My story actually began when I was four years old and my family moved to a new neighborhood in our hometown of Savannah, Georgia. And this was the 1960s when actually all the streets in this neighborhood were named after Confederate war generals. We lived on Robert E. Lee Boulevard. And when I was five, my parents gave me an orange Schwinn Sting-Ray bicycle. It had a swooping banana seat and those ape hanger handlebars that made the rider look like an orangutan. That's why they were called ape hangers. They were actually modeled on hotrod motorcycles of the 1960s, which I'm sure my mom didn't know. And one day I was exploring this cul-de-sac hidden away a few streets away. And I came back, and I wanted to turn around and get back to that street more quickly, so I decided to turn around in this big street that intersected our neighborhood, and wham! I was hit by a passing sedan. My mangled body flew in one direction, my mangled bike flew in the other. And I lay on the pavement stretching over that yellow line, and one of my neighbors came running over. "Andy, Andy, how are you doing?" she said, using the name of my older brother. (Laughter) "I'm Bruce," I said, and promptly passed out.
Benim hikayem aslında ben daha dört yaşındayken ailem doğduğum yer olan Georgia eyaletinin Savanah şehrinde yeni bir semte taşındığında başladı. Yıllardan 1960, mahalledeki bütün sokakların ismini savaş generallerinden aldığı zamanlar. Biz Robert E. Lee bulvarında oturduk. Ve ben beş yaşındayken, ailem bana portakal rengi "Schwinn Stingray" marka bir bisiklet aldı. Bisikletimin kendine has muza benzeyen selesi ve sürücüsünü orangutan gibi gösteren maymun-askısı(Ape hanger) tipi gidonu vardı. Zaten maymun-askısı denmesinin sebebide buydu. Bu bisikletler için 1960'lı yılların modifiye edilmiş(hotrod) motorsikletleri model alınmıştı, tabi bundan annemin haberi olmadığından eminim. Bir gün birkaç sokak ötede saklı, çıkmaz sokağı keşfediyordum. Geri geldim, ve tekar dönüp o çıkmaz sokağa daha hızlı girmek istedim, o yüzden mahallemizi ikiye bölen o büyük caddeden gitmek istedim, ve güm! Yoldan geçen bir araba bana çarpmıştı. Ezilmiş vücudum bir yana, parçalanmış bisikletim başka bir yana savruldu. Ben sarı çizgi boyunca uzanan asfaltta uzandım, ve komşulardan bir tanesi koşarak geldi. Abimin ismiyle bana : "Andy, Andy, nasılsın?" diye sordu. (Kahkahalar) "Benim adım Bruce!" dedim ve hemen arkasından bayıldım.
I broke my left femur that day -- it's the largest bone in your body -- and spent the next two months in a body cast that went from my chin to the tip of my toe to my right knee, and a steel bar went from my right knee to my left ankle. And for the next 38 years, that accident was the only medically interesting thing that ever happened to me. In fact, I made a living by walking. I traveled around the world, entered different cultures, wrote a series of books about my travels, including "Walking the Bible." I hosted a television show by that name on PBS. I was, for all the world, the "walking guy." Until, in May 2008, a routine visit to my doctor and a routine blood test produced evidence in the form of an alkaline phosphatase number that something might be wrong with my bones. And my doctor, on a whim, sent me to get a full-body bone scan, which showed that there was some growth in my left leg. That sent me to an X-ray, then to an MRI. And one afternoon, I got a call from my doctor. "The tumor in your leg is not consistent with a benign tumor." I stopped walking, and it took my mind a second to convert that double negative into a much more horrifying negative. I have cancer. And to think that the tumor was in the same bone, in the same place in my body as the accident 38 years earlier -- it seemed like too much of a coincidence.
O gün sol uyluk kemiğimi kırmıştım -- Vücuttaki en büyük kemiktir -- ve sonraki iki ayı çenemden ayak parmaklarıma ve sağ dizime kadar uzanan, sağ dizimden sol topuğuma giden çelik bir çubuktan oluşan alçılar içinde geçirdim. Ve sonraki 38 yıl, bu kaza başıma gelen tek ilginç tıbbi deneyimdi. Aslında, hayatımı yürüyerek kazandım. Dünya'yı dolaştım, farklı kültürlere girdim, gezilerim hakkında bir seri kitap yazdım, "Walking the Bible" dahil olmak üzere. PBS'te aynı isimde bir televizyon programını sundum. Ben, tüm Dünya için, yürüyen adamdım. Mayıs 2008'e kadar, rutin bir doktor ziyareti, rutin bir kan testi alkalin fosfataz sayısı kemiklerimle ilgili bir sorun olabileceğini belirten bulgular ortaya koydu. Ve doktorum beni hemen tüm vücudu kapsayan bir kemik taramasına gönderdi. Sol bacağımda biraz büyüme saptandı. Sonra X-Ray'e ordan da MRI gittim. Ve bir öğleden sonra doktorum beni aradı. "Sol bacağındaki tümör iyi huylu bir tümöre benzemiyor" Yürümeyi bıraktım. Ve bir saniye içinde aklım çifte negatifi çok daha korkutucu bir negatife çevirdi. Kanserim. Ve tümörün aynı kemikte olduğunu düşünmek, vücudumdaki aynı yerde, 38 yıl önceki kazada olduğu gibi. Bu rastlantıdan öte bir şey gibi göründü bana.
