I'm delighted to be here. I'm honored by the invitation, and thanks. I would love to talk about stuff that I'm interested in, but unfortunately, I suspect that what I'm interested in won't interest many other people. First off, my badge says I'm an astronomer. I would love to talk about my astronomy, but I suspect that the number of people who are interested in radiative transfer in non-gray atmospheres and polarization of light in Jupiter's upper atmosphere are the number of people who'd fit in a bus shelter. So I'm not going to talk about that. (Laughter)
Burada olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Bu davet beni onurlandırdı, teşekkür ederim. Benim ilgimi çeken şeyler hakkında konuşmayı çok isterim, fakat sanırım, benim ilgimi çeken şeyler diğer insanların ilgisini pek çekmiyor. İlk olarak, kimlik kartım benim bir gökbilimci olduğumu söylüyor. Astronomi hakkında konuşmayı çok isterim, fakat sanırım, gri-dışı atmosferlerdeki ışınımsal transferler ya da Jüpiter'in üst atmosferindeki ışık polarizasyonu konusuna ilgi duyanların sayısı ancak bir otobüs durağına sığabilecek kadardır. Yani bu yüzden bunun hakkında konuşmayacağım. (Kahkaha)
It would be just as much fun to talk about some stuff that happened in 1986 and 1987, when a computer hacker is breaking into our systems over at Lawrence Berkeley Labs. And I caught the guys, and they turned out to be working for what was then the Soviet KGB, and stealing information and selling it. And I'd love to talk about that -- and it'd be fun -- but, 20 years later ... I find computer security, frankly, to be kind of boring. It's tedious. I'm --
1986'yla 1987 yılları arasında Lawrence Berkeley Laboratuvarlarında bir bilgisayar korsanının sistemlerimize girmesinin hikayesini anlatmak da çok eğlenceli olabilir aslında. Sonuçta adamları yakaladım, o zamanlar Sovyet KGB denilen bir yer için çalıştıkları ortaya çıktı. bilgi çalıp satıyorlardı. Ve bunun hakkında konuşmayı çok isterdim, eğlenceli de olurdu fakat şimdi, 20 yıl sonra... Samimi olmak gerekirse bilgisayar güvenliğini biraz sıkıcı buluyorum. Can sıkıcı. Ben...
The first time you do something, it's science. The second time, it's engineering. A third time, it's just being a technician. I'm a scientist. Once I do something, I do something else. So, I'm not going to talk about that. Nor am I going to talk about what I think are obvious statements from my first book, "Silicon Snake Oil," or my second book, nor am I going to talk about why I believe computers don't belong in schools.
Bir şeyi ilk kez yaptığınızda, bu bilimdir. İkinci kez yaptiginizda, bu mühendisliktir. Üçüncü kez ise sadece teknisyenliktir. Ben bir bilimadamıyım. Bir şeyi bir kez yaptım mı, başka birşey yaparım. Yani bunun hakkında da konuşmayacağım. Ayrıca ilk kitabımda açıkça bahsettiğimi düşündüğüm şeyler hakkında da konuşmayacağım, ya da ikinci kitabımda bahsettiğim gibi, neden okullarda bilgisayar olmaması gerektiği konusunda da konuşmayacağım.
I feel that there's a massive and bizarre idea going around that we have to bring more computers into schools. My idea is: no! No! Get them out of schools, and keep them out of schools. And I'd love to talk about this, but I think the argument is so obvious to anyone who's hung around a fourth grade classroom that it doesn't need much talking about -- but I guess I may be very wrong about that, and everything else that I've said. So don't go back and read my dissertation. It probably has lies in it as well.
Etrafta okullarda daha fazla bilgisayar bulunması gerektiğini söyleyen büyük ve tuhaf bir fikrin dolaştığına inanıyorum. Benim fikrimse: Hayır! Hayır! Onları okullardan çıkaralım ve okulların dışında tutalım. Ve bunun hakkında da konuşmayı çok isterim fakat, bence bu argüman ilkokul 4. sınıfların etrafında dolanmış kişiler için o kadar açık ki bunun hakkında da pek konuşmaya ihtiyaç yok -- ama sanırım bunun hakkında ve söylediğim diğer her şey hakkında yanılmış olabilirm. Yani geri gidip tezimi okumayın. Muhtemelen onda da yalanlar var.
