizi takdir ediyor. Ve yine eminim ki seyircililerimizin arasında siz bu küresel etiği savunurken ayakta alkışlayacaklar var.
Thank you so much for coming to TED.
TED'e geldiğiniz için çok teşekkürler.
GB: Well, thank you.
GB: Ben teşekkür ederim.
(Applause)
(alkışlar)