So that afternoon, I went back to my house, and my three year-old identical twin daughters, Eden and Tybee Feiler, came running to meet me. They'd just turned three, and they were into all things pink and purple. In fact, we called them Pinkalicious and Purplicious -- although I must say, our favorite nickname occurred on their birthday, April 15th. When they were born at 6:14 and 6:46 on April 15, 2005, our otherwise grim, humorless doctor looked at his watch, and was like, "Hmm, April 15th -- tax day. Early filer and late filer." (Laughter) The next day I came to see him. I was like, "Doctor, that was a really good joke." And he was like, "You're the writer, kid." Anyway -- so they had just turned three, and they came and they were doing this dance they had just made up where they were twirling faster and faster until they tumbled to the ground, laughing with all the glee in the world. I crumbled. I kept imagining all the walks I might not take with them, the art projects I might not mess up, the boyfriends I might not scowl at, the aisles I might not walk down. Would they wonder who I was, I thought. Would they yearn for my approval, my love, my voice?
O öğleden sonra eve döndüm, ve üç yaşındaki tek yumurta ikizi kızlarım Eden ve Tybee Feiler koşarak beni karşılamaya geldi. Henüz yeni üç yaşına girmişlerdi, pembe ve mor renkteki herşeye bayılıyorlardı. Aslında onlara Pembeli (Pinkalicious) ve Morlu (Purplicious) derdik -- ama şunu söylemeliyimki, favori takma adımız doğum günlerinde aklımıza geldi, Nisan 15. Nisan 15, 2005, saat 6:14 ve 6:46 da doğduklarında, başka zaman sert ve ciddi olan doktorumuz saatine baktı ve şöyle dedi, "Hmm, Nisan 15 -- Vergi günü (Tax Day). Erken vergi beyan eden (early filer) ve geç vergi beyan eden (late filer)." (Kahkahalar) Bir sonraki gün doktoru görmeye gittim. "Doktor, bu gerçekten iyi bir şakaydı" dedim. Doktor: "Yazar olan sensin çocuk" dedi. Henüz üç yaşlarına basmışlardı; bana doğru geldiler ve yeni uydurdukları dansı yapmaya başladılar. Dünya'daki tüm mutlulukla yere düşene kadar hızla etraflarında döndüler. Yıkılmıştım. Onlarla yapamayacağım yürüyüşleri hayal ettim, mahvedemeyeceğim sanat projelerini, somurtamayacağım erkek arkadaşlarını, kürsüye yürürken eşlik edemeyeceğim evlilik törenlerini. Kim olduğumu merak ederlermi diye düşündüm. Benim takdir etmemi isterlermiydi, benim sevgimi, benim sesimi?
A few days later, I woke with an idea of how I might give them that voice. I would reach out to six men from all parts of my life and ask them to be present in the passages of my daughters' lives. "I believe my girls will have plenty of opportunities in their lives," I wrote these men. "They'll have loving families and welcoming homes, but they may not have me. They may not have their dad. Will you help be their dad?" And I said to myself I would call this group of men "the Council of Dads."
Birkaç gün sonra, onlara bu sesi nasıl verebileceğimle ilgili bir fikirle uyandım. Hayatımın her parçasından altı erkeğe ulaşıp, onlardan kızlarım büyürken onların yanlarında olmalarını isteyecektim. "Inanıyorumki kızlarım hayatlarında bir çok fırsata sahip olacaklar" diye yazdım onlara. "Onları seven bir aileleri ve sıcak bir yuvaları olacak, ama ben onlarla olamayabilirim. Babaları yanlarında olamayabilir. Onlara babaları olarak yardımcı olabilir misiniz?" Kendi kendime düşünüp bu bir grup erkeğe babalar meclisi adını verdim.
Now as soon as I had this idea, I decided I wouldn't tell my wife. Okay. She's a very upbeat, naturally excited person. There's this idea in this culture -- I don't have to tell you -- that you sort of "happy" your way through a problem. We should focus on the positive. My wife, as I said, she grew up outside of Boston. She's got a big smile. She's got a big personality. She's got big hair -- although, she told me recently, I can't say she has big hair, because if I say she has big hair, people will think she's from Texas. And it's apparently okay to marry a boy from Georgia, but not to have hair from Texas. And actually, in her defense, if she were here right now, she would point out that, when we got married in Georgia, there were three questions on the marriage certificate license, the third of which was, "Are you related?" (Laughter) I said, "Look, in Georgia at least we want to know. In Arkansas they don't even ask." What I didn't tell her is, if she said, "Yes," you could jump. You don't need the 30-day waiting period. Because you don't need the get-to-know-you session at that point.
Bu fikir aklıma gelir gelmez, karıma bundan bahsetmemeye karar verdim. Karım cok neşeli, doğasında heyecanlı birisi. Kültürümüzde şöyle bir düşünce var -- Size söylememe gerek yok -- bir şekilde problemlerimizden mutluluğa ulaşmalıyız. Positif olana odaklanmalıyız. Karım, dediğim gibi, Boston yakınlarında büyüdü. Büyük bir gülümsemesi var. Büyük bir kişiliği var. Büyük saçları var. Aslında bana onun büyük saçları olduğunu söylememi tembih etti. Çünkü onun büyük saçi olduğunu söylersem, insanlar onun Teksas'tan olduğunu düşünecekler. Ve belliki Georgia'lı bir erkekle evlenmek normal, ancak Teksaslı bir saç kesimine sahip olmak değil. Ve aslında, onu savunmak açısından, eğer burda olsaydı, Georgia'da evlendiğimiz zaman evlilik cüzdanındaki üç sorudan birini hatırlatırdı. Bu soru : "Akraba mısınız?" idi. (Kahkahalar) Ben de dedim ki : "Bak, en azından Georgia'da biz bunu bilmek istiyoruz. Arkansas'ta hiç birşey sormuyorlar" Ama ona eğer "Evet" derse sıçrayabileceğini söylemedim. 30 günlük bekleme süresine ihtiyacın yok. Çünkü bu noktada birbirini tanıma devresine ihtiyacin yok.