Having said that, I outlined my talk about five minutes ago. (Laughter) And if you look at it over here, the main thing I wrote on my thumb was the future. I'm supposed to talk about the future, yes? Oh, right. And my feeling is, asking me to talk about the future is bizarre, because I've got gray hair, and so, it's kind of silly for me to talk about the future. In fact, I think that if you really want to know what the future's going to be, if you really want to know about the future, don't ask a technologist, a scientist, a physicist. No! Don't ask somebody who's writing code.
Bunları söylemişken, bu konuşmamı yaklaşık 5 dakika önce hazırladım. (Kahkaha) Ve bu tarafa bakarsanız, başparmağıma yazdığım en önemli şey gelecekti. Gelecek hakkında konuşmalıyım, öyle değil mi? Ah, evet. Ve bence, benden gelecek hakkında konuşmamı istemek biraz tuhaf, çünkü saçlarım beyaz, yani benim gelecek hakkında konuşmam biraz aptalca olur. Aslında, bence gelecek hakkında gerçekten bilgi sahibi olmak isterseniz, yani gerçekten geleceği bilmek isterseniz, bir teknoloji uzmanına, bir bilimadamına, bir fizyoloğa sormayın. Hayır! Kod yazabilen birine sormayın.
No, if you want to know what society's going to be like in 20 years, ask a kindergarten teacher. They know. In fact, don't ask just any kindergarten teacher, ask an experienced one. They're the ones who know what society is going to be like in another generation. I don't. Nor, I suspect, do many other people who are talking about what the future will bring. Certainly, all of us can imagine these cool new things that are going to be there. But to me, things aren't the future. What I ask myself is, what's society is going to be like, when the kids today are phenomenally good at text messaging and spend a huge amount of on-screen time, but have never gone bowling together?
Hayır, gerçekten toplumda gelecek 20 yılda nerede olacağını öğrenmek istiyorsanız, bunu bir ana okulu öğretmenine sormalısınız. Onlar biliyor. Hatta, herhangi bir ana okulu öğretmenine de değil, deneyimli bir ana okulu öğretmenine sorun. Ancak onlar başka bir nesilde toplumun nasıl olacağını biliyorlar. Ben bilmiyorum. Korkarım, geleceğin ne getireceği hakkında konuşan birçok kişi de bilmiyor. Tabi ki, hepimiz gelecekte olacak o fiyakalı yeni şeyleri hayal edebiliriz. Ama bence, o şeyler "gelecek" değil. Kendime sorduğum şey şu; şimdiki çocuklar mesajlaşma konusunda bu kadar iyiyken ve ekran başında inanılmaz vakit harcarlarken, ama birlikte hiç bowling oynamaya gitmezken, toplum nereye gidiyor?
