So I would like to start by telling you about one of my greatest friends, Okoloma Maduewesi. Okoloma lived on my street and looked after me like a big brother. If I liked a boy, I would ask Okoloma's opinion. Okoloma died in the notorious Sosoliso plane crash in Nigeria in December of 2005. Almost exactly seven years ago. Okoloma was a person I could argue with, laugh with and truly talk to. He was also the first person to call me a feminist.
Size en iyi arkadaşlarımdan birinden bahsederek başlamak istiyorum, Okolama Maduewesi. Okoloma benimle aynı sokakta yaşadı ve bana tıpkı bir abi gibi sahip çıktı. Eğer birinden hoşlanırsam, Okoloma'nın fikrini alırdım. Okoloma, 2005 Aralık'ta Nijerya'daki meşhur Sosoliso uçak kazasında öldü. Neredeyse tam 7 yıl önce. Okoloma tartışıp, gülebildiğim; samimi bir şekilde konuşabildiğim biriydi. Kendisi ayrıca bana feminist diyen ilk kişiydi.
I was about fourteen, we were at his house, arguing. Both of us bristling with half bit knowledge from books that we had read. I don't remember what this particular argument was about, but I remember that as I argued and argued, Okoloma looked at me and said, "You know, you're a feminist." It was not a compliment.
Yaklaşık 14 yaşındaydım, onun evindeydik, tartışıyorduk. Okuduğumuz kitaplardan edindiğimiz yarım yamalak bir bilgi birikimimiz vardı. Konu neydi net olarak hatırlamıyorum ama şunu hatırlıyorum ki: tartıştık, tartıştık ve Okoloma bakıp bana dedi ki "Biliyor musun, sen bir feministsin." Bu bir iltifat değildi.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
I could tell from his tone, the same tone that you would use to say something like, "You're a supporter of terrorism."
Ses tonuna bakılırsa, şöyle bir şeyi söylerken kullanacağınız tonda söylemişti: "Sen bir terörizm destekçisisin."
(Laughter)
[Gülüşmeler]
I did not know exactly what this word "feminist" meant, and I did not want Okoloma to know that I did not know. So I brushed it aside, and I continued to argue. And the first thing I planned to do when I got home was to look up the word "feminist" in the dictionary.
Bu "feminist" sözcüğünün tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordum ve Okoloma'nın bilmediğimi öğrenmesini istemedim. Konudan saptım ve tartışmaya devam ettim. Ve eve gittiğimde yapmayı planladığım ilk şey sözlükten "feminist" sözcüğüne bakmaktı.
Now fast forward to some years later, I wrote a novel about a man who among other things beats his wife and whose story doesn't end very well. While I was promoting the novel in Nigeria, a journalist, a nice, well-meaning man, told me he wanted to advise me. And for the Nigerians here, I'm sure we're all familiar with how quick our people are to give unsolicited advice. He told me that people were saying that my novel was feminist and his advice to me -- and he was shaking his head sadly as he spoke -- was that I should never call myself a feminist because feminists are women who are unhappy because they cannot find husbands.
Şimdi hızlıca sonraki yıllara geçelim. Onca yaptığı şeyin arasında karısını döven ve sonu pek iyi bitmeyen bir adam hakkında bir roman yazdım. Nijerya'da romanımı tanıtırken bir gazeteci, hoş, iyi niyetli bir adam bana tavsiyede bulunmak istediğini söyledi. Ve buradaki tüm Nijeryalılar eminim istenmeyen öğüt vermede insanlarımızın ne kadar hızlı olduklarını bilirler. Bana insanların benim romanımın feminist olduğunu söylediklerinden bahsetti ve bana öğüdü-- - söylerken de üzgünce başını sallıyordu- kendime asla feminist demememdi. Çünkü feministler koca bulamadıklarından mutsuz kadınlardı.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
So I decided to call myself "a happy feminist." Then an academic, a Nigerian woman told me that feminism was not our culture and that feminism wasn't African, and that I was calling myself a feminist because I had been corrupted by "Western books." Which amused me, because a lot of my early readings were decidedly unfeminist. I think I must have read every single Mills & Boon romance published before I was sixteen. And each time I tried to read those books called "the feminist classics," I'd get bored, and I really struggled to finish them. But anyway, since feminism was un-African, I decided that I would now call myself "a happy African feminist." At some point I was a happy African feminist who does not hate men and who likes lip gloss and who wears high heels for herself but not for men.
Böylece kendime "mutlu feminist" demeye başladım. Sonra bir akademisyen, Nijeryalı bir kadın feminizmin kültürümüzde olmadığını, feminizmin Afrikalı olmadığını söyledi ve ben kendime feminist diyordum çünkü "Batılı kitaplar" beni yozlaştırmıştı. Bu beni güldürdü çünkü ilk okumalarım kesinlikle feminist olmayan okumalardı. Yayımlanmış bütün Mills & Bone aşk romanlarını 16 yaşıma basmadan okumuştum sanırım. Ve bu "feminizm klasikleri" olarak atıf edilen kitapları her okumaya çalıştığımda sıkılıyordum ve bitirmekte sıkıntılar yaşıyordum. Ama her neyse, feminizm Afrika'lı olmadığından beri kendime " mutlu bir Afrikalı feminist" demeye karar verdim. Belli noktalarda erkeklerden nefret etmeyen, rujları seven ve erkekler için değil de kendisi için topuklu ayakkabı giyen mutlu bir Afrikalı feministtim.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Of course a lot of this was tongue-in-cheek, but that word feminist is so heavy with baggage, negative baggage. You hate men, you hate bras, you hate African culture, that sort of thing.
Tabii bunların bir çoğu alayvari şeylerdi fakat feminizm sözcüğü oldukça negatif yüklüydü. Erkeklerden, sütyenlerden Afrika kültüründen nefret ediyorsunuz falan.
