When I was a child, I knew I had superpowers. That's right.
Çocukken, süper güçlerimin olduğunu biliyordum. Evet, gerçekten.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
I thought I was absolutely amazing because I could understand and relate to the feelings of brown people, like my grandfather, a conservative Muslim guy. And also, I could understand my Afghan mother, my Pakistani father, not so religious but laid-back, fairly liberal. And of course, I could understand and relate to the feelings of white people. The white Norwegians of my country. You know, white, brown, whatever -- I loved them all. I understood them all, even if they didn't always understand each other; they were all my people.
İnanılmaz biri olduğumu düşünüyordum, çünkü kahverengi insanların hislerini anlıyor ve onlarla empati kurabiliyordum tıpkı muhafazakar bir Müslüman olan büyükbabamla olduğu gibi. Ve aynı zamanda, çok dindar olmayan ama, oldukça liberal olan Afgan annemi ve Pakistanlı babamı da anlayabiliyordum. Ve elbette, beyazların hislerini de anlayabiliyor ve onlarla empati kurabiliyordum. Ülkemin beyaz Norveçlileriyle. Beyaz, kahverengi, hangi renkten olurlarsa olsunlar herkesi severdim. Hepsini anlardım, onlar birbirini her zaman anlayamasalar da, hepsi benim halkımdı.
My father, though, was always really worried. He kept saying that even with the best education, I was not going to get a fair shake. I would still face discrimination, according to him. And that the only way to be accepted by white people would be to become famous. Now, mind you, he had this conversation with me when I was seven years old. So while I'm seven years old, he said, "Look, so it's either got to be sports, or it's got to be music." He didn't know anything about sports -- bless him -- so it was music. So when I was seven years old, he gathered all my toys, all my dolls, and he threw them all away. In exchange he gave me a crappy little Casio keyboard and --
Fakat babam, hep endişeliydi. Sürekli olarak, en iyi eğitimi alsam bile bana adil ve eşit fırsatlar tanınmayacağını söylüyordu. En iyi eğitimle bile, ona göre, yine de ayrımcılığa maruz kalacaktım. Ve ona göre, beyaz insanlarca kabul görebilmemin tek şartı ünlü olabilmemdi. Şu da var ki, benimle bu konuşmayı yaptığında ben yedi yaşındaydım. Yani, ben yedi yaşındayken babam bana dedi ki; "Bak, bunu ya sporla, ya müzikle yapabilirsin." Spor hakkında pek bilgisi yoktu - çok şükür - öyleyse müzik olmalıydı. Böylece, yedi yaşındayken, bütün oyuncaklarımı, bebeklerimi topladı ve hepsini attı. Onların yerine bana berbat, küçük bir Casio org verdi ve --
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Yeah. And singing lessons. And he forced me, basically, to practice for hours and hours every single day. Very quickly, he also had me performing for larger and larger audiences, and bizarrely, I became almost a kind of poster child for Norwegian multiculturalism. I felt very proud, of course. Because even the newspapers at this point were starting to write nice things about brown people, so I could feel that my superpower was growing.
Evet. Ve şarkı söylemem için dersler. Ve tabir-i caizse beni her gün saatlerce pratik yapmam için zorladı. Kısa zamanda, bana giderek daha büyük seyirci kitlelerine şarkı söyletti ve garip bir şekilde, Norveç çok kültürlülüğünün tipik bir sembolü olmuştum. Kendimle çok gurur duyuyordum, elbette. Çünkü bu noktada gazeteler bile kahverengi insanlar hakkında güzel şeyler yazmaya başladı. Böylece ben de, süper gücümün geliştiğini hissediyordum.
So when I was 12 years old, walking home from school, I took a little detour because I wanted to buy my favorite sweets called "salty feet." I know they sound kind of awful, but I absolutely love them. They're basically these little salty licorice bits in the shape of feet. And now that I say it out loud, I realize how terrible that sounds, but be that as it may, I absolutely love them. So on my way into the store, there was this grown white guy in the doorway blocking my way. So I tried to walk around him, and as I did that, he stopped me and he was staring at me, and he spit in my face, and he said, "Get out of my way you little black bitch, you little Paki bitch, go back home where you came from." I was absolutely horrified. I was staring at him. I was too afraid to wipe the spit off my face, even as it was mixing with my tears. I remember looking around, hoping that any minute now, a grown-up is going to come and make this guy stop. But instead, people kept hurrying past me and pretended not to see me. I was very confused because I was thinking, well, "My white people, come on! Where are they? What's going on? How come they're not coming and rescuing me?" So, needless to say, I didn't buy the sweets. I just ran home as fast as I could.