Change is happening, and the change that is happening is not one that is in software. But that's not what I'm going to talk about. I'd love to talk about it, it'd be fun, but I want to talk about what I'm doing now. What am I doing now? Oh -- the other thing that I think I'd like to talk about is right over here. Right over here. Is that visible? What I'd like to talk about is one-sided things. I would dearly love to talk about things that have one side. Because I love Mobius loops. I not only love Mobius loops, but I'm one of the very few people, if not the only person in the world, that makes Klein bottles. Right away, I hope that all of your eyes glaze over. This is a Klein bottle. For those of you in the audience who know, you roll your eyes and say, yup, I know all about it. It's one sided. It's a bottle whose inside is its outside. It has zero volume. And it's non-orientable. It has wonderful properties. If you take two Mobius loops and sew their common edge together, you get one of these, and I make them out of glass. And I'd love to talk to you about this, but I don't have much in the way of ... things to say because -- (Laughter)
"Değişim" gerçekleşiyor, fakat bu değişim bilgisayar yazılımında değil. Ama ben bunun hakkında da konuşmayacağım. Bunun hakkında konuşmak isterdim, eğlenceli de olurdu, ama ben şu an yaptığım hakkında konuşmak istiyorum. Ne yapıyorum şu anda? Ah -- konuşmak isteyeceğimi düşündüğüm birşey de burada. Hemen burada. Bu görülebiliyor mu? Tek taraflı şeyler hakkında konuşmak isterim. Tek tarafı olan şeyler hakkında konuşmayı gerçekten çok isterim. Çünkü Mobius döngüsünü çok seviyorum. Sadece Mobius döngüsünü çok sevmiyorum, aynı zamanda dünyada Klein şişesini yapan az kişiden biriyim - o da eğer tek ben değilsem- Bunun hepinizi etkileyeceğini umuyorum. Bu bir Klein şişesi. Aranızda bunu bilenler gözlerini devirip, "evet bunun hakkında herşeyi biliyorum" diyebilirler. Bu tek taraflı. İçi dışında olan bir şişe. Sıfır hacme sahip. Döndürülebilir değil. Müthiş özellikleri var. İki Mobius döngüsünü alır ve ortak kenarlarını birleştiriseniz, bunlardan birini elde edersiniz ve ben bunları camdan yapıyorum. Sizlere bunun hakkında konuşmayı çok isterim, ama bunun hakkında söyleyecek pek birşeyim yok ... çünkü -- (Kahkaha)
(Chris Anderson: I've got a cold.)
Chris Anderson: Soğuk algınlığım var.
However, the "D" in TED of course stands for design. Just two weeks ago I made -- you know, I've been making small, medium and big Klein bottles for the trade. But what I've just made -- and I'm delighted to show you, first time in public here. This is a Klein bottle wine bottle, which, although in four dimensions it shouldn't be able to hold any fluid at all, it's perfectly capable of doing so because our universe has only three spatial dimensions. And because our universe is only three spatial dimensions, it can hold fluids. So it's highly -- that one's the cool one. That was a month of my life. But although I would love to talk about topology with you, I'm not going to. (Laughter)
Neyse, TED'in D'si tasarımı simgeler. İki hafta önce ben şey yaptım -- biliyorsunuz, küçük, orta ve büyük boylarda Klein şişeleri yapıp satıyorum, Ama yaptığım bu şey -- size ilk defa burada göstermekten mutluluk duyuyorum. Bu bir Klein şarap şişesi. 4 boyutu olduğu için hiçbir sıvı taşıyamaması gerekirken, bulunduğumuz evrenin sadece 3 uzamsal boyutu olduğundan dolayı gayet de iyi taşıyabiliyor. Ve evrenimiz sadece 3 uzamsal boyuttan oluştuğu için, sıvıları taşıyabiliyor. Bu yüzden çok fazla -- havalı olan da bu. Hayatımın bir ayını aldı. Sizinle topoloji hakkında konuşmayı çok istesem de, konuşmayacağım. (Kahkaha)
Instead, I'm going to mention my mom, who passed away last summer. Had collected photographs of me, as mothers will do. Could somebody put this guy up? And I looked over her album and she had collected a picture of me, standing -- well, sitting -- in 1969, in front of a bunch of dials. And I looked at it, and said, oh my god, that was me, when I was working at the electronic music studio! As a technician, repairing and maintaining the electronic music studio at SUNY Buffalo. And wow! Way back machine. And I said to myself, oh yeah! And it sent me back.
Bunun yerine, size geçen yaz vefat eden annemden bahsedeceğim. Benim fotoğraflarımı biriktirirdi, annelerin yaptığı gibi. Biri bu adamı yukarı yansıtabilir mi? Ve onun albümüne bakıyordum ve benim bir fotoğrafımı saklamıştı, ayaktayken -- yani, birkaç düğmenin önünde otururken 1969 yılında. Ve bakınca dedim ki, aman tanrım, bu ben bir elektronik müzik stüdyosunda çalışırkenki halim! SUNY Buffalo'da bulunan bir elektronik müzik stüdyosunda bir teknisyen olarak çalışıp, çeşitli tamir ve bakım işlerini yaparken. Vay canına! Zaman makinesinde gibi. Ve kendime dedim ki, vay be! Beni geriye götürdü.