Now here's a story from my childhood. When I was in primary school, my teacher said at the beginning of term that she would give the class a test and whoever got the highest score would be the class monitor. Now, class monitor was a big deal. If you were a class monitor, you got to write down the names of noisemakers --
Şimdi çocukluğumdan bir hikaye anlatayım. İlkokuldayken öğretmen dönem başında bize bir test yapacağını ve kazananın sınıf başkanı olacağını söyledi. Sınıf başkanı olmak büyük bir olay. Eğer sınıf başkanıysanız, gürültü yapanların ismini yazabilirsiniz --
(Laughter)
[Gülüşmeler]
which was having enough power of its own. But my teacher would also give you a cane to hold in your hand while you walk around and patrol the class for noisemakers. Now, of course you were not actually allowed to use the cane. But it was an exciting prospect for the nine-year-old me. I very much wanted to be the class monitor. And I got the highest score on the test. Then, to my surprise, my teacher said that the monitor had to be a boy. She had forgotten to make that clear earlier because she assumed it was ... obvious.
ki bu kendince yeterli bir güçtür. Fakat benim öğretmenim aynı zamanda bir de değnek verirdi ki yürürken gürültü yapanlara karşı devriye gezesiniz. E tabii ki sopayı kullanma yetkiniz yoktu. Fakat bu 9 yaşındaki ben için çok heyecanlı bir fırsattı. Sınıf başkanı olmayı çok istedim ve testte en yüksek puanı ben elde ettim. Ama öğretmenim sınıf başkanının erkek olması gerekiğini söyledi. Kendisi bunu önceden belirtmeyi unutmuş çünkü zaten apaçık olduğunu varsaymış.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
A boy had the second highest score on the test, and he would be monitor. Now, what was even more interesting about this is that the boy was a sweet, gentle soul who had no interest in patrolling the class with the cane, while I was full of ambition to do so. But I was female and he was male, and so he became the class monitor. And I've never forgotten that incident.
Testte en iyi ikinci skoru yapan çocuk, sınıf başkanı olacaktı. Bu konuda daha da ilginç olan, benim bu kadar hırslı olmama rağmen sınıfı sopayla devriye gezmeye hiç niyeti olmayan bu çocuğun sevimli, naif bir ruhu vardı. Fakat ben kızdım ve o erkekti, ve böylece sınıf başkanı o oldu. Ve bu olayı hiç unutmadım.
I often make the mistake of thinking that something that is obvious to me is just as obvious to everyone else. Now, take my dear friend Louis for example. Louis is a brilliant, progressive man, and we would have conversations and he would tell me, "I don't know what you mean by things being different or harder for women. Maybe in the past, but not now." And I didn't understand how Louis could not see what seems so self-evident. Then one evening, in Lagos, Louis and I went out with friends. And for people here who are not familiar with Lagos, there's that wonderful Lagos' fixture, the sprinkling of energetic men who hang around outside establishments and very dramatically "help" you park your car. I was impressed with the particular theatrics of the man who found us a parking spot that evening. And so as we were leaving, I decided to leave him a tip. I opened my bag, put my hand inside my bag, brought out my money that I had earned from doing my work, and I gave it to the man. And he, this man who was very grateful and very happy, took the money from me, looked across at Louis and said, "Thank you, sir!"
Benim için apaçık olan şeyin başkaları için de apaçık olduğunu düşünme hatasına çok sık düşerim. Yakın arkadaşım Louise'e bakın örneğin. Louis parlak, ilerici bir adam ve benimle konuştuğunda bana şunları der "Kadınlar için zor veya farklı olduğunu düşündüğün şeyleri anlayamıyorum geçmişte belki öyleydi, ama artık öyle değil.'' Ve Louis'in apaçık olan şeyi nasıl göremediğini anlayamamıştım. Bir akşam, Lagos'ta Louis ve ben arkadaşlarla dışarı çıktık. Burada Lagos'u tanımayanlar için, Lagos'ta mekanların etrafında arabanızı park etmenize "yardımcı olacak" dramatik adamlar olur. O akşam bize park yeri bulan adamın yapmacık hareketlerinden etkilenmiştim. Ve ayrılırken ona bahşiş vermeye karar verdim Çantamı açtım, elimi çantaya soktum, mesleğimden elde ettiğim parayı aldım ve adama verdim. Ve bu, mutlu ve minnettar adam parayı benden aldı, Louis'e baktı ve dedi ki: "Teşekkürler bayım."
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Louis looked at me, surprised, and asked, "Why is he thanking me? I didn't give him the money." Then I saw realization dawn on Louis' face. The man believed that whatever money I had had ultimately come from Louis. Because Louis is a man.
Louise şaşırmış bir şekilde bana baktı, ve sordu, " Niçin bana teşekkür ediyor? Parayı ben vermedim." Sonra Louise'in suratında farkına varmanın şafağını gördüm. Adam bendeki paranın aslında Louis'den geldiğini düşünmüştü. Çünkü Louis bir erkekti.
Men and women are different. We have different hormones, we have different sexual organs, we have different biological abilities. Women can have babies, men can't. At least not yet.
Kadınlar ve erkekler farklıdır. Farklı hormonlarımız, farklı cinsel organlarımız, farklı biyolojik kabiliyetlerimiz var. Kadınlar bebek yapabilir, erkekler yapamaz, en azından şuan için.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Men have testosterone and are in general physically stronger than women. There's slightly more women than men in the world, about 52 percent of the world's population is female. But most of the positions of power and prestige are occupied by men. The late Kenyan Nobel Peace laureate, Wangari Maathai, put it simply and well when she said: "The higher you go, the fewer women there are." In the recent US elections we kept hearing of the Lilly Ledbetter law, and if we go beyond the nicely alliterative name of that law, it was really about a man and a woman doing the same job, being equally qualified, and the man being paid more because he's a man.
Erkeklerde testesteron vardır ve fiziken genellikle kadınlardan daha güçlüdürler. Dünyadaki kadın sayısı erkek sayısından birazcık fazla, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 52'si kadınlardan oluşuyor. Fakat itibar ve güç sahibi makamlar genellikle erkeklerde. Nobel Ödülü alan merhum, Kenyalı Wangari Maathi, basitçe ve güzelce şöyle demişti: "Ne kadar yükseğe çıkarsanız, o kadar az kadın bulursunuz." En son Amerikan seçimlerinde Lilly Ledbetter yasasını duyup durduk, ve eğer bu tatlı aliterasyonlu yasanın isminden öteye bakarsak bu yasa özünde, aynı işi yapıp aynı derecede nitelikli olan bir erkek ve bir kadın hakkındaydı. Ve adam,erkek olduğu için daha fazla maaş almaktaydı.