İşte böylece, bir gün 12 yaşında, okuldan eve yürürken "tuzlu ayak" denilen, çok sevdiğim şekerlemeleri almak için yolu biraz uzattım. Kulağa garip geldiğinin farkındayım. Ama onlara bayılıyordum. Bunlar meyan kökünden yapılan ve ayak şeklinde şekerlemelerdi. Şimdi sesli söyledikçe kulağa ne kadar korkunç geldiğini fark ediyorum ama adları ne olursa olsun, o şekerleri çok severim. Böylece, şeker dükkanına giderken beyaz bir adam, dükkânın girişinde benim girmemi engelleyecek şekilde duruyordu. Etrafından dolaşıp girmeye çalıştım ama beni durdurdu ve bana dik dik bakmaya başladı, sonra yüzüme tükürdü ve bana: "Çekil yolumdan seni küçük siyah kaltak, küçük Paki kaltak, nereden geldiysen oraya defol git." dedi. Çok korkmuştum. Ona öylece bakakaldım. Yüzümdeki tükürüğünü silmekten bile korktum. O tükürüğü gözyaşlarıma karıştı. Etrafıma bakınıp her an bir yerden bir yetişkinin gelip bu adamı durduracağını umut ettim. Ama onun yerine, insanlar yanımdan aceleyle geçti ve beni görmezden geldi. Kafam çok karışmıştı, çünkü şöyle düşünüyordum: "Benim sevgili beyaz insanlarım, hadi! Neredesiniz? Neler oluyor? Neden gelip beni kurtarmıyorlar?" Tabii ki şekerleri almadım. Koşabildiğim kadar hızlıca eve koştum.
Things were still OK, though, I thought. As time went on, the more successful I became, I eventually started also attracting harassment from brown people. Some men in my parent's community felt that it was unacceptable and dishonorable for a woman to be involved in music and to be so present in the media. So very quickly, I was starting to become attacked at my own concerts. I remember one of the concerts, I was onstage, I lean into the audience and the last thing I see is a young brown face, and the next thing I know is some sort of chemical is thrown in my eyes and I remember I couldn't really see and my eyes were watering but I kept singing anyway. I was spit in the face in the streets of Oslo, this time by brown men. They even tried to kidnap me at one point. The death threats were endless. I remember one older bearded guy stopped me in the street one time, and he said, "The reason I hate you so much is because you make our daughters think they can do whatever they want." A younger guy warned me to watch my back. He said music is un-Islamic and the job of whores, and if you keep this up, you are going to be raped and your stomach will be cut out so that another whore like you will not be born.
Her şey hâlâ yolundaydı, diye düşündüm. Zaman geçtikçe, daha başarılı oldukça kahverengi insanlardan da tacizler gelir oldu. Ailemin bulunduğu topluluktan bazı erkekler, bir kadının müzikle uğraşmasının ve medyada olmasının kabul edilemez ve onursuzca olduğunu söylüyorlardı. Böylece kısa zamanda, konserlerimde saldırılara uğramaya başladım. Konserlerimin birinde, sahnedeydim, seyircilere doğru uzandım ve gördüğüm son şey, genç kahverengi bir surat, bir sonraki gördüğüm şey ise gözlerime bazı kimyasal maddeler atıldığı oldu ve göremediğimi ve gözlerimin sulandığını hatırlıyorum. Yine de şarkıya devam ettim. Oslo'nun sokaklarında bana tükürüyorlardı ve bu defa kahverengi adamlardı. Bir keresinde beni kaçırmaya bile kalkmışlardı. Ölüm tehditlerinin ardı arkası gelmiyordu. Bir defasında, yaşlı sakallı bir adam, beni sokakta durdurmuştu ve bana, "Senden nefret ediyorum, çünkü senin yüzünden kızlarımız canları ne isterse yapabileceğini düşünüyor." Daha genç bir adam da, kendimi kollamamı söyledi. Müziğin İslami olmadığını ve sokak kadınlarının işi olduğunu ve bunu sürdürürsem tecavüze uğrayacağımı, karnımı deşeceklerini, böylece başka bir sokak kadını doğuramayacağımı söyledi.