Soon after that, I found in another picture that she had, a picture of me. This guy over here of course is me. This man is Robert Moog, the inventor of the Moog synthesizer, who passed away this past August. Robert Moog was a generous, kind person, extraordinarily competent engineer. A musician who took time from his life to teach me, a sophomore, a freshman at SUNY Buffalo. He'd come up from Trumansburg to teach me not just about the Moog synthesizer, but we'd be sitting there -- I'm studying physics at the time. This is 1969, 70, 71. We're studying physics, I'm studying physics, and he's saying, "That's a good thing to do. Don't get caught up in electronic music if you're doing physics." Mentoring me. He'd come up and spend hours and hours with me. He wrote a letter of recommendation for me to get into graduate school. In the background, my bicycle. I realize that this picture was taken at a friend's living room. Bob Moog came by and hauled a whole pile of equipment to show Greg Flint and I things about this. We sat around talking about Fourier transforms, Bessel functions, modulation transfer functions, stuff like this. Bob's passing this past summer has been a loss to all of us. Anyone who's a musician has been profoundly influenced by Robert Moog. (Applause) And I'll just say what I'm about to do. What I'm about to do -- I hope you can recognize that there's a distorted sine wave, almost a triangular wave upon this Hewlett-Packard oscilloscope.
Ondan kısa bir süre sonra, annemde olan başka bir resmime denk geldim. Bu taraftaki adam benim. Bu adam da Rober Moog, Moog sentezörünün mucidi. Geçtiğimiz ağustos ayında vefat etti. Robert Moog cömert ve kibar biriydi. Aynı zamanda inanılmaz yetenkli bir mühendisti. Kendi hayatından vakit ayırıp, benim gibi SUNY Buffalo'da okuyan bir üniversite öğrencisine öğretmenlik yapan bir müzisyendi. Trumansburg'dan bana ders vermek için gelirdi, sadece Moog sentizörü hakkında da değil, orada öylece otururduk -- O dönem fizik üzerine eğitim alıyordum. Bahsettiğim 1969, 70, 71. Fizik eğitimi alıyorduk, alıyordum, ve derdi ki, "Yaptığın doğru bir şey, eğer fizikle uğraşıyorsan, elektronik müziğe kapılma." Beni eğitiyordu. Gelip benim için onca saat harcardı. Yüksek okula girmem için bana bir tavsiye mektubu yazdı. Arka plandaki benim bisikletim. Bu resmin bir arkadaşın oturma odasında çekildiğini anımsıyorum. Bob Moog gelir ve bir ton alet edevat bırakırdı bana ve Greg Flint'e göstermek için. Fourier transformatörleri etrafında oturup konuşurduk. Bessel fonksiyonları, modüler transfer fonksiyonları, bunun gibi şeyler. Bob'un vefatı hepimiz için büyük bir kayıp oldu. Müzisyen olan herkes Robert Moog'dan derinden etkilenmiştir. (Alkış) Ve şunu söyleyebilirim ki, birazdan yapacağım şey. Birazdan yapacağım şey -- Umarım bu bükülmüş sinüs dalgasını görebileceksiniz, neredeyse üçgensel bir dalga olacak bu Hewlett-Packard marka osiloskop üzerinde.
Oh, cool. I can get to this place over here, right? Kids. Kids is what I'm going to talk about -- is that okay? It says kids over here, that's what I'd like to talk about. I've decided that, for me at least, I don't have a big enough head. So I think locally and I act locally. I feel that the best way I can help out anything is to help out very, very locally. So Ph.D. this, and degree there, and the yadda yadda. I was talking about this stuff to some schoolteachers about a year ago. And one of them, several of them would come up to me and say, "Well, how come you ain't teaching?" And I said, "Well, I've taught graduate -- I've had graduate students, I've taught undergraduate classes." No, they said, "If you're so into kids and all this stuff, how come you ain't over here on the front lines? Put your money where you mouth is."