So I wasn't going to tell her about this idea, but the next day I couldn't control myself, I told her. And she loved the idea, but she quickly started rejecting my nominees. She was like, "Well, I love him, but I would never ask him for advice." So it turned out that starting a council of dads was a very efficient way to find out what my wife really thought of my friends.
O yüzden ona bu fikirden bahsetmeyecektim, ama bir gün sonra kendimi kontrol edemeyip ona söyledim. Ve fikri beğendi, fakat hemen benim adaylarımı reddetmeye başladı. Yorumu şöyleydi : "Evet onu severim ama ona hiçbir zaman fikrini sormazdım." Sonuçta babalar meclisini başlatmanın karımın arakadaşlarım hakkında gerçekten ne düşündüğünü öğrenmek için iyi bir yöntem olduğu ortaya çıktı.
(Laughter)
(Kahkahalar)
So we decided that we needed a set of rules, and we came up with a number. And the first one was no family, only friends. We thought our family would already be there. Second, men only. We were trying to fill the dad-space in the girls' lives. And then third, sort of a dad for every side. We kind of went through my personality and tried to get a dad who represented each different thing. So what happened was I wrote a letter to each of these men. And rather than send it, I decided to read it to them in person. Linda, my wife, joked that it was like having six different marriage proposals. I sort of friend-married each of these guys.
Sonuçta bazı kurallara ihtiyacımız olduğuna karar verdik, ve bir liste hazırladık İlk kural : aile yok, sadece arkadaşlar. Ailemizin zaten onların yanında olacağını düşündük. İkinci kural : sadece erkekler. Kızların hayatındaki babanın eksikliğini doldurmaya çalışıyorduk. Ve üçüncüsü : her farklı karakter özelliği için bir baba. Benim kişiliğimi incelemeye başladık ve her farklı özelliğimi temsil edecek bir baba bulmaya çalıştık. Sonuçta bu adamlardan her birine bir mektup yazdım. Ve mektupları göndermek yerine, mektupları sahiplerine kendim okumaya karar verdim. Karım Linda bunun 6 farklı evlilik teklifi almaya benzediği şakasını yaptı. Bir şekilde bu adamlardan her biriyle arkadaş evliliği yapmıştım.
And the first of these guys was Jeff Schumlin. Now Jeff led this trip I took to Europe when I graduated from high school in the early 1980s. And on that first day we were in this youth hostel in a castle. And I snuck out behind, and there was a moat, a fence and a field of cows. And Jeff came up beside me and said, "So, have you ever been cow tipping?" I was like, "Cow tipping? He was like, "Yeah. Cows sleep standing up. So if you approach them from behind, down wind, you can push them over and they go thud in the mud." So before I had a chance to determine whether this was right or not, we had jumped the moat, we had climbed the fence, we were tiptoeing through the dung and approaching some poor, dozing cow.
Bu adamlardan ilki Jeff Schumlin'di. Jeff 1980'de liseden mezun olduğum zaman Avrupa'ya çıktığım yolculuğa rehberlik etmişti. İlk günümüzde bir kalenin içindeki öğrenci yurdunda kalmıştık. Ve ben gizlice arkadan çıktım. Orda bir hendek, bir çit ve ineklerle dolu bir alan vardı. Jeff yanıma geldi ve şöyle dedi: "Daha önce hiç inek devirmeyi denemişmiydin?" "İnek devirmek?" diye sordum. "Evet. İnekler ayakta uyurlar." "Eğer onlara rüzgara karşı arakadan yaklaşırsan, onları biraz iteklersin ve pat diye çamura yuvarlanırlar. Bunun doğru olup olmadığını öğrenme şansını bulmadan önce, hendeğin üstünden atladık, çitleri tırmandık, parmaklarımızın ucunda gübrenin içinden geçtik ve uyuklayan zavallı bir ineğe yaklaştık.
So a few weeks after my diagnosis, we went up to Vermont, and I decided to put Jeff as the first person in the Council of Dads. And we went to this apple orchard, and I read him this letter. "Will you help be their dad?" And I got to the end -- he was crying and I was crying -- and then he looked at me, and he said, "Yes." I was like, "Yes?" I kind of had forgotten there was a question at the heart of my letter. And frankly, although I keep getting asked this, it never occurred to me that anybody would turn me down under the circumstances. And then I asked him a question, which I ended up asking to all the dads and ended up really encouraging me to write this story down in a book. And that was, "What's the one piece of advice you would give to my girls?"
Teşhisten birkaç hafta sonra, Vermont'a gittik, ve Jeff'i babalar meclisine katılacak ilk kişi olarak seçtim. Birlikte bir elma bahçesine gittik ve ben ona yazdığım mektubu okudum. "Onlara bir baba olmaya yardımcı olacak mısın?" Ve ben sonuna geldiğimde -- hem o hem ben ağlıyorduk -- bana baktı ve "Evet." dedi. Ben şaşırarak, "Evet?" diye tekrarladım. Mektubumun özünde bir soru olduğunu unutmuştum. Açıkçası, bu soruyu herkese sormama rağmen, bu koşullar altında birinin beni geri çevireceği hiç aklıma gelmedi. Ona, daha sonra diğer baba adaylarınada soracağım bir soru sordum ve sonunda bu hikayeyi bir kitaba yazma cesaretini buldum kendimde. Sorduğum soru şuydu : "Kızlarıma vereceğin bir nasihat ne olurdu?"