Again, I was so confused. I couldn't understand what was going on. My brown people now starting to treat me like this -- how come? Instead of bridging the worlds, the two worlds, I felt like I was falling between my two worlds. I suppose, for me, spit was kryptonite.
Yine kafam karışmıştı. Neler olduğunu anlayamıyordum. Benim kahverengi insanlarım bana böyle davranıyordu, ama nasıl? Dünyaları birleştirmek yerine, kendi iki dünyam arasına düşmüşüm gibi hissettim. Sanıyorum, benim için, tükürük kriptonitti.
So by the time I was 17 years old, the death threats were endless, and the harassment was constant. It got so bad, at one point my mother sat me down and said, "Look, we can no longer protect you, we can no longer keep you safe, so you're going to have to go." So I bought a one-way ticket to London, I packed my suitcase and I left. My biggest heartbreak at that point was that nobody said anything. I had a very public exit from Norway. My brown people, my white people -- nobody said anything. Nobody said, "Hold on, this is wrong. Support this girl, protect this girl, because she is one of us." Nobody said that. Instead, I felt like -- you know at the airport, on the baggage carousel you have these different suitcases going around and around, and there's always that one suitcase left at the end, the one that nobody wants, the one that nobody comes to claim. I felt like that. I'd never felt so alone. I'd never felt so lost.
Böylece, 17 yaşıma geldiğimde ölüm tehditlerinin arkası kesilmiyor, tacizler sürüyordu. Öyle kadar ki, bir gün annem beni karşısına alıp oturttu ve bana: "Bak kızım, artık seni koruyamayız, seni artık güvende tutamayız, bu yüzden gitmek zorundasın." Böylece Londra'ya tek yöne bilet aldım, bavulumu topladım ve gittim. O anda kalbimi en çok kıran şey, kimsenin hiçbir şey söylememiş olmasıydı. Norveç'ten gidişimi tüm halk gördü, duydu. Benim kahverengi, beyaz insanlarım -- hiçbiri, hiçbir şey söylemedi. Kimse çıkıp da, "Dur bir dakika, bu yanlış. Bu kızı destekleyin, koruyun, çünkü o bizden biri." demedi. Kimse bunu demedi. Aksine, hani havaalanlarında bagajların alındığı bant vardır, farklı bavullar bant üzerinde dönüp durur ve en sonunda bir tane bavul kalır, kimsenin istemediği, kimsenin sahip çıkmadığı. İşte kendimi öyle hissettim. Kendimi daha önce hiç bu kadar yalnız, bu kadar kaybolmuş hissetmemiştim.
So, after coming to London, I did eventually resume my music career. Different place, but unfortunately the same old story. I remember a message sent to me saying that I was going to be killed and that rivers of blood were going to flow and that I was going to be raped many times before I died. By this point, I have to say, I was actually getting used to messages like this, but what became different was that now they started threatening my family.
Böylece, Londra'ya geldikten sonra, sonunda müzik kariyerime devam edebildim. Farklı bir yer, ama ne yazık ki hep aynı hikâye. Bana gönderilen bir mesajı hatırlıyorum, öldürüleceğimi, kandan nehirlerin akacağını, ölmeden defalarca tecavüze uğrayacağım yazıyordu. O aşamada, artık böyle mesajlar almaya alışmıştım. Ama bu defa farklı olarak, ailemi tehdit etmeye başladılar.
So once again, I packed my suitcase, I left music and I moved to the US. I'd had enough. I didn't want to have anything to do with this anymore. And I was certainly not going to be killed for something that wasn't even my dream -- it was my father's choice.
Böylece tekrar eşyalarımı topladım, müziği bıraktım ve Amerika'ya taşındım. Artık canıma tak etmişti. Artık müzikle uğraşmak istemiyordum. Ve kendi hayalim bile olmayan, sırf babamın benim için seçtiği bir şey için öldürülmeye kesinlikle niyetim yoktu.