So in the literal way, men rule the world, and this made sense a thousand years ago because human beings lived then in a world in which physical strength was the most important attribute for survival. The physically stronger person was more likely to lead, and men, in general, are physically stronger. Of course there are many exceptions.
Yani kelimenin tam anlamıyla, dünyayı erkekler yönetiyor, ve bu bin yıl önce mantıklıydı çünkü o zamanlar insanlar fiziksel gücün hayatta kalmak için en önemli özellik olduğu bir dünyada yaşıyorlardı. Fiziksel olarak güçlü olanın yönetici olması daha muhtemeldi ve erkekler de genelde fiziksel daha olarak güçlü. Tabii ki bu duruma oldukça fazla istisinalar var.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
But today we live in a vastly different world. The person more likely to lead is not the physically stronger person; it is the more creative person, the more intelligent person, the more innovative person, and there are no hormones for those attributes. A man is as likely as a woman to be intelligent, to be creative, to be innovative. We have evolved; but it seems to me that our ideas of gender had not evolved.
Ama bugün kesinlikle oldukça farklı bir dünyada yaşıyoruz. Artık yönetmesi muhtemel olan kişi fiziksel olarak güçlü olan değil, daha yaratıcı, daha zeki , daha yenilikçi olan kişi ve bu nitelikleri belirleyen hormonlar değil. Bir kadın da, bir erkek de zeki, yaratıcı yenilikçi olabilir. Bizler evrimleştik, fakat cinsiyet konusunda fikirlerimiz bana pek evrimleşmiş gibi gözükmüyor.
Some weeks ago, I walked into a lobby of one of the best Nigerian hotels. I thought about naming the hotel, but I thought I probably shouldn't. And a guard at the entrance stopped me and asked me annoying questions, because their automatic assumption is that a Nigerian female walking into a hotel alone is a sex worker. And by the way, why do these hotels focus on the ostensible supply rather than the demand for sex workers? In Lagos I cannot go alone into many "reputable" bars and clubs. They just don't let you in if you're a woman alone, you have to be accompanied by a man. Each time I walk into a Nigerian restaurant with a man, the waiter greets the man and ignores me. The waiters are products --
Haftalar önce, Nijerya'daki en iyi otellerden birinin lobisine girdim. Otelin ismini vermeyi düşündüm ama galiba vermemeliyim. Bir koruma beni girişte durdurdu ve rahatsız edici sorular sordu, çünkü genel varsayımları şu ki eğer Njeryalı bir kadın otelde tek başına giriyorsa bir seks işçisidir. Ve bu arada, neden bu oteller gördükleri arz yerine neden seks işçilerine olan talep üzerine odaklanmıyorlar? Lagos'ta çoğu "saygın" bar ve club'a tek başıma giremiyorum. Eğer tek bir kadınsanız, içeri almıyorlar. Bir erkek tarafından eşlik edilmeniz gerekiyor. Ne zaman bir Nijerya restoranına erkekle girsem garson erkeği selamlar ve beni görmezden gelir. Garsonlar ürünlerdir --
(Laughter)
[Gülüşmeler]
At this some women felt like, "Yes! I thought that!" The waiters are products of a society that has taught them that men are more important than women. And I know that waiters don't intend any harm. But it's one thing to know intellectually and quite another to feel it emotionally. Each time they ignore me, I feel invisible. I feel upset. I want to tell them that I am just as human as the man, that I'm just as worthy of acknowledgment. These are little things, but sometimes it's the little things that sting the most.
Bazı kadınlar bu noktada "Evet, bunu düşünmüştüm!" demiştir. Garsonlar, onlara erkeğin kadından daha önemli olduğunu öğreten toplumun bir ürünüdür. Ve bu garsonların kötü niyetli olmadıklarını biliyorum. Ancak entellektüel olarak bilmek ve duygusal olarak hissetmek farklı şeyler. Beni umursamadıkları her seferinde, görünmez hissediyorum. Üzgün hissediyorum. Onlara bir erkek kadar insan olduğumu, fark edilmeye değer olduğumu söylemek istiyorum. Bunlar küçük şeyler, ancak bazen insanı en çok kıran bu küçük şeyler oluyor.
And not long ago, I wrote an article about what it means to be young and female in Lagos, and the printers told me, "It was so angry." Of course it was angry!
Çok önce değil, Lagos'ta genç ve kadın olmanın ne anlama geldiği hakkında bir yazı yazmıştım, ve yayıncılar bana dedi ki, "Çok kızgın bir yazı." Tabii ki çok kızgın!
(Laughter)
[Gülüşmeler]
I am angry. Gender as it functions today is a grave injustice. We should all be angry. Anger has a long history of bringing about positive change; but, in addition to being angry, I'm also hopeful. Because I believe deeply in the ability of human beings to make and remake themselves for the better.
Ben çok kızgınım. Cinsiyetler arasında derin bir adaletsizlik var. Hepimiz kızgın olmalıyız. Kızgınlığın pozitif bir değişiklik getirme açısından uzun bir tarihi var; ama, kızgın olduğum kadar, umutluyum da. Çünkü insanların kendilerini, iyileştirmek adına değişme yeteneklerine inanıyorum.
Gender matters everywhere in the world, but I want to focus on Nigeria and on Africa in general, because it is where I know, and because it is where my heart is. And I would like today to ask that we begin to dream about and plan for a different world, a fairer world, a world of happier men and happier women who are truer to themselves. And this is how to start: we must raise our daughters differently. We must also raise our sons differently. We do a great disservice to boys on how we raise them; we stifle the humanity of boys. We define masculinity in a very narrow way, masculinity becomes this hard, small cage and we put boys inside the cage. We teach boys to be afraid of fear. We teach boys to be afraid of weakness, of vulnerability. We teach them to mask their true selves, because they have to be, in Nigerian speak, "hard man!" In secondary school, a boy and a girl, both of them teenagers, both of them with the same amount of pocket money, would go out and then the boy would be expected always to pay, to prove his masculinity. And yet we wonder why boys are more likely to steal money from their parents.