Ah süper. Bu tarafa gidebilirim değil mi? Çocuklar. Çocuklar hakkında konuşacağım -- olur mu? Burada çocuklar diyor, ben de bunun hakkında konuşmak isterim. Şöyle karar verdim, bence en azından, yeterince akıllı değilim. Bu yüzden yerel düşünüp, yerel haraket ediyorum. Bence herhangi bir şeye yardım etmenin en iyi yolu çok, çok yerel düşünmek. Bir doktora burada, bir yüksek lisans burada, bir şey bir şey. Bu şeyle ilgili birkaç okul öğretmeniyle konuşuyordum yaklaşık bir yıl önce. Ve biri, hatta birçoğu gelip derdi ki, "Peki nasıl oluyor da öğretmenlik yapmıyorsun?" Ben de dedim ki, "Ama ben lisans eğitimi alanlara -- Lisans eğitimi alanlara ve lisans üstü eğitim alanlara ders verdim." Hayır dediler, "Madem bu kadar çocuklarla ilgilisin, neden onlara ders vermiyorsun? Neden elini taşın altına koymuyorsun."
Is true. Is true. I teach eighth-grade science four days a week. Not just showing up every now and then. No, no, no, no, no. I take attendance. I take lunch hour. (Applause) This is not -- no, no, no, this is not claps. I strongly suggest that this is a good thing for each of you to do. Not just show up to class every now and then. Teach a solid week. Okay, I'm teaching three-quarters time, but good enough. One of the things that I've done for my science students is to tell them, "Look, I'm going to teach you college-level physics. No calculus, I'll cut out that. You won't need to know trig. But you will need to know eighth-grade algebra, and we're going to do serious experiments. None of this open-to-chapter-seven-and-do-all-the-odd-problem-sets. We're going to be doing genuine physics." And that's one of the things I thought I'd do right now. (High-pitched tone)
Doğru. Doğru. Şimdi haftada dört gün ilkokul 8. sınıflara fen dersi veriyorum. Öyle arada bir de gitmiyorum. Hayır, hayır, hayır. Yoklama yapıyorum. Öğle yemeği saati de alıyorum. (Alkış) Bu -- yok, yok, bu alkışlık değil. Her birinize bunu özellikle tavsiye ederim. Öyle arada bir gitmeyin. Bütün hafta öğretin. Tamam, ben haftanın üçte ikisinde gidebiliyorum ama, fena da değil. Fen dersi öğrencilerim için yaptığım şeylerden biri de şu oldu: Onlara dedim ki, "Bakın, size üniversite düzeyinde fizik dersi vereceğim." Tamam yüksek matematik yok, onu çıkardım. Trigonometri bilmenize gerek yok. Ama sekizinci sınıf matematiği bilmek zorundasınız, ve burada ciddi deneyler de yapacağız. "Kitabınızın yedinci bölümünü açıp problemleri çözün" yok. Burada gerçek fizikle uğraşacağız. Ve bu da burada yapabileceğimi düşündüğüm şeylerden biri. (Tiz ses)
Oh, before I even turn that on, one of the things that we did about three weeks ago in my class -- this is through the lens, and one of the things we used a lens for was to measure the speed of light. My students in El Cerrito -- with my help, of course, and with the help of a very beat up oscilloscope -- measured the speed of light. We were off by 25 percent. How many eighth graders do you know of who have measured the speed of light? In addition to that, we've measured the speed of sound. I'd love to measure the speed of light here. I was all set to do it and I was thinking, "Aw man," I was just going to impose upon the powers that be, and measure the speed of light. And I'm all set to do it. I'm all set to do it, but then it turns out that to set up here, you have like 10 minutes to set up! And there's no time to do it. So, next time, maybe, I'll measure the speed of light!
