[This talk contains mature content] My mother called this summer to stage an intervention. She'd come across a few snippets of my memoir, which wasn't even out yet, and she was concerned. It wasn't the sex.
[Bu konuşma içeriği yetişkinlere yöneliktir.] Annem bu yaz, bir ikna konuşması yapmak için beni aradı. Kitabımdan birkaç kısım bulmuş, üstelik o zaman daha çıkmamıştı ve endişelenmişti. Endişesi kitaptaki cinsellik değildi.
(Laughter)
(Kahkaha)
It was the language that disturbed her.
Onu rahatsız eden şey kitabın üslubuydu.
For example: "I have been so many things along my curious journey: a poor boy, a nigger, a Yale man, a Harvard man, a faggot, a Christian, a crack baby, alleged, the spawn of Satan, the Second Coming, Casey." That's just page six.
Mesela, "İlginç yolculuğum boyunca, bana pek çok isim takıldı: zavallı çocuk, zenci, Yale'lı adam, Harvard'lı adam, ibne, Hristiyan, madde bağımlısı annenin çocuğu, suçlu, Şeytanın oğlu, İkinci Geliş, Casey." Henüz altıncı sayfadayız.
(Laughter)
(Kahkaha)
So you may understand my mother's worry. But she wanted only to make one small change. So she called, and she began, "Hey, you are a man. You're not a faggot, you're not a punk, and let me tell you the difference. You are prominent. You are intelligent. You dress well. You know how to speak. People like you. You don't walk around doing your hand like a punk. You're not a vagabond on the street. You are an upstanding person who just happens to be gay. Don't put yourself over there when you are over here."
Yani, annemin endişesini anlayabilirsiniz. O sadece küçük bir değişiklik yapmak istedi. Beni aradı ve dedi ki, "Hey, sen bir erkeksin. Sen ibne değilsin, serseri de değilsin, sana aradaki farkı söyleyeyim. Sen seçkin birisin. Akıllısın. İyi giyiniyorsun. Konuşmayı biliyorsun. İnsanlar seni seviyor. Ellerini bir serseri gibi oynatarak etrafta dolaşmıyorsun. Sen, sokaktaki bir berduş değilsin. Sen sadece eşcinsel olan asil bir insansın. Aslında buradayken kendini oraya koyma."
She thought she'd done me a favor, and in a way, she had. Her call clarified what I am trying to do with my life and in my work as a writer, which is to send one simple message: the way we're taught to live has got to change. I learned this the hard way.
Bana bir iyilik yaptığını düşündü, bir bakıma yaptı da. Onun araması, hayatımda ve bir yazar olarak kitabımda neler yapmaya çalıştığımı netleştirdi. Çalışmamın amacı tek bir mesaj göndermek: Yaşamak için bize öğretilen yolun değişmesi gerekiyor. Ben bunu zor şekilde öğrendim.
I was born not on the wrong side of the tracks, but on the wrong side of a whole river, the Trinity, down in Oak Cliff, Texas. I was raised there in part by my grandmother who worked as a domestic, and by my sister, who adopted me a few years after our mother, who struggled with mental illness, disappeared. And it was that disappearance, that began when I was 13 and lasted for five years, that shaped the person I became, the person I later had to unbecome. Before she left, my mother had been my human hiding place. She was the only other person who seemed as strange as me, beautifully strange, some mix of Blanche DuBois from "A Streetcar Named Desire" and a 1980s Whitney Houston.
Yalnızca yolun yanlış tarafında değil, tüm nehrin yanlış tarafında doğdum. Teksas, Oak Cliff'in aşağısındaki Trinity Nehri. Orada beni, hizmetçi olan büyükannem ve ruhsal hastalığıyla mücadele eden annemin kayboluşundan sonra bana bakan ablam büyüttü. Kişiliğimi şekillendiren, sonrasında da beni eski halime dönmek zorunda bırakan olay, annemin, ben on üç yaşındayken olan ve beş yıl süren bu kayboluşuydu. O gitmeden önce, benim insanlardan saklanma yerim annemdi. O, benim kadar tuhaf olan tek insandı. Tuhaf derken, demek istediğim, hoş bir tuhaflık. İhtiras Tramvayı'ndaki Blanche DuBois ile ile 1980'lerin Whitney Houston'ı karışımı gibi.