So I kind of got lost. I kind of fell apart. But I decided that what I wanted to do is spend the next however many years of my life supporting young people and to try to be there in some small way, whatever way that I could. I started volunteering for various organizations that were working with young Muslims inside of Europe. And, to my surprise, what I found was so many of these young people were suffering and struggling. They were facing so many problems with their families and their communities who seemed to care more about their honor and their reputation than the happiness and the lives of their own kids. I started feeling like maybe I wasn't so alone, maybe I wasn't so weird. Maybe there are more of my people out there.
İşte böyle, bir nevi kaybolmuştum. Bölünmüş hissediyordum. Ama ne yapmak istediğime karar verdim ve bu da, geriye kaç yıl ömrüm kaldıysa hepsini, gençleri destekleyerek geçirmek ve yapabileceğim ne varsa, her şeyimle az da olsa ihtiyaçlarında yanlarında olmaktı. Böylece, Avrupa'daki genç Müslümanlarla çalışan çeşitli örgütlerde gönüllü olarak çalışmaya başladım. Ve bu gençlerin çoğunun acı çektiğini ve mücadele ettiğini öğrenmek beni şaşırtmıştı. Onurlarını ve itibarlarını, kendi çocuklarının mutluluğundan ve hayatlarından çok daha fazla önemseyen aileleriyle ve toplumlarıyla birçok sorun yaşıyorlardı. Belki de o kadar da yalnız ve acayip olmadığımı hissetmeye başladım. Belki dışarıda, benim halkım olan birçok insan vardı.
The thing is, what most people don't understand is that there are so many of us growing up in Europe who are not free to be ourselves. We're not allowed to be who we are. We are not free to marry or to be in relationships with people that we choose. We can't even pick our own career. This is the norm in the Muslim heartlands of Europe. Even in the freest societies in the world, we're not free. Our lives, our dreams, our future does not belong to us, it belongs to our parents and their community. I found endless stories of young people who are lost to all of us, who are invisible to all of us but who are suffering, and they are suffering alone. Kids we are losing to forced marriages, to honor-based violence and abuse.
Çoğu insanın anlamadığı olay şu ki, Avrupa'da yetişen ve kendi olma özgürlüğüne sahip olmayan bizim gibi birçok insan var. Kendimiz olmamıza izin verilmiyor. Kendi seçtiğimiz insanlarla evlenmek ya da ilişkiler kurmak gibi bir özgürlüğümüz yok. Kariyerimizi bile seçemiyoruz. Avrupa'nın kalbinin attığı yerlerdeki Müslüman toplumlarında kural böyle. Dünyanın en özgür toplumlarında bile, biz özgür değiliz. Hayatlarımız, hayallerimiz, geleceğimiz bize ait değil. Ailelerimize ve onların bağlı oldukları topluluklara ait. Hiçbirimizin görmediği, görmezden geldiği ama acı çeken, tek başına acı çeken birçok gencin hikâyesini duydum. Zorla evliliklere, namus yüzünden şiddete ve istismara kurban verdiğimiz çocuklar.
Eventually, I realized after several years of working with these young people, that I will not be able to keep running. I can't spend the rest of my life being scared and hiding and that I'm actually going to have to do something. And I also realized that my silence, our silence, allows abuse like this to continue. So I decided that I wanted to put my childhood superpower to some use by trying to make people on the different sides of these issues understand what it's like to be a young person stuck between your family and your country.
En sonunda, bu gençlerle birkaç yıl çalıştıktan sonra fark ettim ki kaçmaya devam edemezdim. Hayatımın kalanını korkarak ve saklanarak geçiremezdim. Ve gerçekten bir şeyler yapmak zorunda olduğumu fark ettim. Aynı zamanda, sessizliğimin, bizim sessizliğimizin, bu gibi istismarların devam etmesine neden olduğunu fark ettim. Böylece, çocukluk süper gücümü kullanarak, insanlara bu konuların farklı yönlerini göstermeye ve ailesi ile ülkesi arasında sıkışmış bir genç olmanın ne demek olduğunu göstermeye karar verdim.
So I started making films, and I started telling these stories. And I also wanted people to understand the deadly consequences of us not taking these problems seriously.
İşte böylece, filmler yapmaya, bu hikâyeleri anlatmaya başladım. Ve aynı zamanda, insanların, bu sorunları ciddiye almamalarının doğurabileceği ölümcül sonuçları anlamalarını istedim.