Ah, bunu açmadan evvel, yaklaşık üç hafta önce sınıfta yaptığımız şeylerden biri -- bu lensten geçiyor, ve lens kullanarak yaptığımız şeylerden biri de ışığın hızını ölçmek. El Cerrito'daki öğrencilerim, benim de yardımımla tabi ki ve bayağı hırpalanmış bir osiloskopun da yardımıyla ışığın hızını ölçtüler. Yüzde 25'lik bir sapma vardı. Işığın hızını ölçmüş kaç tane ilkokul 8. sınıf öğrencisi tanıyorsunuz? Ona ek olarak, sesin de hızını ölçtük. Burada ışığın hızını ölçebilmeyi çok isterdim. Bunu yapmaya hazırdım ve düşünüyordum ki, "Bütün o güçleri etkileyerek ışığın hızını ölçeceğim." Ve yapmaya hazırdım. Tam hazırdım ki, bütün o düzeneği burada kurmak 10 dakika alıyor! Ve bunu yapacak zaman yok. Yani, belki gelecek sefere ışığın hızını ölçebilirim.
But meanwhile, let's measure the speed of sound! Well, the obvious way to measure the speed of sound is to bounce sound off something and look at the echo. But, probably -- one of my students, Ariel [unclear], said, "Could we measure the speed of light using the wave equation?" And all of you know the wave equation is the frequency times the wavelength of any wave ... is a constant. When the frequency goes up, the wavelength comes down. Wavelength goes up, frequency goes down. So, if we have a wave here -- over here, that's what's interesting -- as the pitch goes up, things get closer, pitch goes down, things stretch out. Right? This is simple physics. All of you know this from eighth grade, remember? What they didn't tell you in physics -- in eighth-grade physics -- but they should have, and I wish they had, was that if you multiply the frequency times the wavelength of sound or light, you get a constant. And that constant is the speed of sound. So, in order to measure the speed of sound, all I've got to do is know its frequency. Well, that's easy. I've got a frequency counter right here. Set it up to around A, above A, above A. There's an A, more or less. Now, so I know the frequency. It's 1.76 kilohertz. I measure its wavelength. All I need now is to flip on another beam, and the bottom beam is me talking, right? So anytime I talk, you'd see it on the screen. I'll put it over here, and as I move this away from the source, you'll notice the spiral. The slinky moves. We're going through different nodes of the wave, coming out this way. Those of you who are physicists, I hear you rolling your eyes, but bear with me. (Laughter)
Ama o zamana kadar, gelin sesin hızını ölçelim. Tabi ki sesin hızını ölçmenin en bilindik yolu sesi bir nesneden sektirerek yarattığı ekoya bakmak. Ama muhtemelen -- öğrencilerimden biri, Ariel dedi ki, "Sesin hızını dalga denklemini kullanarak ölçebilir miyiz?" Ve hepiniz dalga denklemini biliyorsunuz: Frekans çarpı herhangi bir dalganın dalga boyu sabittir. Frekans artarsa, dalga boyu azalır. Dalga boyu artarsa, frekans azalır.Yani burada bir dalgamız varsa -- burada, ilginç olan bu -- ses kademesi artarsa, bu şeyler yaklaşır, ses kademesi azalırsa, bu şeyler uzaklaşır. Değil mi? Bu basit fizik. Hepiniz bunu 8. sınıftan biliyorsunuz, hatırladınız mı? Ama size fizikte söylemedikleri -- sekizinci sınıf fiziğinde söylemedikleri -- ama söylemiş olmaları gereken -- keşke söyleselerdi -- şuydu: Frekansla sesin ya da ışığın dalga boyunu çarparsanız bir sabit elde edersiniz. Ve bu sabit de sesin hızıdır. Yani, sesin hızını ölçmek için, tek bilmeniz gereken frekansı. Evet, bu kadar kolay. Burada bir frekans sayacım var. A üssü A üssü A'ya göre ayarlayın. Burada az çok bir A var. Şimdi frekansı biliyorum. 1.76 kilohertz. Dalga boyunu ölçüyorum. Şimdi tek yapmam gereken, başka bir hüzme yaratmak, alttaki hüzme benim sesim değil mi? Yani ne zaman konuşsam, ekranda görebilirsiniz. Bunu buraya koyuyorum, ve bunu kaynaktan uzaklaştırdığımda spirali görebiliyorsunuz. Bu sinsi hareketler. Dalganın değişik titreşimlerinden geçiyoruz. Aranızdaki fizikçilerin gözlerini devirdiğini duyabiliyorum ama dayanın. (Kahkaha)