(Laughter)
(Kahkaha)
I'm not saying she was perfect, just that I sure benefited from her imperfections. And maybe that's what magic is, after all: a useful mistake. So when she began to disappear for days at a time, I turned to some magic of my own. It struck me, as from above, that I could conjure up my mother just by walking perfectly from my elementary school at the top of a steep hill all the way down to my grandmother's house, placing one foot, and one foot only, in each sidewalk square. I couldn't let any part of any foot touch the line between the square, I couldn't skip a square, all the way to the last square at the last blade of grass that separated our lawn from our driveway. And I bullshit you not, it worked -- just once though.
Tabii kusursuz değildi, kusurlarının bana faydası vardı sadece. Sihir dediğimiz şey budur belki de: Faydalı bir hata. Yani, günlerce ortadan kaybolmaya başladığında ben de kendi sihrime döndüm. Kafama dank etti, yalnızca dik bir tepenin üzerindeki ilkokulumdan büyükannemlerin evine kusursuz bir şekilde, her bir kareye bir ayağım denk gelecek şekilde yürüyerek annemi hayalimde canlandırabilirim. Çimenliğimizi araba yolundan ayıran son çimdeki son kareye kadar, kareler arasındaki hiçbir çizgiye değemez, hiçbir kareyi atlayamazdım. Ve saçmalamıyorum, işe yaradı. Ama yalnızca bir kez.
But if my perfect walk could not bring my mother back, I found that this approach had other uses. I found that everyone else in charge around me loved nothing more than perfection, obedience, submission. Or at least if I submitted, they wouldn't bother me too much. So I took a bargain that I'd later see in a prison, a Stasi prison in Berlin, on a sign that read, "He who adapts can live tolerably." It was a bargain that helped ensure I had a place to stay and food to eat; a bargain that won me praise of teachers and kin, strangers; a bargain that paid off big time, it seemed, when one day at 17, a man from Yale showed up at my high school to recruit me for Yale's football team. It felt as out of the blue to me then as it may to you now. The Yale man said -- everybody said -- that this was the best thing that could ever happen to me, the best thing that could happen to the whole community. "Take this ticket, boy," they told me. I was not so sure. Yale seemed another world entire: a cold, foreign, hostile place. On the first day of my recruiting visit, I texted my sister an excuse for not going. "These people are so weird." She replied, "You'll fit right in."
Bu kusursuz yürüyüşüm annemi geri getirmese de bu yaklaşımın başka yararları olduğunu gördüm. Etrafımdaki kimsenin mükemmellik, itaat ve boyun eğmekten daha fazla sevdiği bir şey olmadığını anladım. En azından boyun eğseydim, beni pek rahatsız etmezlerdi. Daha sonra bir hapishanede, Berlin'deki bir Stasi hapishanesinde, bir teklife denk geldim. Tabelada, "Uyum sağlayanlar hoşgörüyle yaşayabilir" yazıyordu. Barınabileceğim ve yemek yiyebileceğim bir yer sağlayan bir teklifti, öğretmenlerin, akrabalarımın, yabancıların bana saygı duymasını sağlayan, zamanla büyük fayda sağlayan bir teklif. 17 yaşındayken, Yale'dan bir adam okuluma geldi ve beni Yale futbol takımına almak istedi. O zamanlar bu benim için beklenmedikti, tıpkı şu an sizin için olduğu gibi. Yale'li adam, aslında herkes, bunun benim başıma, hatta bütün topluluğun başına gelebilecek en güzel şey olduğunu söyledi. "Bu fırsatı kaçırma oğlum," dediler. Ben pek emin değildim. Yale tamamen başka bir dünyaymış gibi geliyordu, soğuk, yabancı, düşmanca bir yer. İlk ziyaret günümde, gitmemek için kardeşime bir bahane uydurdum. "Buradaki insanlar çok garip." "O zaman hemen uyum sağlarsın" diye cevap verdi.