And Jeff's advice was, "Be a traveller, not a tourist. Get off the bus. Seek out what's different. Approach the cow." "So it's 10 years from now," I said, "and my daughters are about to take their first trip abroad, and I'm not here. What would you tell them?" He said, "I would approach this journey as a young child might approach a mud puddle. You can bend over and look at your reflection in the mirror and maybe run your finger and make a small ripple, or you can jump in and thrash around and see what it feels like, what it smells like." And as he talked he had that glint in his eye that I first saw back in Holland -- the glint that says, "Let's go cow tipping," even though we never did tip the cow, even though no one tips the cow, even though cows don't sleep standing up. He said, "I want to see you back here girls, at the end of this experience, covered in mud."
Jeff'in nasihatı şuydu : "Bir gezgin ol, turist değil. Otobüsten in ve farklı şeylerin peşine düş. İneğe doğru yaklaş." "Bundan 10 yıl sonra", dedim, "kızlarım ilk yurtdışı yolculuklarına çıkmak üzereler ve ben yokum. Onlara ne söylerdin?" "Ben bu yolculuğa bir çocuğun çamurlu bir su birikintisine yaklaştığı gibi yaklaşırdım. Eğilir ve sudaki yansımana bakabilirsin, parmağını suya sokup küçük dalgalar yapabilirsin, yada içine atlayıp üstünü başını batırabilirsin ve nasıl koktuğunu ve nasıl bir duygu olduğunu görürsün." Ve o konuşmaya devam ederken ilk defa Hollanda'da gördüğüm ışıltıyı gördüm gözünde, "Hadi inek devirmeye gidelim" diyen ışıltı, hiçbir zaman ineği devirmiş olmasak da, hiçkimse ineği devirmese de, hatta inekler ayakta uyumasa da. Ve şöyle devam etti : "Sizi yaşadığınız maceradan sonra burda görmek istiyorum, çamura bulanmış bir şekilde."
Two weeks after my diagnosis, a biopsy confirmed I had a seven-inch osteosarcoma in my left femur. Six hundred Americans a year get an osteosarcoma. Eighty-five percent are under 21. Only a hundred adults a year get one of these diseases. Twenty years ago, doctors would have cut off my leg and hoped, and there was a 15 percent survival rate. And then in the 1980's, they determined that one particular cocktail of chemo could be effective, and within weeks I had started that regimen. And since we are in a medical room, I went through four and a half months of chemo. Actually I had Cisplatin, Doxorubicin and very high-dose Methotrexate.
Hastalığımın teşhisinden iki hafta sonra yapılan biopsi sol uyluk kemiğimde 18 cm osteosarkoma olduğunu söylüyordu. Her yıl 600 Amerikalı için böyle bir teşhis konuyor. Bunlardan yüzde 85'i 21 yaşının altında. Her yıl sadece yüz yetişkin bu hastalıkla karşı karşıya kalıyor. 20 yıl önce doktorlar bacağımı keserler ve umut ederlerdi, yüzde 15 yaşama şansım olurdu. 1980'lerin ortasında belli kimyasalların bileşiminin hastalığa karşı etkili olabileceği saptandı. Birkaç hafta içinde bu tedavi yöntemini uygulamaya başlamıştım. Tıbbi bir odanın içinde olduğumuz için, dört buçuk aylık bir kemoterapiden geçtim. Tam olarak Cisplatin, Doxorubicin ve yüksek dozajda Methotrexate aldım.
And then I had a 15-hour surgery in which my surgeon, Dr. John Healey at Memorial Sloan-Kettering Hospital in New York, took out my left femur and replaced it with titanium. And if you did see the Sanjay special, you saw these enormous screws that they screwed into my pelvis. Then he took my fibula from my calf, cut it out and then relocated it to my thigh, where it now lives. And what he actually did was he de-vascularized it from my calf and re-vascularized it in my thigh and then connected it to the good parts of my knee and my hip. And then he took out a third of my quadriceps muscle. This is a surgery so rare only two human beings have survived it before me. And my reward for surviving it was to go back for four more months of chemo. It was, as we said in my house, a lost year.
Ve sonunda New York'taki Memorial Sloan-Kettering hastanesinde Dr. John Healey'nin yönettiği 15 saat süren bir ameliyatta sol uyluk kemiğim alındı ve yerine titanyum yerleştirildi. Eğer Sanjay spesyalini gördüyseniz leğen kemiğime sıkıştırdıkları devasa vidaları da görmüşsünüzdür. Daha sonra baldırımdan kaval kemiğimi aldı, kesti ve kalçama yerleştirdi, şimdi olduğu yere. Aslında yaptığı kemiğimi baldırımdan devaskularize edip onu uyluğuma tekrar vaskularize ettikten sonra kalçamın ve dizimin sağlam kısmına bağlamaktı. Sonra kuadriseps kasımın üçte birini aldı. Bu öyle ender bir ameliyat ki benden önce sadece iki kişi hayatta kalabildi. Ve hayatta kaldığım için benim ödülüm dört ay daha kemoterapiye girmek oldu. Bu, evimde dediğimiz gibi, kayıp bir yıldı.