So the first film I made was about Banaz. She was a 17-year-old Kurdish girl in London. She was obedient, she did whatever her parents wanted. She tried to do everything right. She married some guy that her parents chose for her, even though he beat and raped her constantly. And when she tried to go to her family for help, they said, "Well, you got to go back and be a better wife." Because they didn't want a divorced daughter on their hands because, of course, that would bring dishonor on the family. She was beaten so badly her ears would bleed, and when she finally left and she found a young man that she chose and she fell in love with, the community and the family found out and she disappeared. She was found three months later. She'd been stuffed into a suitcase and buried underneath the house. She had been strangled, she had been beaten to death by three men, three cousins, on the orders of her father and uncle. The added tragedy of Banaz's story is that she had gone to the police in England five times asking for help, telling them that she was going to be killed by her family. The police didn't believe her so they didn't do anything.
Böylece, yaptığım ilk film Banaz hakkında oldu. Banaz, 17 yaşında, Londra'da bir Kürt kızı. Uysal, itaatkâr bir genç kız olarak, anne babası ne istediyse yaptı. Her şeyi doğru yapmak için elinden geleni yaptı. Ailesinin onun için seçtiği biriyle evlendi, bu adam onu sürekli dövüp tecavüz ettiği hâlde. Ve yardım için ailesine gittiğinde ailesi ona: "Geri dön ve daha iyi bir eş olmaya çalış" dediler. Çünkü ellerinde boşanmış, dul bir kızları olsun istemediler. Çünkü bu, elbette, ailelerinin onuruna leke getirirdi. Onu öylesine kötü şekilde dövdüler ki, kulaklarından kan geldi ve nihayetinde onları terkedip kendi seçtiği ve âşık olduğu genç bir adam buldu. Toplum ve ailesi bunu öğrendi. Ve Banaz ortadan kayboldu. Üç ay sonra onu bulduklarında, bir bavula sıkıştırılmış ve bir evin altına gömülmüştü. Onu boğmuşlar ve öldürene dek dövmüşlerdi. Üç adam, üç kuzeni, babasının ve amcasının emriyle yapmıştı bunları. Banaz'ın öyküsünün acısını katlayan ise, İngiltere'de, beş kez polise gidip yardım istemesiydi. Onlara, "ailem beni öldürecek" demişti. Polis ona inanmadı ve hiçbir şey yapmadılar.
And the problem with this is that not only are so many of our kids facing these problems within their families and within their families' communities, but they're also meeting misunderstandings and apathy in the countries that they grow up in. When their own families betray them, they look to the rest of us, and when we don't understand, we lose them.
Ve buradaki sorun şu ki, bu gençlerin, çocuklarımızın çoğu sadece aileleriyle ve bağlı oldukları topluluklarla sorun yaşamıyorlar, onlar yetişip büyüdükleri ülkelerde de yanlış anlamalara ve ilgisizliğe maruz kalıyorlar. Aileleri onlara ihanet ettiğinde, dönüp bize bakıyorlar ve biz onları anlamadığımızda, onları kaybetmiş oluyoruz.
So while I was making this film, several people said to me, "Well, Deeyah, you know, this is just their culture, this is just what those people do to their kids and we can't really interfere." I can assure you being murdered is not my culture. You know? And surely people who look like me, young women who come from backgrounds like me, should be subject to the same rights, the same protections as anybody else in our country, why not?
İşte bu filmi yaparken, birçok kişi bana gelip, "Deeyah biliyorsun, bu onların kültüründe var, bu insanlar çocuklarına böyle yapıyor ve buna karışamayız." Sizi temin ederim ki, benim kültürüm katledilmek değil. Gerçekten değil. Ve benim gibi görünen insanlar, benle benzer geçmişi olan genç kadınlar, ülkedeki herkesle aynı haklara, aynı korumaya sahip olmalıdır, öyle değil mi? Neden olmasınlar?
So, for my next film, I wanted to try and understand why some of our young Muslim kids in Europe are drawn to extremism and violence. But with that topic, I also recognized that I was going to have to face my worst fear: the brown men with beards. The same men, or similar men, to the ones that have hounded me for most of my life. Men that I've been afraid of most of my life. Men that I've also deeply disliked, for many, many years.