(Laughter)
(Kahkaha)
I took the ticket and worked damn hard to fit right in. When my freshman advisor warned me not to wear my fitted hats on campus ... "You're at Yale now. You don't have to do that anymore," she said. I figured, this was just one of the small prices that must be paid to make it. I paid them all, or tried, and sure enough they seemed to pay me back: made me a leader on the varsity football team; got me into a not-so-secret society and a job on Wall Street, and later in Washington. Things were going so well that I figured naturally I should be President of the United States.
Fırsatı yakaladım ve uyum sağlamak için delicesine çalıştım. Birinci sınıf danışmanım kampüste şapka takmamam konusunda beni uyarırken dedi ki: "Artık Yale'desin. Bunu yapmana gerek yok." Bunun, başarabilmek için ödenmesi gereken küçük bedellerin yalnızca bir tanesi olduğunu anladım. Tüm bedelleri ödedim ya da ödemeye çalıştım ve karşılığını aldım gibi görünüyor. Üniversitenin futbol takım kaptanlığı, çok da gizli olmayan bir topluluğa giriş, Wall Street'te, daha sonra da Washington'da bir iş. İşler o kadar iyi gitti ki, doğal olarak bunun sonunda ABD balkanı olmalıyım diye düşündüm.
(Laughter)
(Kahkaha)
But since I was only 24 and since even presidents have to start somewhere, I settled instead on a run for Congress. Now, this was in the afterglow of that great 2008 election: the election during which a serious, moderate senator stressed, "The message you've got to send more than any other message is that Barack Obama is just like us." They sent that message so well that their campaign became the gold standard of modern politics, if not modern life, which also seems to demand that we each do whatever it takes to be able to say at the end of our days with peace and satisfaction, "I was just like everybody else." And this would be my message, too.
Ama daha 24 yaşında olduğumdan ve başkanların bile bir yerden başlaması gerektiğinden, kongre için aday olmaya karar verdim. Bu, o büyük 2008 seçimlerinin hala etkisinde olduğumuz o dönemde oldu. Ciddi, ılımlı bir senatör şunu vurgulamıştı: "Vermem gereken en önemli mesaj, Barack Obama'nın da bizden biri olduğudur." Bu mesajı o kadar iyi verdiler ki kampanyaları modern siyasetin altın kuralı haline geldi. En sonunda, huzur ve tatminle, "Ben de herkes gibiydim" demek için elimizden geleni yapmamızı isteyen bu modern hayat düzeni olmasaydı benim mesajım da bu olacaktı.
So one night, I made one final call to my prospective campaign manager. We'd do the things it'd take to win, but first he had one question: "Is there anything I need to know?" I held the phone and finally said, "Well, you should probably know I'm gay."
Bir gece, aday kampanya yöneticimi son kez aradım. Kazanmak için ne yapmamız gerekiyorsa yapacaktık ama önce, son bir sorusu vardı: "Bilmem gereken bir şey var mı?" Durakladım ve sonunda dedim ki, "Eşcinsel olduğumu bilmelisin."
Silence.
Sessizlik.
"Hmm. I see," he nearly whispered, as if he'd found a shiny penny or a dead baby bird.
Neredeyse fısıldayarak "Anlıyorum" dedi. Parlak bir kuruş ya da ölü bir yavru kuş bulmuş gibiydi.