Because in those opening weeks, we all had nightmares. And one night I had a nightmare that I was walking through my house, sat at my desk and saw photographs of someone else's children sitting on my desk. And I remember a particular one night that, when you told that story of -- I don't know where you are Dr. Nuland -- of William Sloane Coffin -- it made me think of it. Because I was in the hospital after, I think it was my fourth round of chemo when my numbers went to zero, and I had basically no immune system. And they put me in an infectious disease ward at the hospital. And anybody who came to see me had to cover themselves in a mask and cover all of the extraneous parts of their body. And one night I got a call from my mother-in-law that my daughters, at that time three and a half, were missing me and feeling my absence. And I hung up the phone, and I put my face in my hands, and I screamed this silent scream. And what you said, Dr. Nuland -- I don't know where you are -- made me think of this today. Because the thought that came to my mind was that the feeling that I had was like a primal scream.
Bu ilk haftalarda hepimiz kabuslar gördük. Bir gece gördüğüm bir kabusta, evimin içinde yürüyordum, masama oturdum ve başka birisinin çocuklarının masamda otururlarken fotoğraflarını gördüm. Şu an nerdesiziniz Dr. Nuland bilmiyorum, William Sloane Coffin'in hikayesini anlattığınızda, bana hiç unutamayacağım o geceyi hatırlattınız. Çünkü, sanırım dördüncü tur kemoterapiden sonraydı, hastanedeydim, tüm ölçüm değerlerinin sıfıra, bağışıklık sistemimin sonuna yaklaştığı zamandı. Beni hastahanedeki bulaşıcı hastalıklar istasyonuna yerleştirdiler. Beni görmeye gelen herkes bir maske takmak ve vücutlarının heryerini kapatmak zorundaydı. Bir gece kayınvalidem aradı, o zamanlar üç buçuk yaşındaki kızlarım beni özlüyorlar, yokluğumu hissediyorlardı. Telefonu kapattım, yüzümü ellerimle kapattım, ve o sessiz çığlığı attım. Anlattıklarınız Dr. Nuland -- Nerdesiniz bilmiyorum -- bana bunları hatırlattı. Çünkü bu hissettiğim şeyin ilkel bir çığlık olduğu aklıma geldi.
And what was so striking -- and one of the messages I want to leave you here with today -- is the experience. As I became less and less human -- and at this moment in my life, I was probably 30 pounds less than I am right now. Of course, I had no hair and no immune system. They were actually putting blood inside my body. At that moment I was less and less human, I was also, at the same time, maybe the most human I've ever been. And what was so striking about that time was, instead of repulsing people, I was actually proving to be a magnet for people. People were incredibly drawn. When my wife and I had kids, we thought it would be all-hands-on-deck. Instead, it was everybody running the other way. And when I had cancer, we thought it'd be everybody running the other way. Instead, it was all-hands-on-deck. And when people came to me, rather than being incredibly turned off by what they saw -- I was like a living ghost -- they were incredibly moved to talk about what was going on in their own lives.
Çok çarpıcı olan -- ve bu gece size burda bırakmak istediğim mesajlardan birisi -- yaşadığım şu deneyimdi. Ben yavaş yavaş insan olmaktan çıkarken -- o zamanlar şimdi olduğumdan 15 kg daha zayıftım. Tabiki ne saçım nede bir bağışıklık sistemim kalmıştı. Artık kanı vücudumun içine koyuyorlardı. O zamanlar git gide insan olmaktan çıkıyordum, ama aynı zamanda şimdiye kadar en çok insan olduğum zamandı. Ve bu dönemin en etkileyici yanı insanları kendimden kaçırmak yerine, onları bir mıknatıs gibi kendime çekiyordum. İnsanlara inanılmaz şekilde teshir ediyordum. Karım ve ben çocuklarımız olduğunda herkesin yardıma koşacağını düşünmüştük. Ancak kimseyi yanımızda bulamadık. Ve ben kanser olunca, tamamen yalnız kalacağımızı düşünmüştük. Aksine, herkes yardıma koşuyordu. Ve insanlar bana geldiğinde, gördükleri şey karşısında can sıkıntısı içinde olmak yerine -- yaşayan bir hayalet gibiydim -- inanılmaz şekilde kendi hayatlarında neler olup bittiğini anlatmak için hazırlardı.
Cancer, I found, is a passport to intimacy. It is an invitation, maybe even a mandate, to enter the most vital arenas of human life, the most sensitive and the most frightening, the ones that we never want to go to, but when we do go there, we feel incredibly transformed when we do. And this also happened to my girls as they began to see, and, we thought, maybe became an ounce more compassionate. One day, my daughter Tybee, Tybee came to me, and she said, "I have so much love for you in my body, daddy, I can't stop giving you hugs and kisses. And when I have no more love left, I just drink milk, because that's where love comes from." (Laughter) And one night my daughter Eden came to me. And as I lifted my leg out of bed, she reached for my crutches and handed them to me. In fact, if I cling to one memory of this year, it would be walking down a darkened hallway with five spongy fingers grasping the handle underneath my hand. I didn't need the crutch anymore, I was walking on air.
Anladımki kanser insanların özel hayatına girmek için bir pasaport. İnsan hayatının en önemli, en hassas ve en korkutucu, hiçbir zaman gitmek istemeyeceğimiz, ve gittiğimizde, akıl almaz şekilde değişeceğimiz alanlarına giriş için bir davet hatta bir vekil. Kızlarım neler olduğunu anlamaya başladıklarında onlara olanda buydu, onların da bizim hislerimizi paylaştığını düşündük. Bir gün kızım Tybee. Tybee bana geldi ve şöyle dedi : "Vücudumda senin için o kadar çok sevgi var ki baba, seni öpmekten ve sana sarılmaktan hiç bıkmıyorum. Ve içimde sevgi kalmayınca, süt içiyorum, çünkü o sevginin geldiği yer." (Kahkahalar) Bir gece kızım Eden bana geldi. Ben sağ bacağımı yataktan çıkartırken, o koltuk değneklerimi aldı ve bana uzattı. Eğer o senenin bir hatırasını saklamak isteseydim, bu sünger gibi olmuş beş parmakla elimin altında tuttuğum desteklerle karanlık bir koridorda yürüdüğüm olurdu. Artık koltuk değneklerine ihtiyacım yoktu, havada yürüyordum.