Bu yüzden, bir sonraki filmde, Avrupa'daki bazı genç Müslümanların neden aşırılığa ve şiddete çekildiğini anlamak ve anlatmak istedim. Ama bu konuda, en kötü korkumla yüzleşmem gerekecekti: Sakallı, kahverengi adamlar. Aynı adamlar veya benzerleri, hayatımın çoğunda bir hayalet gibi beni kovalayan adamlarla aynı. Hayatımın çoğunu onlardan korkarak geçirdiğim adamlar. En derinden nefret ettiğim, yıllardır hoşlanmadığım adamlar.
So I spent the next two years interviewing convicted terrorists, jihadis and former extremists. What I already knew, what was very obvious already, was that religion, politics, Europe's colonial baggage, also Western foreign policy failures of recent years, were all a part of the picture. But what I was more interested in finding out was what are the human, what are the personal reasons why some of our young people are susceptible to groups like this. And what really surprised me was that I found wounded human beings. Instead of the monsters that I was looking for, that I was hoping to find -- quite frankly because it would have been very satisfying -- I found broken people. Just like Banaz, I found that these young men were torn apart from trying to bridge the gaps between their families and the countries that they were born in. And what I also learned is that extremist groups, terrorist groups are taking advantage of these feelings of our young people and channeling that -- cynically -- channeling that toward violence. "Come to us," they say. "Reject both sides, your family and your country because they reject you. For your family, their honor is more important than you and for your country, a real Norwegian, Brit or a French person will always be white and never you." They're also promising our young people the things that they crave: significance, heroism, a sense of belonging and purpose, a community that loves and accepts them. They make the powerless feel powerful. The invisible and the silent are finally seen and heard. This is what they're doing for our young people. Why are these groups doing this for our young people and not us?
Böylece iki sene boyunca, hükümlü teröristlerle, cihatçılarla ve eski aşırıcılarla görüşme yaptım. Önceden de bildiğim, hâlihazırda apaçık olan şey, din, siyaset, Avrupa'nın sömürge yükünün ve Batı'nın yabancı politikasında son yıllardaki hatalarının bu resmin bir parçası olmasıydı. Ama öğrenmeyi asıl istediğim şey, bu bazı gençlerin, bu tür gruplara yatkın olmasındaki insani ve kişisel nedenlerdi. Ve beni asıl şaşırtan da, bulduğum yaralı insanlardı. Aradığım ve bulmayı umduğum canavarların yerine, - açık söylemek gerekirse öylesi daha tatmin edici olurdu - kırgın insanlar buldum. Tıpkı Banaz gibi, bu genç adamların, aileleri ile doğdukları ülkeleri arasındaki boşlukları doldurmaya çalışırken parçalandıklarını gördüm. Ve ayrıca, aşırıcı grupların, terör örgütlerinin genç insanların bu duygularından faydalandığını, ve - alay edermiş gibi - bunları şiddete dönüştürdüğünü gördüm. "Bize katıl," diyorlardı. "İki tarafı da reddet, aileni ve ülkeni, çünkü onlar seni reddetti. Ailen için, onurları senden önemli, ülken için ise, gerçek bir Norveçli, İngiliz veya Fransız daima beyaz olacak, sen ise asla." Gençlerimize ayrıca, yanıp tutuştukları şeyleri vaat ediyorlardı: Önemli olmak, kahramanlık, aidiyet ve amaç duyguları, onları kabul eden ve seven bir topluluk. Güçsüzleri güçlüymüş gibi hissettiriyorlar. Görünmez, duyulmaz olanlar görünür, duyulur oluyor. Gençlerimize yaptıkları şey bu. Neden bu tür gruplar bunları gençlerimize yapıyor, neden bize değil?
The thing is, I'm not trying to justify or excuse any of the violence. What I am trying to say is that we have to understand why some of our young people are attracted to this. I would like to also show you, actually -- these are childhood photos of some of the guys in the film. What really struck me is that so many of them -- I never would have thought this -- but so many of them have absent or abusive fathers. And several of these young guys ended up finding caring and compassionate father figures within these extremist groups. I also found men brutalized by racist violence, but who found a way to stop feeling like victims by becoming violent themselves. In fact, I found something, to my horror, that I recognized. I found the same feelings that I felt as a 17-year-old as I fled from Norway. The same confusion, the same sorrow, the same feeling of being betrayed and not belonging to anyone. The same feeling of being lost and torn between cultures.