(Laughter)
(Kahkaha)
"I'm glad you told me," he continued. "You definitely didn't make my job any easier. I mean, you are in Texas. But it's not impossible, not impossible. But Casey, let me ask you something: How are you going to feel when somebody, say, at a rally, calls you a faggot? And let's be real, OK? You do understand that somebody might want to physically harm you. I just want to know: Are you really ready for this?"
"Bana söylediğine sevindim," dedi. "İşimi kesinlikle kolaylaştırmadın. Demek istediğim, sen Teksas'tasın. Ama imkansız değil, imkansız değil. Ama Casey, sana bir şey soracağım: Biri miting esnasında sana ibne dediğinde ne hissedeceksin? Gerçekçi ol, tamam mı? Birinin fiziksel olarak sana zarar vermek isteyebileceğini biliyorsun. Sadece bilmek istiyorum. Buna gerçekten hazır mısın?"
I wasn't. And I could not understand -- could hardly breathe or think, or say a word. But to be clear: the boy that I was at that time would have leapt at the chance to be harmed, to sacrifice everything, even life, for a cause. There was something shocking, though -- not that there should have been, but there was -- in the notion that he might be harmed for nothing more than being himself, which he had not even tried to do in the first place. All that he -- all that I -- had tried to do and be was what I thought was asked of me. I was prominent for a 24-year-old: intelligent, I spoke well, dressed decent; I was an upstanding citizen. But the bargain I had accepted could not save me after all, nor can it save you. You may have already learned this lesson, or you will, regardless of your sexuality. The queer receives a concentrated dose, no doubt, but repression is a bitter pill that's offered to us all. We're taught to hide so many parts of who we are and what we've been through: our love, our pain, for some, our faith. So while coming out to the world can be hard, coming in to all the raw, strange magic of ourselves can be much harder. As Miles Davis said, "It takes a long time to sound like yourself." That surely was the case for me.
Değildim. Ve anlayamıyordum. Zar zor nefes alıyor, zar zor düşünüyor ve konuşuyordum. Ama dürüst olmam gerekirse, o zamanlar olduğum çocuk, bir amaç uğruna zarar görmeyi göze alır, her şeyi ve hatta hayatını bile feda ederdi. Ama, yalnızca kendisi olduğu için bile zarar görebileceği gibi şok edici bir gerçek vardı. Olmamalıydı, ama vardı. Ki başlarda kendi gibi olmayı denemeyi hiç düşünmemişti bile. Onun denediği, benim denediğim, benden beklenildiğini düşündüğüm şeyi yapmak ve öyle olmaktı. 24 yaşındaki birine göre seçkin biriydim: zekiydim, iyi konuşuyordum, iyi giyiniyordum. Asil bir vatandaştım. Ama başta kabul ettiğim teklif beni kurtaramadı. Sizi de kurtaramaz. Belki de bunu cinsel yöneliminiz fark etmeksizin çoktan öğrenmişsinizdir ya da öğreneceksinizdir. Şüphesiz ki bir eşcinsel, baskıdan çok yoğun bir doz alır. Ancak aslında baskı, hepimize sunulan acı bir haptır. Kim olduğumuzun ve yaşadıklarımızın çok büyük bir kısmını saklamayı öğrendik. Aşkımızı, acımızı, bazılarımız için inançlarımızı. Bu yüzden dünyaya gelmek bile zorken, kendimize ait bütün o saf, tuhaf sihri kucaklamak çok daha zor olabilir. Miles Davis'in de dediği gibi, "Sesinin kendisi gibi duyulması uzun zaman alır." Bu, kesinlikle benim için geçerliydi.
I had my private revelation that night at 24, but mostly went on with my life. I went on to Harvard Business School, started a successful nonprofit, wound up on the cover of a magazine, on the stage at TED.
Hakkımdaki gerçeği, 24 yaşındayken, o gece ortaya döktüm ama hayatım boyunca devam etti. Harvard İşletme Okulu'na gittim, kâr amacı gütmeyen başarılı bir girişim başlattım, bir magazin dergisinin kapağında yer aldım, TED sahnesine çıktım.