Cinsiyet her yerde önemli, ancak ben Nijerya'ya ve Afrika'ya odaklanmak istiyorum, çünkü bildiğim ve kalbimin olduğu yer orası. Ve ben sizden daha farklı, daha adil, daha mutlu erkek ve kadınların kendilerine daha dürüst olduğu bir dünya hayal etmeye ve planını yapmaya başlamanızı istiyorum. Şu şekilde başlayabiliriz: kızlarımızı daha farklı yetiştirmeliyiz. Oğullarımızı da daha farklı yetiştirmeliyiz. Oğullarımızı büyütürken yetiştirme şeklimizle onlara zarar veriyoruz; insanlıklarını bastırıyoruz. Maskülenliği oldukça dar şekilde tanımlıyoruz, bu şekilde maskülenlik dar sert bir kafes oluyor ve oğullarımızı içine koyuyoruz. Onlara korkudan korkmayı öğretiyoruz. Onlara zayıflıktan, hassaslıktan sakınmayı öğretiyoruz. Onlara kendilerini nasıl saklayacaklarını öğretiyoruz, çünkü, Nijerya'da dendiği gibi "sert adam!" olmak zorundalar. Orta okulda, bir erkek ve kız, ikisi de genç, ikisi de ceplerinde aynı miktarda parayla dışarı çıktıklarında, erkeğin, maskülenliğini kanıtlaması için her zaman herşeyi ödemesi bekleniyor. Ve biz de neden erkeklerin ailelerinden para çalışlarının daha yüksek oluşunu konuşuyoruz.
What if both boys and girls were raised not to link masculinity with money? What if the attitude was not "the boy has to pay" but rather "whoever has more should pay?" Now, of course because of that historical advantage, it is mostly men who will have more today, but if we start raising children differently, then in fifty years, in a hundred years, boys will no longer have the pressure of having to prove this masculinity. But by far the worst thing we do to males, by making them feel that they have to be hard, is that we leave them with very fragile egos. The more "hard man" the man feels compelled to be, the weaker his ego is. And then we do a much greater disservice to girls because we raise them to cater to the fragile egos of men. We teach girls to shrink themselves, to make themselves smaller, we say to girls, "You can have ambition, but not too much."
Ya erkek ve kızlar maskülenliği ve parayı birbirine bağlamayarak yetiştirilseydiler? Ya davranış "erkek ödemeli" yerine "kimde daha çok varsa o ödemeli?" olsaydı? Elbetteki tarihsel avantajlarından dolayı erkekler genelde günümüzde daha çoğa sahip olanlar, ancak çocuklarımızı farklı yetiştirmeye başlarsak o zaman elli senede, yüz senede, oğlanların erkekliklerini kanıtlamaya ihtiyaçları olmayacak. Ancak onlara yaptığımız en ama en kötü şey sert olmaları gerektiğini söyleyerek, onları bayağı kırılgan egolarla bırakmamız. Ne kadar "sert adam" olmaları gerektiklerini düşünürlerse, egoları o kadar zayıf oluyor. Ardından kızlara daha fazla zarar veriyoruz çünkü onları erkeklerin o egolarını beslesinler diye yetiştiriyoruz. Kızlarımıza kendilerini küçültmelerini, ufacık olmalarını öğretiyoruz, kızlarımıza diyoruz ki, "Hırsın olabilir, ama çok fazla değil."
(Laughter)
[Gülüşmeler]
"You should aim to be successful, but not too successful, otherwise you would threaten the man." If you are the breadwinner in your relationship with a man, you have to pretend that you're not, especially in public, otherwise you will emasculate him.
"Başarılı olmayı hedeflemelisin, ama çok başarılı değil, yoksa erkeklere tehdit olursun." Eğer ilişkide para kazanan kişi sensen bir erkek yerine, öyle değilmişsin gibi davranman gerekir, özellikle toplum içinde. Yoksa onu zayıf göstermiş olursun.
But what if we question the premise itself? Why should a woman's success be a threat to a man? What if we decide to simply dispose of that word, and I don't think there's an English word I dislike more than "emasculation." A Nigerian acquaintance once asked me if I was worried that men would be intimidated by me. I was not worried at all. In fact, it had not occurred to me to be worried because a man who would be intimidated by me is exactly the kind of man I would have no interest in.
Ya bu düşüncelerin kendisini sorgularsak? Neden bir kadının başarısı erkeğe tehdit olsun ki? Ya o kelimeden kurtulmaya karar versek? Nitekim "erkekliğini zayıflatmak" kadar sevmediğim başka bir sözcük yoktur herhalde. Bir keresinde Nijeryalı bir tanıdığım bana, erkeklerin benden çekinebileceğinden endişeli olup olmadığımı sordu. Hiç endişeli değildim. Hatta bana hiç öyle gelmedi, çünkü benden çekinecek bir adam, kesinlikle ilgi alanımda olmayacak türden bir adamdır.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
(Applause)
[Alkışlar]
But still I was really struck by this. Because I'm female, I'm expected to aspire to marriage; I'm expected to make my life choices always keeping in mind that marriage is the most important. A marriage can be a good thing; it can be a source of joy and love and mutual support. But why do we teach girls to aspire to marriage and we don't teach boys the same?
Ancak bu beni gerçekten çarpmıştı. Kadın olduğumdan dolayı, evliliğe can atmam, hayattaki seçimlerimi evliliğin en önemli şey olduğunu hatırlayarak yapmam bekleniyor. Evlilik güzel bir şey olabilir; bir keyif, aşk ve karşılıklı destek kaynağı olabilir. Ancak kızlarımıza evliliğe can atmalarını öğretip neden oğullarımıza da aynısını öğretmiyoruz?
I know a woman who decided to sell her house because she didn't want to intimidate a man who might marry her. I know an unmarried woman in Nigeria who, when she goes to conferences, wears a wedding ring because according to her, she wants the other participants in the conference to "give her respect." I know young women who are under so much pressure from family, from friends, even from work to get married, and they're pushed to make terrible choices. A woman at a certain age who is unmarried, our society teaches her to see it as a deep, personal failure. And a man at a certain age who is unmarried, we just think he hasn't come around to making his pick.