And one of the profound things that happened was this act of actually connecting to all these people. And it made me think -- and I'll just note for the record -- one word that I've only heard once actually was when we were all doing Tony Robbins yoga yesterday -- the one word that has not been mentioned in this seminar actually is the word "friend." And yet from everything we've been talking about -- compliance, or addiction, or weight loss -- we now know that community is important, and yet it's one thing we don't actually bring in. And there was something incredibly profound about sitting down with my closest friends and telling them what they meant to me. And one of the things that I learned is that over time, particularly men, who used to be non-communicative, are becoming more and more communicative. And that particularly happened -- there was one in my life -- is this Council of Dads that Linda said, what we were talking about, it's like what the moms talk about at school drop-off.
Başıma gelen şeylerden en etkileyici olanı bütün bu insanlarla oluşan bağdı. Bu bana - dikkatinizi çekmek istiyorum - sadece dün yaptığımız Tony Robbins yogasında bir kez duyduğum kelimeyi hatırlattı, bütün bir seminer boyunca bir kez bile söylenmeyen arkadaş kelimesini. Şimdiye kadar bahsettiğimiz herşeyden -- uyum yada bağımlılık yahutta kilo verme -- toplumun ne kadar önemli olduğunu biliyoruz ve buna rağmen toplum tek dikkate almadığımız şey. En yakın arkadaşlarımla oturup onlara benim için ne ifade ettiklerini anlatmanın beni derinden etkileyen bir yanı vardı. Ögrendiğim şeylerden bir tanesi daha öncesinde çok konuşkan olmayanlar, özellikle erkekler, zamanla daha konuşkan oluyorlar. Ve bu özellikle oldu - hayatımda bir kez oldu - Linda babalar meclisi hakkında konuştuklarımızın annelerin çocuklarını okula bırakırken konuştukları şeylere benzediğini söyledi.
And no one captures this modern manhood to me more than David Black. Now David is my literary agent. He's about five-foot three and a half on a good day, standing fully upright in cowboy boots. And on kind of the manly-male front, he answers the phone -- I can say this I guess because you've done it here -- he answers the phone, "Yo, motherfucker." He gives boring speeches about obscure bottles of wine, and on his 50th birthday he bought a convertible sports car -- although, like a lot of men, he's impatient; he bought it on his 49th. But like a lot of modern men, he hugs, he bakes, he leaves work early to coach Little League. Someone asked me if he cried when I asked him to be in the council of dads. I was like, "David cries when you invite him to take a walk." (Laughter) But he's a literary agent, which means he's a broker of dreams in a world where most dreams don't come true. And this is what we wanted him to capture -- what it means to have setbacks and then aspirations. And I said, "What's the most valuable thing you can give to a dreamer?" And he said, "A belief in themselves." "But when I came to see you," I said, "I didn't believe in myself. I was at a wall." He said, "I don't see the wall," and I'm telling you the same, Don't see the wall. You may encounter one from time to time, but you've got to find a way to get over it, around it, or through it. But whatever you do, don't succumb to it. Don't give in to the wall.
Hiç kimse David Black'in gözümdeki modern erkek imajının yerini alamaz. David benim yazar temsilcim. İyi bir günde 1.59m boyunda, kovboy çizmeleri içinde ayakta dimdik duran bir adam. Erkeksi bir tavır takınarak telefonu açar -- Sanırım bunu söyleyebilirim çünkü daha önce burda söylenmişti -- ve telefona cevap verir : "Evet aşağılık herif." Bilinmeyen şarap şişeleri hakkında sıkıcı konuşmalar yapar, 50. yaş gününde üstü açılır spor bir araba aldı. Tabi oda diğer erkekler gibi sabırsız olduğu için arabayı 49. yaş gününde aldı. Ama birçok modern erkek gibi oda kucaklar, pişirir ve çocuklara beyzbol öğretmek için erken işten çıkar. Birisi bana ona babalar meclisine katılmasını sorduğumda ağlayıp ağlamadığını sordu. Şöyle cevapladım : "David onu bir yürüyüşe davet ettiğinde ağlar." (Kahkahalar) Ama o bir yazar temsilcisi, yani .o rüyanın gerçeklemediği bir Dünya'da rüya komisyoncusu. Bu da bizim ondan istediğimiz şeydi, ilk önce yenilgiler almak daha sonra yeni hedefler peşinde olmak nasıl bir şeydi. Ona sordum : "Bir hayalciye verebileceğin en değerli şey nedir?" O cevapladı : "Kendine inanmak." "Ama ben seni görmeye geldiğimde kendime inanmıyordum" dedim. "Bi duvarın karşısında duruyordum." O : "Ben duvarı görmüyorum" ve bende size aynı şeyi söylüyorum, duvarı görmeyin. Arada bir karşına bir duvar çıkabilir, ama onun üstünden, etrafından yada içinden geçmek için bir yol bulmalısın. Ama ne yaparsan yap, teslim olma, duvara boyun eğme.