(Laughter)
(Kahkahalar)
I had achieved, by my late 20s, about everything a kid is supposed to achieve. But I was real cracked up: not exactly having a nervous breakdown, but not too far off, and awful sad either way. I had never thought of being a writer, didn't even read, in earnest, until I was nearly 23. But the book business is about the only industry that will pay you to investigate your own problems, so --
20'li yaşlarımın sonlarında, bir çocuğun başarması gereken her şeyi başardım. Ama gerçekten paramparça olmuştum. Tam olarak sinirsel çöküş yaşamıyordum ama buna çok da uzak değildim. Her iki şekilde de çok üzücü bir durumdu. Bir yazar olmayı hiç düşünmemiştim, 23 yaşıma gelene kadar istekle kitap okumamıştım bile. Ama kitap sektörü, kendi sorunlarınızı araştırmanız için size ödeme yapan tek sektördür.
(Laughter)
(Kahkaha)
So I decided to give it a try, to trace those cracks with words.
Bu yüzden, çatlaklarımı kelimelerle doldurmaya karar verdim.
Now, what came out on the page was about as strange as I felt at that time, which alarmed some people at first. A respected writer called to stage his own intervention after reading a few early chapters, and he began, much like my mother, "Hey, listen. You've been hired to write an autobiography. It's a straightforward exercise. It's got a beginning, middle and end, and is grounded in the facts of your life. And by the way, there's a great tradition of autobiography in this country, led by people on the margins of society who write to assert their existence. Go buy some of those books and learn from them. You're going in the wrong direction."
Sayfada ortaya çıkan şey, o sırada hissettiğim kadar tuhaftı, bu da ilk başta bazı insanları harekete geçirdi. Saygın bir yazar, birkaç bölüm okuduktan sonra araya girdi ve annem gibi konuştu. "Hey, dinle. Bir otobiyografi için işe alındın. Bu, net bir şey. Başı, ortası ve sonu var ve yaşadığın şeylerden oluşuyor. Ve bu arada bu ülkede, varoluşlarını savunmak için yazan toplumdan dışlanmış insanlar tarafından yönetilen büyük bir otobiyografi geleneği var. Git bu kitaplardan birini al da öğren. Yanlış yoldan gidiyorsun."
But I no longer believed what we are taught -- that the right direction is the safe direction. I no longer believed what we are taught -- that queer lives or black lives or poor lives are marginal lives. I believed what Kendrick Lamar says on "Section.80.": "I'm not on the outside looking in. I'm not on the inside looking out. I'm in the dead fucking center looking around."
Ama artık bize öğretildiği gibi, doğru yolun güvenli yol olduğuna inanmıyordum. Artık bize öğretildiği gibi eşcinsellerin, siyahilerin, fakirlerin hayatlarının sıra dışı hayatlar olduğuna inanmıyordum. Artık, Kendrick Lamar'ın ''Section.80.''de söylediğine inanıyordum: "Dışarıdan içeriye bakmıyorum. İçeriden dışarıya da bakmıyorum. Lanet orta noktadayım ve etrafıma bakıyorum."
(Laughter)
(Kahkaha)
That was the place from which I hoped to work, headed in the only direction worth going, the direction of myself, trying to help us all refuse the awful bargains we've been taught to take. We're taught to turn ourselves and our work into little nuggets that are easily digestible; taught to mutilate ourselves so that we make sense to others, to be a stranger to ourselves so the right people might befriend us and the right schools might accept us, and the right jobs might hire us, and the right parties might invite us, and, someday, the right God might invite us to the right heaven and close his pearly gates behind us, so we can bow down to Him forever and ever. These are the rewards, they say, for our obedience: to be a well-liked holy nugget, to be dead.