Evlenebileceği adamı zayıf göstermemek için evini satmaya karar veren bir kadını tanıyorum. Nijerya'da gittiği konferanslarda, kendine göre, diğer katılanların ona saygı göstersinler diye evlilik yüzüğü takan bir kadın tanıyorum. Evlenmesi için ailesi, arkadaşları ve hatta işten baskı görmüş ve berbat tercihler yapmaya itilmiş genç kadınlar tanıyorum. Belli bir yaşa gelmesine rağmen evlenmemiş bir kadına toplumumuz bunun derin ve, kişisel bir hata olduğunu öğretiyor. Ancak belli bir yaşa gelmiş erkek evlenmemiş olduğunda sadece daha seçim yapmamış olduğunu düşünüyoruz.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
It's easy for us to say, "Oh, but women can just say no to all of this." But the reality is more difficult and more complex. We're all social beings. We internalize ideas from our socialization. Even the language we use in talking about marriage and relationships illustrates this. The language of marriage is often the language of ownership rather than the language of partnership. We use the word "respect" to mean something a woman shows a man but often not something a man shows a woman.
"Ama kadınlar bunlara basitçe 'hayır' diyebilir." demek kolay geliyor bize. Ancak gerçek daha çetrefilli ve karmaşık. Hepimiz sosyal canlılarız. Sosyalleşmemizdeki düşünceleri içselleştiririz. Hatta evlilik ve ilişkilerden bahsederken kullandığımız dil bile bunu gösteriyor. Evliliğin dili, partnerliğin dili yerine genellikle sahipliğin dili oluyor. Biz "saygı" kelimesini bir kadının erkeğe gösterdiği bir şey olarak kullanıyoruz, ancak erkeğin kadına değil.
Both men and women in Nigeria will say -- this is an expression I'm very amused by -- "I did it for peace in my marriage." Now, when men say it, it is usually about something that they should not be doing anyway.
Nijerya'da hem erkekler hem de kadınlar -- ki bu beni çok eğlendiren bir deyiştir -- der ki "Evliliğimin huzuru için yaptım." Erkek söylediği zamanlarda, genelde halihazırda yapmamaları gereken şeyler hakkında oluyor.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Sometimes they say it to their friends, it's something to say to their friends in a kind of fondly exasperated way, you know, something that ultimately proves how masculine they are, how needed, how loved. "Oh, my wife said I can't go to the club every night, so for peace in my marriage, I do it only on weekends."
Bazen bunu arkadaşlarına söylerler, hani ne kadar maskülen olduklarını açıkça vurgulayacak şekilde nasıl ihtiyaç duyulduklarını, ve nasıl sevildiklerini göster: " Eşim her gece klübe gidemeyeceğimi söyledi, ben de evliliğimin huzuru için, sadece haftasonları gidiyorum.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Now, when a woman says, "I did it for peace in my marriage," she's usually talking about giving up a job, a dream, a career. We teach females that in relationships, compromise is what women do. We raise girls to see each other as competitors -- not for jobs or for accomplishments, which I think can be a good thing, but for attention of men. We teach girls that they cannot be sexual beings in the way that boys are. If we have sons, we don't mind knowing about our sons' girlfriends. But our daughters' boyfriends? God forbid.
Kadın ise ne zaman, ''evliliğimin huzuru için yaptım'' dese genelde işinden, hayalinden, kariyerinden vazgeçişinden bahsediyordur. Kadınlara, ilişkilerinde taviz vermenin kadınların işi olduğunu öğretiyoruz. Kızları birbirlerine rakip olarak yetiştiriyoruz, başarı veya meslekler için değil, -ki kanımca bu iyi olurdu- erkeklerin ilgisi için. Kızlara, oğlanların aksine, cinsel hayatları olamayacağını öğretiyoruz. Oğlumuz varsa, onların kız arkadaşlarını öğrenmek sorun olmaz. Ancak kızımızın erkek arkadaşı? Haşa.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
But of course when the time is right, we expect those girls to bring back the perfect man to be their husbands. We police girls, we praise girls for virginity, but we don't praise boys for virginity, and it's always made me wonder how exactly this is supposed to work out because ...
Ancak elbette ki doğru zaman geldiğinde bu kızlardan kocaları olmak üzere mükemmel bir adam getirmelerini bekliyoruz. Kızları denetliyoruz, bakireliklerini met ediyoruz, ancak erkeklerinkini etmiyoruz ve doğrusu bu bana pek de mantıklı gelmiyor çünkü...
(Laughter)
[Gülüşmeler]
(Applause)
[Alkışlar]
I mean, the loss of virginity is usually a process that involves ...
Çünkü bakireliği kaybetmek genelde bir süreç ihtiva eder...
Recently a young woman was gang raped in a university in Nigeria, I think some of us know about that. And the response of many young Nigerians, both male and female, was something along the lines of this: "Yes, rape is wrong. But what is a girl doing in a room with four boys?" Now, if we can forget the horrible inhumanity of that response, these Nigerians have been raised to think of women as inherently guilty, and they have been raised to expect so little of men that the idea of men as savage beings without any control is somehow acceptable. We teach girls shame. "Close your legs." "Cover yourself." We make them feel as though by being born female they're already guilty of something. And so, girls grow up to be women who cannot see they have desire. They grow up to be women who silence themselves. They grow up to be women who cannot say what they truly think, and they grow up -- and this is the worst thing we did to girls -- they grow up to be women who have turned pretense into an art form.
Geçenlerde Nijerya'da bir üniversitede genç bir kadın grup tecavüzüne uğradı, bunu bazılarımız biliyordur. Çok sayıda erkek ve kız Nijeryalı gencin tepkisi şu şekilde oldu: "Evet, tecavüz yanlış. Ancak bir kız dört erkeğin odasında ne arıyordu?" Eğer bu cevabın insafsızlığını bir kenara koyabilirsek, bu Nijeryalılar kadının tabiati gereği suçlu olduğunu görerek yetiştirildiler, erkeklerin kontrolsüz yaratıklar olduğu fikrini kabul edilebilir bulacak seviyede erkeklerden çok az şey bekleyerek yetiştirildiler. Kızlarımıza utanmayı öğretiyoruz. "Bacaklarını kapa", "Kendini kapat." Onları, erkek olarak değil de bir kız olarak doğdukları için suçlularmış gibi hissettiriyoruz. Bu sebeple, büyüyen kızlarımız ne arzuladıklarını bilmeden kadın oluyorlar. Kendilerini susturan kadınlar oluyorlar. Ne düşündüklerini açıkça söyleyemeyen kadınlar oluyorlar -- ve büyüdüklerinde -- ki bu kızlarımıza yaptığımız en kötü şey -- büyüdüklerinde numara yapmayı bir sanata çeviren kadınlar oluyorlar.