My home is not far from the Brooklyn Bridge, and during the year and a half I was on crutches, it became a sort of symbol to me. So one day near the end of my journey, I said, "Come on girls, let's take a walk across the Brooklyn Bridge." We set out on crutches. I was on crutches, my wife was next to me, my girls were doing these rockstar poses up ahead. And because walking was one of the first things I lost, I spent most of that year thinking about this most elemental of human acts. Walking upright, we are told, is the threshold of what made us human. And yet, for the four million years humans have been walking upright, the act is essentially unchanged. As my physical therapist likes to say, "Every step is a tragedy waiting to happen." You nearly fall with one leg, then you catch yourself with the other. And the biggest consequence of walking on crutches -- as I did for a year and a half -- is that you walk slower. You hurry, you get where you're going, but you get there alone. You go slow, you get where you're going, but you get there with this community you built along the way.
Evim Brooklynn köprüsünden çok uzak değil, ve koltuk değnekleriyle yürüdüğüm bir buçuk sene o benim için bir sembol olmuştu. Yolculuğumun sonuna yaklaştığım günlerden birinde kızlara dedimki : "Haydi kızlar, sinzinle birlkte Brooklyn Köprüsü'nde bir yürüyüşe çıkalım." Koltuk değnekleriyle yola koyulduk. Ben koltuk değnekleriyleydim, karım yanımdaydı, kızlarımsa ilerde pop yıldızı pozları veriyorlardı. Yürümek kaybettiğim ilk şeylerden biri olduğu için, o senenin çoğunu insan hareketlerinin en basitini düşünerek geçirdim. İki ayak üstünde yürümenin, insan olmanın ilk aşaması olduğu söylenir. Ve insanların iki ayak üstünde yürüdüğü dört milyon yıldan beri bu konuda değişen birşey olmadı. Fizyoterapistim şunu söylemeyi sever : "Attığımız her adım gerçekleşmeyi bekleyen bir trajedidir." Tek ayağının üstünde nerdeyse düşmek üzereyken, diğer ayağınla kendini tekrar toparlarsın. Koltuk değnekleriyle yürümenin en önemli sonucu olarak -- ben bir buçuk yıl yaptım -- daha yavaş yürümeye başlarsın. Acele edersin. Gittiğin yere varırsın ama oraya vardığında yalnızsındır. Yavaş ilerlersin, gittiğın yere yine varırsın, ama oraya vardığında yolculuk boyunca edindiğin arkadaşlar vardır yanında.
At the risk of admission, I was never nicer than the year I was on crutches. 200 years ago, a new type of pedestrian appeared in Paris. He was called a "flaneur," one who wanders the arcades. And it was the custom of those flaneurs to show they were men of leisure by taking turtles for walks and letting the reptile set the pace. And I just love this ode to slow moving. And it's become my own motto for my girls. Take a walk with a turtle. Behold the world in pause. And this idea of pausing may be the single biggest lesson I took from my journey.
Gerçeği itiraf etme riskini göze alarak söylüyorum ki, hiçbir zaman koltuk değneklerini kullandığım yılki kadar iyi bir insan olmamıştım. 200 yıl önce, Paris'te yeni bir tip yaya ceşidi ortaya cıktı. Çarşılarda gezinen bu tiplere flaneur (Aylak) denirdi. Bu insanların zenginliklerini göstermek için yanlarında kaplumbağalarla yürüyüp kendilerini onların hızına uydurmak gibi bir gelenekleri vardı. Yavaç yürümeye verilen bu değeri seviyorum ben. Ve bu benim kızlarım için sloganım olmuştu. Bir kaplumbağayla yürüyüşe çık. Bir mola ver ve Dünya'nın farkına var. Bu mola verme fikri belkide kendi yolculuğumda öğrendiğim en büyük ders oldu.
There's a quote from Moses on the side of the Liberty Bell, and it comes from a passage in the book of Leviticus, that every seven years you should let the land lay fallow. And every seven sets of seven years, the land gets an extra year of rest during which time all families are reunited and people surrounded with the ones they love. That 50th year is called the jubilee year, and it's the origin of that term. And though I'm shy of 50, it captures my own experience. My lost year was my jubilee year. By laying fallow, I planted the seeds for a healthier future and was reunited with the ones I love.
Özgürlük çanının bir tarafında Musa'dan bir alıntı var, bu alıntı Levililer (Tevrat) kitabındaki bir parağrafta geçiyor ve her yedi yılda bir toprağın nadasa bırakılmas gerektiğini söylüyor. Ve birbirini izleyen yedi tane yedi yıllık dönemden sonra toprak bir yıl ekstra nadasa bırakılmalıdır; bu dönemde tüm aileler bir araya gelir ve insanlar sevdikleriyle birliktedir. Bu 50. yıla jübile yılı denir ve jübile kelimesi burdan gelmektedir. 50 yaşımda olduğumu söylemekten çekinsemde, benim yaşadığım deneyimde buydu. Kaybettiğim yıl benim jübile senem olmuştu. Nadasa bırakarak daha sağlıklı bir geleceğin tohumlarını ekmiş ve sevdiklerimle tekrar biraraya gelmiştim.
Come the one year anniversary of my journey, I went to see my surgeon, Dr. John Healey -- and by the way, Healey, great name for a doctor. He's the president of the International Society of Limb Salvage, which is the least euphemistic term I've ever heard. And I said, "Dr. Healey, if my daughters come to you one day and say, 'What should I learn from my daddy's story?' what would you tell them?" He said, "I would tell them what I know, and that is everybody dies, but not everybody lives. I want you to live."