Burası, üzerinde çalışmayı umduğum yerdi. İlerlemeye değer tek yön, kendi yönümdü. Kabul etmemizin öğretildiği o tüm berbat teklifleri reddetmemize yardımcı olacak olan yerdi. Kendimizi ve yaptığımız işi, kolayca sindirilebilen küçük parçalar haline getirmemiz öğretildi. Başkalarına anlamlı gelelim diye kendimize yabancı olmamız öğretildi. Belki doğru insanlar arkadaşımız olur, doğru okullar bizi kabul eder, doğru patronlar bizi işe alır, doğru partilere davet ediliriz diye ve bir gün doğru Tanrı, bizi doğru cennetine kabul eder ve o ışıltılı kapılarını ardımızdan kapatır, böylece onun önünde ilelebet diz çökebilelim diye. Derler ki, boyun eğmemizin ödülleri bunlar olur. Çok sevilen yüce, sindirilebilir bir parça olmak ya da ölü olmak.
And I say in return, "No, thank you." To the world and to my mother. Well, to tell you the truth, all I said was, "OK, Mom, I'll talk to you later."
Ben de dünyaya ve anneme "Hayır, teşekkürler" diye karşılık veriyorum. Aslında sadece, "Tamam anne, sonra konuşuruz" dedim.
(Laughter)
(Kahkaha)
But in my mind, I said, "No, thank you." I cannot accept her bargain either. Nor should you. It would be easy for many of us in rooms like this to see ourselves as safe, to keep ourselves over here. We speak well, we dress decent, we're intelligent, people like us, or act like they do.
Ama içimden "Hayır teşekkürler" dedim. Annemin teklifini de kabul edemedim. Siz de etmemelisiniz. Böyle odalarda kendimizi güvende hissetmek, kendimizi burada güvende tutmak çoğumuz için kolay olurdu. Güzel konuşuyoruz, güzel giyiniyoruz, zekiyiz, insanlar bizi seviyorlar, en azından seviyormuş gibi davranıyorlar.
But instead, I say that we should remember Lot's wife. Jesus of Nazareth said it first to his disciples: "Remember Lot's wife." Lot, in case you haven't read the Bible recently, was a man who set his family down in Sodom, in the midst of a wicked society that God decided he had to destroy. But God, being cruel, yet still a sap in part, rushed two angels out to Sodom to warn Lot to gather up his folks and get out of Dodge. Lot heard the angel's warning, but delayed. They didn't have all day to wait, so they grabbed Lot's hands and his two daughters' hands, and his wife's hands, and hurried them out of Sodom. And the angels shout, "Escape to the mountain. Whatever you do, don't look back," just as God starts raining down fire on Sodom and Gomorrah. I can't figure out how Gomorrah got dragged into this. But Lot and his folks are running, fleeing all that destruction, kicking up dust while the Lord rains down death, and then, for some reason, Lot's wife looks back. God turns her into a pillar of salt. "Remember Lot's wife," Jesus says.
Ama bunun yerine, Lut'un karısını hatırlayalım derim. Nazaretli İsa, bunu ilk kez müritlerine söyledi: "Lut'un karısını hatırlayın." Eğer yakın zamanda İncil'i okumadıysanız söyleyeyim, Lut, ailesini Sodom'a, Tanrı'nın yok etmesi gerektiğine karar verdiği kötü bir toplumun ortasında bırakan bir adamdı. Zalim olmasına rağmen bazen yumuşayan Tanrı, iki meleği, halkını toplayıp Dodge’dan çıkmaları için Lut'u uyarsın diye Sodom’a gönderdi. Lut, meleklerin uyarısını duydu ama geç. Melekler tüm gün bekleyemezdi, Lut'un, iki kızının ve karısının ellerini tuttular ve onları Sodom'ın dışına doğru aceleyle götürdüler. Ve melekler bağırdı, "Dağlara kaçın, ne yaparsanız yapın ama asla arkanıza bakmayın." Tam bu sırada, Tanrı Sodom ve Gomora üstüne ateşler yağdırmaya başladı. Gomora'nın, bu duruma nasıl geldiğini anlayamıyorum. Ama, Lut ve halkı koşuyor, tüm bu yıkımdan kaçıyor, Tanrı ölüm yağdırırken onlar tozu dumana katıyor ve sonra her nedense Lut'un karısı arkasına bakıyor. Tanrı, onu tuzdan bir sütun hâline getiriyor. İsa der ki, "Lut'un karısını hatırlayın."