(Applause)
[Alkışlar]
I know a woman who hates domestic work, she just hates it, but she pretends that she likes it, because she's been taught that to be "good wife material" she has to be -- to use that Nigerian word -- very "homely." And then she got married, and after a while her husband's family began to complain that she had changed.
Ev işlerinden nefret eden bir kadın tanıyorum, gerçekten nefret ediyor, ancak seviyormuş gibi davranıyor, çünkü ona bunun "iyi eş materyali" olmak için şart olduğu öğretilmiş. Onun -- eğer o kelimeyi kullanacaksak -- "evcil" olması gerekiyor. Ardından evlendi ve eşinin ailesi onun evlendikten sonra değiştiğini söylemeye başladı.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Actually, she had not changed, she just got tired of pretending.
Doğrusu, o aslında değişmedi, sadece rol yapmaktan yoruldu.
The problem with gender, is that it prescribes how we should be rather than recognizing how we are.
Cinsiyetin problemi, kim olduğumuzu umursamadan nasıl olmamız gerektiğini buyurmasında.
Now imagine how much happier we would be, how much freer to be our true individual selves, if we didn't have the weight of gender expectations. Boys and girls are undeniably different biologically, but socialization exaggerates the differences and then it becomes a self-fulfilling process. Now, take cooking for example. Today women in general are more likely to do the housework than men, the cooking and cleaning. But why is that? Is it because women are born with a cooking gene?
Cinsiyet beklentileri olmasaydı, ne kadar mutlu ve gerçek kişiliğimize karşı ne kadar daha özgür olabileceğimizi düşünün. Oğlanların ve kızların reddedilemez şekilde farklı biyolojileri var, ancak sosyalleşme farklılıkları abartıyor ve bu daha sonra kendini doğrulayan bir kehanete dönüşüyor. Yemek yapmayı örnek alın mesela. Günümüzde kadınlar erkeklere kıyasla ev işi yapmada daha aktifler, yemek yapma ve temizlikte. Ancak sebebi ne? Kadınlar yemek yapma genleriyle doğduğu için mi?
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Or because over years they have been socialized to see cooking as their role? Actually, I was going to say that maybe women are born with a cooking gene, until I remember that the majority of the famous cooks in the world, whom we give the fancy title of "chefs," are men.
Yoksa senelerdir yemek pişirmeyi kendi rolleri olarak gördüklerinden mi? Açıkçası, ben de yemek yapma genleriyle doğduğumuzu söyleyebilirdim, ta ki dünyadaki en ünlü aşçıların büyük bir kısmının, hani şu "şef" dediklerimizin, erkek olduğunu hatırlayana kadar.
I used to look up to my grandmother who was a brilliant, brilliant woman, and wonder how she would have been if she had the same opportunities as men when she was growing up.
Küçükken büyükanneme bakardım, ki kendisi, çok, çok zeki bir kadındı, ve düşünürdüm; acaba büyürken erkeklerle aynı şanslara sahip olsaydı şu anda nerelerde olurdu diye.
Now today, there are many more opportunities for women than there were during my grandmother's time because of changes in policy, changes in law, all of which are very important. But what matters even more is our attitude, our mindset, what we believe and what we value about gender. What if in raising children we focus on ability instead of gender? What if in raising children we focus on interest instead of gender?
Bugün, kadınlar için, büyükannemin dönemine kıyasla, politikadaki, kanunlardaki değişiklikler sağolsun, çok daha fazla imkanlar var ve bunların hepsi çok önemli. Ancak daha önemli olan şey, davranışlarımız, mentalitemiz, neye inandığımız ve cinsiyet hakkında neye değer verdiğimiz. Ya çocuk yetiştirirken cinsiyet yerine yeteneklerine odaklanırsak? Ya çocuk yetiştirirken cinsiyet yerine ilgilerine odaklanırsak?
I know a family who have a son and a daughter, both of whom are brilliant at school, who are wonderful, lovely children. When the boy is hungry, the parents say to the girl, "Go and cook Indomie noodles for your brother."
Birer kızları ve oğulları olan, derslerinde çok iyi, şahane, nazik çocuklara sahip bir aile tanıyorum. Oğlan aç olduğunda, ebeveynler kızlarına diyor ki, "Git ve kardeşine Indomie eriştesi pişir."
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Now, the daughter doesn't particularly like to cook Indomie noodles, but she's a girl, and so she has to. Now, what if the parents, from the beginning, taught both the boy and the girl to cook Indomie? Cooking, by the way, is a very useful skill for boys to have. I've never thought it made sense to leave such a crucial thing, the ability to nourish oneself --
Kız tam olarak Indomie eriştesi pişirmeyi sevmiyor, ancak o bir kız, yani yapmak zorunda. Ya ebeveynleri en başından beri hem oğullarına hem de kızlarına Indomie pişirmeyi öğretselerdi? Ayrıca, yemek pişirebilmek bir erkek için oldukça kullanışlıdır. Bu kadar önemli bir şeyi bir başkasının eline bırakmak nasıl mantıklı olabilir? Yani kendini besleyebilme yetisini --
(Laughter)
[Gülüşmeler]
in the hands of others.
başkasına bırakmak.
(Applause)
[Alkışlar]
I know a woman who has the same degree and the same job as her husband. When they get back from work, she does most of the housework, which I think is true for many marriages. But what struck me about them was that whenever her husband changed the baby's diaper, she said "thank you" to him. Now, what if she saw this as perfectly normal and natural that he should, in fact, care for his child?
Eşiyle aynı işe ve diplomaya sahip bir kadın tanıyorum. İşten döndüklerinde, kadın ev işlerinin çoğunluğunu yapıyor, ki kanımca bu birçok evlilik için geçerli. Ancak beni asıl çarpan şey kocanın çocuğun bezini her değiştirişinde kadının ona teşekkürler diyor olmasıydı. Peki, ya onun bunu yapmasını tamamen normal bir şeymiş gibi görseydi, yani kendi çocuğuna bakıyor olmasını?