To measure the wavelength, all I need to do is measure the distance from here -- one full wave -- over to here. From here to here is the wavelength of sound. So, I'll put a measuring tape here, measuring tape here, move it back over to here. I've moved the microphone 20 centimeters. 0.2 meters from here, back to here, 20 centimeters. OK, let's go back to Mr. Elmo. And we'll say the frequency is 1.76 kilohertz, or 1760. The wavelength was 0.2 meters. Let's figure out what this is. (Laughter) (Applause) 1.76 times 0.2 over here is 352 meters per second. If you look it up in the book, it's really 343. But, here with kludgy material, and lousy drink -- we've been able to measure the speed of sound to -- not bad. Pretty good.
Dalga boyunu ölçmek için, tek yapmam gereken buradan buraya olan uzaklığı ölçmek, bir bütün dalga, buradan buraya. Buradan buraya olan kısım sesin dalga boyu. Yani buraya bir mesafe ölçer, buraya da bir mesafe ölçer koyuyorum ve buradan buraya geri gidiyorm. Mikrofonu 20 santimetre oynattım. Buradan buraya 0.2 metre yani 20 santimetre. Evet şimdi Bay Tepegöz'e dönelim. Ve diyoruz ki frekans 1.76 kilohertz ya da 1760. Dalga boyu da 0.2 metreydi. Bakalım bu neymiş. (Kahkaha) (Alkış) 1.76 çarpı 0.2 saniyede 352 metre eder. Kitabı açıp bakarsanız, gerçekten 343 olduğunu görürsünüz. Ama buradaki bu kıytırık materyal ve kötü bir içecekle bile sesin hızını ölçmeyi başardık. Kötü değil. Hiç fena değil.
All of which comes to what I wanted to say. Go back to this picture of me a million years ago. It was 1971, the Vietnam War was going on, and I'm like, "Oh my God!" I'm studying physics: Landau, Lipschitz, Resnick and Halliday. I'm going home for a midterm. A riot's going on on campus. There's a riot! Hey, Elmo's done: off. There's a riot going on on campus, and the police are chasing me, right? I'm walking across campus. Cop comes and looks at me and says, "You! You're a student." Pulls out a gun. Goes boom! And a tear gas canister the size of a Pepsi can goes by my head. Whoosh! I get a breath of tear gas and I can't breathe. This cop comes after me with a rifle. He wants to clunk me over the head! I'm saying, "I got to clear out of here!" I go running across campus quick as I can. I duck into Hayes Hall. It's one of these bell-tower buildings. The cop's chasing me. Chasing me up the first floor, second floor, third floor. Chases me into this room. The entranceway to the bell tower. I slam the door behind me, climb up, go past this place where I see a pendulum ticking. And I'm thinking, "Oh yeah, the square root of the length is proportional to its period." (Laughter)