But I've got a question: Why does she look back? Does she look back because she didn't want to miss the mayhem, wanted one last glimpse of a city on fire? Does she look back because she wanted to be sure that her people were far enough from danger to breathe a little easy? I'm so nosy and selfish sometimes, those likely would have been my reasons if I'd been in her shoes. But what if something else was going on with this woman, Lot's wife? What if she could not bear the thought of leaving those people all alone to burn alive, even for righteousness's sake? Isn't that possible? If it is, then this backward glance of a disobedient woman may not be a cautionary tale after all. It may be the bravest act in all the Bible, even braver than the act that holds the whole Book together, the crucifixion. We are told that up on Calvary, on an old rugged cross, Jesus gave his life to save everybody: billions and billions of strangers for all time to come. It's a nice thing to do. It made him famous, that's for sure.
Ama, bir şey soracağım: Neden arkasına baktı? Kargaşayı kaçırmamak ve ateşler içindeki şehre son bir kez bakmak istediği için mi? Yanındakilerin biraz daha rahat nefes alabilmesi için tehlikeden yeterince uzakta olduklarından emin olmak için mi? Bazen, çok meraklı ve bencil olabiliyorum, eğer onun yerinde olsaydım, bunlar benim arkama bakma sebeplerim olurdu. Ama ya Lut'un karısına başka bir şey olduysa? Bu insanları, yalnız başlarına canlı canlı yanarken geride bıraktıkları düşüncesine katlanamadıysa? Doğruluğuna rağmen? Bu mümkün değil mi? Eğer mümkünse, itaatsiz bir kadının arkasına bakışı bize ders veren bir hikâye olmayabilir. Belki bu, İncil'deki en cesur davranış olabilir, hatta belki de tüm İncil'i ayakta tutan olay olan İsa'nın çarmıha gerilmesinden daha cesurca bir hareket. Calvary'de, eski ve engebeli bir haç üzerinde İsa'nın herkesi kurtarmak için yaşamını yitirdiği söylendi, yaşayacak olan milyarca ve milyarlarca insan için. Hoş bir hareket. Bu hareket onu ünlü yaptı. Orası kesin.
(Laughter)
(Kahkaha)
But Lot's wife was killed, turned into a pillar of salt, all because she could not turn her back on her friends, the wicked men of Sodom, and nobody even wrote the woman's name down.
Ama Lut'un karısı öldürüldü, tuzdan bir sütuna dönüştürüldü, arkadaşlarına arkasını dönemediği için, Sodom'ın hain adamlarına. Ve kadının ismini kimse yazmadı bile.
Oh, to have the courage of Lot's wife. That's the kind of courage we need today. The courage to put ourselves over there. The courage that says that either all of us have to be faggots, or none of us can be faggots, for any of us to be free. The courage to stand with other vagabonds in the street, with all the wretched of the earth, to form an army of the least of these, with the faith that from the naked crust of all we are, we can build a better world.
Lut'un karısının cesaretine sahip olmak, bugün ihtiyacımız olan şey işte böyle bir cesaret. Kendimizi oraya koyma cesareti. Herhangi birimizin özgür olabilmesi için ya hepimizin ibne olması ya da hiçbirimizin özgür olmaması gerektiğini söyleyen bir cesaret. Sokaktaki diğer serserilerle, dünyanın tüm zavallılarıyla beraber durmak için, bunların en azıyla ordu kurmak için bir cesaret. Hepimizin çıplak kabuğundaki o inançla daha iyi bir dünya yaratabiliriz.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)