(Laughter)
[Gülüşmeler]
I'm trying to unlearn many of the lessons of gender that I internalized when I was growing up. But I sometimes still feel very vulnerable in the face of gender expectations. The first time I taught a writing class in graduate school, I was worried. I wasn't worried about the material I would teach because I was well-prepared, and I was going to teach what I enjoy teaching. Instead, I was worried about what to wear. I wanted to be taken seriously. I knew that because I was female I will automatically have to prove my worth. And I was worried that if I looked too feminine, I would not be taken seriously. I really wanted to wear my shiny lip gloss and my girly skirt, but I decided not to. Instead, I wore a very serious, very manly and very ugly suit.
Büyürken içselleştirmiş olduğum bir çok cinsiyet dersini hafızamdan silmeye çalışıyorum. Ancak bazen hala cinsiyet beklentileri anlamında çok hassas hissediyorum. İlk kez bir yazı sınıfında öğretmenlik yaparken bayağı endişeliydim. Öğreteceğim şey hakkında değildi çünkü iyi hazırlanmıştım ve zevk aldığım bir şeyi öğretecektim. Onun yerine giyeceğim hakkında endişeliydim. Ciddiye alınmak istiyordum. Bir kadın olduğumdan dolayı otomatik olarak değerimi ispatlamam gerektiğini biliyordum. Ve eğer çok feminen görünürsem ciddiye alınmayacağımdan endişeleniyordum. Gerçekten parlak rujumu ve o kızımsı eteği giymek istiyordum, ancak giymemeye karar verdim. Onun yerine, çok daha ciddi, çok daha erkeksi ve çok daha çirkin bir takım giydim.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Because the sad truth is that when it comes to appearance we start off with men as the standard, as the norm. If a man is getting ready for a business meeting, he doesn't worry about looking too masculine and therefore not being taken for granted. If a woman has to get ready for business meeting, she has to worry about looking too feminine and what it says and whether or not she will be taken seriously.
Çünkü üzücü gerçek şu ki, konu dış görünüşe gelince erkekleri standart alarak başlıyoruz. Eğer bir erkek iş görüşmesine hazırlanıyorsa, çok maskülen görünmesi veya ciddiye alınmaması konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Ancak bir kadın bir iş görüşmesine hazırlanıyorsa, çok feminen görünmesi veya bir şey söyleyip söylememesine karşın ciddiye alınıp alınmayacağı konusunda endişelenmesine gerek vardır.
I wish I had not worn that ugly suit that day. I've actually banished it from my closet, by the way. Had I then the confidence that I have now to be myself, my students would have benefited even more from my teaching, because I would have been more comfortable and more fully and more truly myself. I have chosen to no longer be apologetic for my femaleness and for my femininity.
Keşke o gün o çirkin takımı giymeseydim. Onu daha sonra dolabımdan attım bu arada. Eğer bugünkü cesaretimio gün gösterebilmiş olsaydım, öğrencilerim benim öğretmemden daha fazla fayda görecekti, çünkü daha rahat olacaktım ve daha fazla kendim gözükecektim. O günden beri dişiliğimden veya kadınsılığımdan utanmamayı ve pişman olmamayı seçtim.
(Applause)
[Alkışlar]
And I want to be respected in all of my femaleness because I deserve to be. Gender is not an easy conversation to have. For both men and women, to bring up gender is sometimes to encounter almost immediate resistance. I can imagine some people here are actually thinking, "Women too do sef." Some of the men here might be thinking, "OK, all of this is interesting, but I don't think like that." And that is part of the problem.
Ve tüm kadınlığımla saygı duyulmak istiyorum, çünkü bunu hak ediyorum. Cinsiyet konuşması kolay bir konu başlığı değil. Hem erkek ve kadın için, cinsiyet konusu direkt olarak sizi bir direnişle karşı karşıya getirtebiliyor. Bazı kişilerin gerçekten şöyle düşündüğünü hayal edebiliyorum şu anda "Kadınlar da patronluk taslıyor". Bazı erkekler de şöyle düşünüyor olabilir, "Tamam, bunların hepsi enteresan ancak ben böyle düşünmüyorum." Bu da problemin bir parçası.
That many men do not actively think about gender or notice gender is part of the problem of gender. That many men, say, like my friend Louis, that everything is fine now. And that many men do nothing to change it. If you are a man and you walk into a restaurant with a woman and the waiter greets only you, does it occur to you to ask the waiter, "Why haven't you greeted her?" Because gender can be --
Bir çok erkeğin cinsiyet hakkında aktif olarak düşünmemesi cinsiyet probleminin bir parçası. Çoğu erkek, arkadaşım Louis gibi, her şey iyi diyor. Ve bir sürü erkek bunu değiştirmek için bir şey yapmıyor. Eğer bir erkeksen ve bir restorantın içine bir kadınla girmene rağmen garson sadece seni selamlıyorsa, şunu ona soruyor musun: "Onu neden selamlamadın?" Çünkü cinsiyet --
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Actually, we may repose part of a longer version of this talk. So, because gender can be a very uncomfortable conversation to have, there are very easy ways to close it, to close the conversation. So some people will bring up evolutionary biology and apes, how, you know, female apes bow down to male apes and that sort of thing. But the point is we're not apes.
Aslında bu muhabbeti uzatabiliriz. Çünkü cinsiyet konuşmak için rahatsız edici bir konu başlığı, ve konuyu kapatabilmek için oldukça kolay yollar var Bazıları evrimsel biyolojiden ve primatlardan bahseder, hani, bilirsiniz, dişi primatlar erkeklere itaat eder tarzı meseleler. Ancak asıl konu şu: biz primat değiliz.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
(Applause)
[Alkışlar]
Apes also live on trees and have earthworms for breakfast, and we don't. Some people will say, "Well, poor men also have a hard time." And this is true. But that is not what this --
Primatlar ayrıca ağaçlarda yaşardı ve sabah kahvaltı niyetine solucan yerlerdi, ancak biz yemiyoruz. Bazıları, "Eh, fakir erkekler de bazen sorun yaşıyor" diyebilir. Bu da doğru. Ancak bu --
(Laughter)
[Gülüşmeler]
But this is not what this conversation is about. Gender and class are different forms of oppression. I actually learned quite a bit about systems of oppression and how they can be blind to one another by talking to black men.
Ancak konu bu konumuz değil. Cinsiyet ve sınıf farklı baskı formları. Aslında baskı formlarını ve birbirlerine ne kadar vurdumduymaz olabileceklerini bir siyahı erkek ile konuşarak öğrendim.