Benim burada yapmaya çalıştığım, herhangi bir şiddet türüne kılıf uydurmak, onu haklı göstermek değil. Söylemeye çalıştığım şey, anlamak zorunda olduğumuz şey, neden bazı gençlerimize bunların cazip geldiği. Size bir şey daha göstermek isterim, aslında. Bunlar, filmdeki bazı gençlerin çocukluk fotoğrafları. Beni en çok etkileyen de, onların çoğunun, - bunu asla düşünmemiştim ama - onların çoğunun, ortalıktan kaybolmuş veya kötü muamele eden babaları var. Ve bu gençlerin birçoğu, bu aşırılıkçı gruplarda, hasretini çektikleri baba figürlerini buluyorlar. Ve ırkçı gaddarlığa maruz kalan erkeklerin, mağdur hissetmeyi bırakıp kendileri şiddet uygulayan hâle gelecek bir yol bulduklarını öğrendim. Aslında, beni korkutan bir şey de fark ettim. 17 yaşında, Norveç'ten kaçarken hissettiğim duyguların aynılarını gördüm. Aynı kafa karışıklığı, aynı acı, aynı aldatılmışlık hissi ve kimseye ait olamama hissi. Aynı kaybolmuşluk ve kültürler arasında bölünmüşlük hissi.
Having said that, I did not choose destruction, I chose to pick up a camera instead of a gun. And the reason I did that is because of my superpower. I could see that understanding is the answer, instead of violence. Seeing human beings with all their virtues and all their flaws instead of continuing the caricatures: the us and them, the villains and victims. I'd also finally come to terms with the fact that my two cultures didn't have to be on a collision course but instead became a space where I found my own voice. I stopped feeling like I had to pick a side, but this took me many, many years. There are so many of our young people today who are struggling with these same issues, and they're struggling with this alone. And this leaves them open like wounds. And for some, the worldview of radical Islam becomes the infection that festers in these open wounds.
Bunu söylüyorum ama, ben yıkımı değil, elime bir tabanca yerine, bir kamera almayı tercih ettim. Ve bunu yapmamın nedeni, işte bu süper gücümdü. Cevabın şiddet değil, anlayış olduğunu görebiliyordum. İnsanları biz ve onlar, düşmanlar ve kurbanlar olarak ayırmak yerine, onları erdemleri ve kusurlarıyla kabul etmek olduğunu. Ayrıca, sonunda şunu da anladım ki iki kültürümün çarpışma rotasında olmasına gerek yoktu. Onlar, kendi sesimi bulduğum bir evren olabilirdi. Bir taraf seçmek zorundaymışım hissini bir kenara bıraktım ama bunu yapmak uzun yıllarımı aldı. Bugün birçok genç insan, aynı sorunlarla boğuşuyor ve bununla yalnız başlarına mücadele ediyorlar. Ve bu onlarda açık yaralar bırakıyor. Ve bazıları için, radikal İslam'ın dünya görüşü bu açık yaralardan içeri sızan enfeksiyona dönüşüyor.
There's an African proverb that says, "If the young are not initiated into the village, they will burn it down just to feel its warmth." I would like to ask -- to Muslim parents and Muslim communities, will you love and care for your children without forcing them to meet your expectations? Can you choose them instead of your honor? Can you understand why they're so angry and alienated when you put your honor before their happiness? Can you try to be a friend to your child so that they can trust you and want to share with you their experiences, rather than having to seek it somewhere else?
Bu konuda Afrikalı bir deyiş vardır: "Eğer gençleri köye kabul etmezseniz, onlar da sıcaklığını hissedebilmek için köyü yakarlar." Şunu sormak istiyorum -- Müslüman aileler ve Müslüman topluluklar, çocuklarınızı, beklentilerinizi karşılamalarına zorlamadan sevip şefkat gösterecek misiniz? Onurunuz yerine onları seçebilir misiniz? Onurunuzu mutluluklarından öncelediğinizde neden kızıp dışlanmış hissettiklerini anlayabiliyor musunuz? Çocuğunuzun arkadaşı olmayı deneyebilir misiniz? Böylece size güvenebilsinler ve tecrübelerini başka yerlerle değil, sizinle paylaşmak istesinler.