Yolculuğumun birinci yıl dönümü geldiğinde doktorum Dr. John Healey'i görmeye gittim. Bu arada Healey bir doktor için çok uygun bir isim. Healey, şimdiye kadar duyduğum en düpedüz söylenmiş isme sahip uluslararasi Uzuv-kurtarma topluluğunun başkanıdır. Dr. Healey'e sordum : "Eğer kızlarım bir gün sana gelirlerse ve sana, 'Babamın yaşadıklarından ne öğrenmeliyiz?' diye sorarlarsa onlara ne cevap verirdin?" O şöyle dedi : "Onlara bildiklerimi söylerdim, herkes ölür, ama herkes yaşamaz. Ben sizin yaşamanızı istiyorum."
I wrote a letter to my girls that appears at the end of my book, "The Council of Dads," and I listed these lessons, a few of which you've heard here today: Approach the cow, pack your flipflops, don't see the wall, live the questions, harvest miracles. As I looked at this list -- to me it was sort of like a psalm book of living -- I realized, we may have done it for our girls, but it really changed us. And that is, the secret of the Council of Dads, is that my wife and I did this in an attempt to help our daughters, but it really changed us.
Kızlarıma "Babalar meclisi" kitabımın arkasında da bulunan, bir mektup yazdım. Mektubumda bugün burda duyduğunuz birkaç dersin listesini yaptım : İneğe yaklaş, terliklerini bavuluna koy, duvarı görme, soruları yaşa, mucizeler topla. Bu listeye baktığımda -- benim için yaşayanların Zebur'u gibiydi -- farkına vardım ki, bunu kızlarımız için yapmış olsakta, biz de beraberinde çok değişmiştik. Babalar meclisinin sırrıda buydu, karım ve benim kızlarımıza yardım etmek için yaptıklarımızın hepsi aslında bizi değiştirmişti.
So I stand here today as you see now, walking without crutches or a cane. And last week I had my 18-month scans. And as you all know, anybody with cancer has to get follow-up scans. In my case it's quarterly. And all the collective minds in this room, I dare say, can never find a solution for scan-xiety. As I was going there, I was wondering, what would I say depending on what happened here. I got good news that day, and I stand here today cancer-free, walking without aid and hobbling forward.
Bugün burda ayakta duruyorum sizinde gördüğünüz gibi, koltuk değnekleri veya bir baston olmadan yürüyorum. Geçen hafta 18. ay taramalarımı oldum. Hepinizin bildiği gibi kanserli herkes bu kontrol taramalarını yaptırmak zorundadır. Ben her üç ayda bir yaptırıyorum. Ve sanırım buradaki hiç kimse tarama korkusuna bir çözüm bulamazdı. Oraya giderken, orada olacaklara göre neler söyleyeceğimi düşünüyordum. O gün iyi haberler aldım ve bugün burda kanserden kurtulmuş olarak duruyorum, yardıma ihtiyaç duymadan yürüyorum ve sekerek ilerliyorum.
And I just want to mention briefly in passing -- I'm past my time limit -- but I just want to briefly mention in passing that one of the nice things that can come out of a conference like this is, at a similar meeting, back in the spring, Anne Wojcicki heard about our story and very quickly -- in a span of three weeks -- put the full resources of 23andMe, and we announced an initiative in July to get to decode the genome of anybody, a living person with a heart tissue, bone sarcoma. And she told me last night, in the three months since we've done it, we've gotten 300 people who've contributed to this program. And the epidemiologists here will tell you, that's half the number of people who get the disease in one year in the United States. So if you go to 23andMe, or if you go to councilofdads.com, you can click on a link. And we encourage anybody to join this effort.
Kısaca deyinmek istiyorum -- Bana ayrılan zamanı aştım -- yinede kısaca bahsetmek istiyorum. Böyle bir konferanstan ortaya çıkabilecek en iyi şeylerden bir tanesi, geçen bahar gerçekleşen, benzer bir toplantıda oldu. Anne Wojcicki hikayemizi duymuştu ve çok kısa sürede -- üç hafta içinde -- 23andMe'nin tüm finansmanını karşıladı ve temmuzda kemik sarkomu olan herkesin genom kodunu çözecek bir girişim başlattık. Bana geçen gece, üç ay içinde 300 kişinin bu programa katıldığını söyledi. Burdaki Epidemiyoloji uzmanları size bunun Amerika'da bir yıl içinde bu hastalığa yakalananların sayısının yarısı olduğunu söyleyecektir. Eğer 23andMe'yi yada councilofdads.com'u ziyaret ederseniz, orda bir linke tıklayabilirsiniz. Herkesi bu girişime destek olmaya davet ediyoruz.
But I'll just close what I've been talking about by leaving you with this message: May you find an excuse to reach out to some long-lost pal, or to that college roommate, or to some person you may have turned away from. May you find a mud puddle to jump in someplace, or find a way to get over, around, or through any wall that stands between you and one of your dreams. And every now and then, find a friend, find a turtle, and take a long, slow walk.
Bu konuyu size bir mesaj bırakarak burada kapatmak istiyorum: Uzun zamandır haber almadığın arkadaşına ulaşmak için bir sebep bul, ya da üniversitedeki bir oda arkadaşına, yada yüz çevirdiğin birisine. İçine atlamak için çamurlu bir su birikintisi bul, yada seninle rüyaların arasında duran her duvarın üstünden, etrafından yada içinden geçmek için bir yol bul. Ve zaman zaman, bir arkadaş bul, bir kaplumbağa bul ve uzun ve yavaş bir yürüyüşe çık.
Thank you very much.
Çok teşekkür ederim.
(Applause)
(Alkışlar)