I was once talking to a black man about gender and he said to me, "Why do you have to say 'my experience as a woman'? Why can't it be 'your experience as a human being'?" Now, this was the same man who would often talk about his experience as a black man.
Bu siyahi adamla cinsiyet hakkında konuşuyorduk, ve bana dedi ki, "Neden 'kadın olarak tecrübem' diyorsun? Neden 'bir insan olarak tecrübem' demiyorsun?" Ancak bu adamın ta kendisi, yaşadıklarını sıkça siyahi bir adamın tecrübeleri olarak anlatan bir adam.
Gender matters. Men and women experience the world differently. Gender colors the way we experience the world. But we can change that.
Cinsiyet fark eder. Erkek ve kadın dünyayı farklı tecrübe ediyor. Cinsiyet dünyayı tecrübe edişimizi boyuyor. Ancak bunu değiştirebiliriz.
Some people will say, "Oh, but women have the real power, bottom power." And for non-Nigerians, bottom power is an expression which I suppose means something like a woman who uses her sexuality to get favors from men. But bottom power is not power at all. Bottom power means that a woman simply has a good root to tap into, from time to time -- somebody else's power. And then, of course, we have to wonder what happens when that somebody else is in a bad mood, or sick or impotent.
Bazıları diyecek ki, "Ah, kadınların gerçek gücü var, kalça gücü". Nijeryalı olmayanlar için, kalça gücü bir kadının bir erkekten iyilik isterken seksapelini kullanması anlamına gelen bir deyiştir. Ancak kalça gücü bir güç bile değil. Kalça gücü, bir kadının bir başkasının gücünden zaman zaman yararlanabilmesi anlamına geliyor. Elbette, bazen birisi kötü hissediyorsa, hastaysa veya iktidarsızsa ne oluyor diye düşünmeliyiz.
(Laughter)
[Gülüşmeler]
Some people will say that a woman being subordinate to a man is our culture. But culture is constantly changing. I have beautiful twin nieces who are fifteen and live in Lagos. If they had been born a hundred years ago they would have been taken away and killed. Because it was our culture, it was our culture to kill twins.
Bazıları kadının erkeğin emrine verilmesi kültürümüzde var diyor. Ancak kültürler sürekli değişir. Lagos'ta yaşayan ve on beş yaşında olan ikiz kız yeğenlerim var. Eğer yüz sene önce doğmuş olsalardı, çoktan zorla alınıp öldürülmüşlerdi. Çünkü o zamanki kültürümüzde ikizleri öldürmek vardı.
So what is the point of culture? I mean there's the decorative, the dancing ... but also, culture really is about preservation and continuity of a people. In my family, I am the child who is most interested in the story of who we are, in our traditions, in the knowledge about ancestral lands. My brothers are not as interested as I am. But I cannot participate, I cannot go to umunna meetings, I cannot have a say. Because I'm female. Culture does not make people, people make culture. So if it is in fact true --
O hale kültürümüzün anlamı ne? Hani tamam, dekoratif olanı var danslar olan... .. ancak kültürün özü insanların devamlılığı ve korunması hakkında. Ailemizde, Kim olduğumuz, kültürümüz ve nereden geldiğimiz konularıyla en çok ilgilenen çocuk benimdir. Abilerim benim kadar ilgili değiller. Ancak umunna toplantılarına katılamam veya gidemem, söz hakkım olamaz. Çünkü bir kadınım. Kültürler insanı oluşturmaz, insanlar kültürü oluşturur. Eğer kültürümüzde --
(Applause)
[Alkışlar]
So if it is in fact true that the full humanity of women is not our culture, then we must make it our culture.
Eğer kültürümüzde kadınların da insan olduğu bilgisi yoksa, o zaman bunu kültürümüze eklemeliyiz.
I think very often of my dear friend, Okoloma Maduewesi. May he and all the others who passed away in that Sosoliso crash continue to rest in peace. He will always be remembered by those of us who loved him. And he was right that day many years ago when he called me a feminist.
Sevgili arkadaşım Okoloma Maduewesi hakkında sıkça düşünüyorum. Sosoliso kazasında ölen o ve diğerleri huzurla yatmaya devam etsin. Onu sevenler tarafından hep hatırlanacaklar. Bana feminist dediği seneler öncesindeki o gün haklıydı.
I am a feminist. And when I looked up the word in the dictionary that day, this is what it said: "Feminist: a person who believes in the social, political and economic equality of the sexes." My great grandmother, from the stories I've heard, was a feminist. She ran away from the house of the man she did not want to marry and ended up marrying the man of her choice. She refused, she protested, she spoke up whenever she felt she was being deprived of access, of land, that sort of thing.
Ben bir feministim. Ve o gün sözlüğe baktığımda orada yazan şey şuydu: "Feminist, cinsiyetlerin sosyal, politik ve ekonomik eşitliğine inanan kişidir." Duyduğum hikayelerden söyleyebilirim ki benim büyük anneannem bir feministti. Evinden evlenmek istemediği bir adamla evlenmemek için kaçtı ve kendi istediği adamla evlendi. Herhangi bir haktan, maldan mahrum bırakıldığını hissettiğinde, itiraz etti, protesto etti ve hakkını aradı.
My great grandmother did not know that word "feminist," but it doesn't mean that she wasn't one. More of us should reclaim that word. My own definition of feminist is: "A feminist is a man or a woman who says --
Benim büyük anneannem feminist kelimesinin anlamını bilmiyordu, ancak bu onun bir feminist olmadığı anlamına gelmiyor. Bu kelimeye daha çoğumuz sahip çıkmalı. Benim Feminist tanımım şu: "Feminist, şunu söyleyen erkek ve kadındır--
(Laughter)
[Gülüşmeler]
(Applause)
[Alkışlar]
A feminist is a man or a woman who says, "Yes, there's a problem with gender as it is today, and we must fix it. We must do better." The best feminist I know is my brother Kene. He's also a kind, good-looking, lovely man, and he's very masculine.
Feminist, şunu söyleyen bir erkek veya kadındır; "Evet, günümüzde cinsiyetle alakalı bir problem var ve bunu düzeltmeliyiz. Daha iyi kılmalıyız." Bildiğim en iyi feminist kardeşim Kene. O ayrıca oldukça yakışıklı, dünya tatlısı bir adam ve oldukça maskülen.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
[Alkışlar]