And to our young people tempted by extremism, can you acknowledge that your rage is fueled by pain? Will you find the strength to resist those cynical old men who want to use your blood for their own profits? Can you find a way to live? Can you see that the sweetest revenge is for you to live a happy, full and free life? A life defined by you and nobody else. Why do you want to become just another dead Muslim kid? And for the rest of us, when will we start listening to our young people? How can we support them in redirecting their pain into something more constructive? They think we don't like them. They think we don't care what happens to them. They think we don't accept them. Can we find a way to make them feel differently? What will it take for us to see them and notice them before they become either the victims or the perpetrators of violence? Can we make ourselves care about them and consider them to be our own? And not just be outraged when the victims of violence look like ourselves? Can we find a way to reject hatred and heal the divisions between us? The thing is we cannot afford to give up on each other or on our kids, even if they've given up on us.
Ve aşırıcılığa kapılan gençlerimize sormak istiyorum. Acınızın, öfkenizi ateşleyen yakıt olduğunun farkında mısınız? Kendi çıkarları için kanınızı kullanmak isteyen bu yaşlı iki yüzlü adamlara karşı koyacak gücü bulacak mısınız? Yaşamanın bir yolunu bulabilir misiniz? En tatlı intikamın, mutlu ve özgür bir hayat sürmeniz olduğunu görebilir misiniz? Başkalarının değil sadece sizin tanımladığınız bir hayat. Neden başka bir ölü Müslüman genç olmak istiyorsunuz? Ve kalanımız için, ne zaman gençlerimizi dinlemeye başlayacağız? Acılarını, daha yapıcı bir şekilde yönlendirmek için nasıl destekleyebiliriz? Onları sevmiyoruz sanıyorlar. Onlara ne olacağını umursamadığımızı düşünüyorlar. Onları kabul etmediğimizi düşünüyorlar. Onlara farklı hissettirecek bir yol bulabilir miyiz? Onlar şiddetin bir mağduru veya faili olmadan önce, onları görmemizi, fark etmemizi ne sağlayacak? Onları önemseyebilir, kendimizden biri gibi görebilir miyiz? Ve bize benzemeyen şiddet mağdurları için de öfkelenebilecek miyiz? Nefreti reddedecek ve aramızdaki ayrımı iyileştirecek bir yöntem bulabilir miyiz? Mesele şu ki, birbirimizden veya çocuklarımızdan vazgeçmeyi göze alamayız, onlar bizden vazgeçmiş bile olsa.
We are all in this together. And in the long term, revenge and violence will not work against extremists. Terrorists want us to huddle in our houses in fear, closing our doors and our hearts. They want us to tear open more wounds in our societies so that they can use them to spread their infection more widely. They want us to become like them: intolerant, hateful and cruel.
Bu işte hep beraberiz. Ve uzun vadede, intikam ve şiddet aşırılıkçılara karşı işe yaramaz. Teröristler kapılarımızı ve kalplerimizi kapatarak korkuyla evlerimize tıkışmamızı istiyor. Toplumlarımızda daha fazla yara açarak enfeksiyonlarını daha geniş ölçüde yaymak istiyorlar. Onlar gibi olmamızı istiyorlar: Anlayışsız, nefret dolu ve vahşi.
The day after the Paris attacks, a friend of mine sent this photo of her daughter. This is a white girl and an Arab girl. They're best friends. This image is the kryptonite for extremists. These two little girls with their superpowers are showing the way forward towards a society that we need to build together, a society that includes and supports, rather than rejects our kids.
Paris saldırılarından sonraki gün, bir arkadaşım bana kızının bu fotoğrafını gönderdi. Beyaz bir kız ve Arap bir kız. Onlar iki dost. Bu görüntü, aşırılıkçılar için bir kriptonit. Bu iki küçük kız, süper güçleriyle bize, birlikte inşa etmemiz gereken toplumu gösteriyor. Çocuklarımızı reddetmeyen kapsayıcı ve destekleyici bir toplum.
Thank you for listening.
Dinlediğiniz için çok teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)