Bunların hepsi söylemek istediğim şeye getiriyor bizi. Şu benim bir milyon yıl önce çekilmiş fotoğrafıma dönün. Sene 1971'di, Vietnam Savaşı devam ediyordu, ve ben "Aman Tanrım!" diyordum. Fizik eğitimi alıyorum: Landau, Lipschitz, Resnick ve Halliday. Vize sınavında çıkmış eve dönüyorum. Kampüs'te ayaklanma var. Ayaklanma var! Hey, Tepegözün işi bitti. Kapan. Kampüste bir ayaklanma var, ve polis beni kovalıyor, tamam mı? Kampüsün ortasından yürüyorum. Bu polis geliyor yanıma ve diyor ki, "Sen! Sen bir öğrencisin." Silahını çekiyor. Ve bum! Pepsi kutusu büyüklüğünde bir gözyaşı bombası başımın yanından geçiyor. Fiyuuuv! Göz yaşı bombasından etkileniyorum ve nefes alamıyorum. O polis elinde bir çifteliyle beni kovalamaya devam ediyor. Alnımın ortasına bir tane yerleştirmeye çalışıyor. Ben de diyorum ki, "Buradan kaçmam lazım!" Kampüsün ortasından elimden geldiğince çabuk bir şekilde koştum ve Hayes Hall'a sığındım. Şu çan kulesi tipindeki binalardan biri. Polis takibe devam ediyor. Birinci katta, ikinci katta, üçüncü katta hala peşimde. Beni o odaya kadar takip ediyor. Çan kulesinin girişi. Arkamdan kapıyı çarparak kapatıyorum ve yukarı tırmanmaya devam ediyorum. Saat rakkasının bulunduğu yerin yanından geçiyorum. Ve düşünüyorum ki, ah evet uzunluğunun kare kökü periyoduna orantılı. (Kahkaha)
I keep climbing up, go back. I go to a place where a dowel splits off. There's a clock, clock, clock, clock. The time's going backwards because I'm inside of it. I'm thinking of Lorenz contractions and Einsteinian relativity. I climb up, and there's this place, way in the back, that you climb up this wooden ladder. I pop up the top, and there's a cupola. A dome, one of these ten-foot domes. I'm looking out and I'm seeing the cops bashing students' heads, shooting tear gas, and watching students throwing bricks. And I'm asking, "What am I doing here? Why am I here?" Then I remember what my English teacher in high school said. Namely, that when they cast bells, they write inscriptions on them. So, I wipe the pigeon manure off one of the bells, and I look at it. I'm asking myself, "Why am I here?"
Tırmanmaya devam ediyorum, geri dön. Sabitleme piminin ayrıldığı bir yere gidiyorum. Orada bir saat, saat, saat, saat var. Ben içinde olduğumdan, zaman geriye sayıyor. Lorenz kontraksiyonlarını ve Einstein göreceliğini düşünüyorum. Yukarı tırmanıyorum ve arkada, en arkada daha da yukarı tırmanılan tahtadan bir merdiven var. Yukarı zıplıyorum ve orada bir kubbe var. Bir kubbe, bu 3 metrelik kubbelerden. Oradan dışarıya bakıyorum ve aşağıda bütün o polislerin öğrencilerin kafalarına vurduklarını, göz yaşartıcı bomba attıklarını ve öğrencilerin tuğla attıklarını izlediklerini görüyorum. Ve kendime soruyorum. Burada ne yapıyorum ben? Neden buradayım? Sonra lisedeki İngilizce öğretmenimin söylediklerini hatırladım. Eskiden çanları imal ederlerken üzerlerine yazıtlar yazarlarmış. Ben de çanların birinin üzerindeki kumru pisliklerini temizledikten sonra baktım. Kendime souyorum, neden buradayım?
So, at this time, I'd like to tell you the words inscribed upon the Hayes Hall tower bells: "All truth is one. In this light, may science and religion endeavor here for the steady evolution of mankind, from darkness to light, from narrowness to broad-mindedness, from prejudice to tolerance. It is the voice of life, which calls us to come and learn." Thank you very much.
Ve şimdi sizle Hayes Hall'daki o çanın üzerinde bulunan yazıtı paylaşmak istiyorum. "Bütün gerçeklik birdir. Bu ışıkta, insan ırkının istikrarlı evrimi için ilim ve din birlikte çabalasın, karanlıktan aydınlığa, dardan geniş görüşlülüğe, ön yargıdan toleransa. Bizi gelip öğrenmeye çağıran, hayatın ta kendisinin sesidir." Çok teşekkür ederim.