Evidence suggests that humans in all ages and from all cultures create their identity in some kind of narrative form. From mother to daughter, preacher to congregant, teacher to pupil, storyteller to audience. Whether in cave paintings or the latest uses of the Internet, human beings have always told their histories and truths through parable and fable. We are inveterate storytellers.
Her yaştan ve kültürden insanın kendi kimliklerini bir çeşit hikâye şeklinde oluşturduğu görülmektedir. Anneden kıza, vaizden cemaate, öğretmenden öğrenciye ve anlatıcıdan dinleyiciye. İster mağara resimlerinde olsun ister internet aracılığıyla, insanlar her zaman kendi hikâyelerini ve gerçeklerini hikâye ve masallarla anlattılar. Bizler köklü hikâye anlatıcısıyız.
But where, in our increasingly secular and fragmented world, do we offer communality of experience, unmediated by our own furious consumerism? And what narrative, what history, what identity, what moral code are we imparting to our young?
Fakat gittikçe daha seküler ve parçalı hale gelen dünyamızda, kendi öfkeli tüketici yanımızın aracılığı olmaksızın, deneyim istatistikleri mi sunuyoruz? Hangi anlatıyı, hangi tarihi, hangi kimliği, hangi ahlaki kodu gençlerimize aktarıyoruz?
Cinema is arguably the 20th century's most influential art form. Its artists told stories across national boundaries, in as many languages, genres and philosophies as one can imagine. Indeed, it is hard to find a subject that film has yet to tackle. During the last decade we've seen a vast integration of global media, now dominated by a culture of the Hollywood blockbuster. We are increasingly offered a diet in which sensation, not story, is king. What was common to us all 40 years ago -- the telling of stories between generations -- is now rarified. As a filmmaker, it worried me. As a human being, it puts the fear of God in me. What future could the young build with so little grasp of where they've come from and so few narratives of what's possible? The irony is palpable; technical access has never been greater, cultural access never weaker.
Sinema muhtemelen yirminci yüzyılın en etkili sanat biçimidir. Sanatçılar, ulusal sınırların ötesinde hayal edilemeyecek kadar fazla dilde, türde ve felsefede hikâyeler anlattılar. Gerçekten de bir filmin ele almadığı bir konu bulmak zordur. Son on yılda, Hollywood gişe rekorlarının hakim olduğu geniş bir global medya birleşimi gördük. Giderek bize hikâyenin değil, sansasyonun kral olduğu bir düzen sunuluyor. Kırk yıl önce bizlere tanıdık gelen şeyler -- nesiller arası hikâye aktarımı -- şimdi zorlaştı. Bu, film yapımcısı olarak beni endişelendirdi. Bu, bir insan olarak içime Tanrı korkusunu salıyor. Yeni nesil, nereden geldikleri ile ilgili çok az bilgiyi kavrayarak ve neler olabileceğini anlatan çok az anlatıcıyla, nasıl bir gelecek oluşturacak? İroni oldukça aşikâr, teknik erişim hiç bu kadar büyük ve kültürel erişim hiç bu kadar zayıf olmamıştı.
And so in 2006 we set up FILMCLUB, an organization that ran weekly film screenings in schools followed by discussions. If we could raid the annals of 100 years of film, maybe we could build a narrative that would deliver meaning to the fragmented and restless world of the young. Given the access to technology, even a school in a tiny rural hamlet could project a DVD onto a white board.
Böylece, 2006 yılında okullarda haftalık film gösterimleri ve tartışmaları düzenleyen FILMCLUB'ı kurduk. Filmlerin 100 yıllık tarihine hücum edebilsek belki bir anlatı inşa edebilir, gençlerin parçalanmış ve huzursuz dünyasına anlamlı bir şey iletebilirdik. Teknolojiye erişim göz önüne alındığında, küçük bir kırsal köy okulu bile bir DVD'yi beyaz tahtaya yansıtabilir.
In the first nine months we ran 25 clubs across the U.K., with kids in age groups between five and 18 watching a film uninterrupted for 90 minutes. The films were curated and contextualized. But the choice was theirs, and our audience quickly grew to choose the richest and most varied diet that we could provide. The outcome, immediate. It was an education of the most profound and transformative kind. In groups as large as 150 and as small as three, these young people discovered new places, new thoughts, new perspectives. By the time the pilot had finished, we had the names of a thousand schools that wished to join.
İlk dokuz ayda, Birleşik Krallık genelinde 25 kulüp açtık, 5 ile 18 yaş grubu arasındaki çocuklar 90 dakika boyunca kesintisiz film izliyor. Filmler, düzenlenmiş ve bağlamsallaştırılmıştı. Ama seçim onlarındı, en zengin ve en çeşitli düzen seçimini sağlayabildiğimiz için, seyirci sayımız hızla büyüdü. Sonuç hemen görülebilirdi. En derin ve dönüştürücü türden bir eğitim oldu. 150 kişi kadar büyük ve üç kişi kadar küçük gruplar halinde, bu gençler yeni yerler, yeni düşünceler ve yeni bakış açıları keşfettiler. Pilot bölgesi bittiğinde, birliğe üye olmak isteyen binlerce okul vardı.
The film that changed my life is a 1951 film by Vittorio De Sica, "Miracle in Milan." It's a remarkable comment on slums, poverty and aspiration. I had seen the film on the occasion of my father's 50th birthday. Technology then meant we had to hire a viewing cinema, find and pay for the print and the projectionist. But for my father, the emotional and artistic importance of De Sica's vision was so great that he chose to celebrate his half-century with his three teenage children and 30 of their friends, "In order," he said, "to pass the baton of concern and hope on to the next generation."
Hayatımı değiştiren film 1951 Vittorio De Sica yapımı "Milan Mucizesi" idi. Kenar mahalleler, yoksulluk ve tutku üzerine dikkate değer bir yorumdur. Filmi babamın 50. doğum günü vesilesiyle görmüştüm. Teknoloji, sinema kiralamak, baskı parası ve animasyoncu bulmamız gerektiği anlamına geliyordu. Ama babam için De Sica'nın vizyonunun duygusal ve sanatsal önemi çok büyüktü, yarım yüzyılını kutlamak için üç genç çocuğunu ve onların 30 arkadaşını seçmişti, "sırada," dedi, "endişe ve umut asasını yeni nesle devretmek var."
In the last shot of "Miracle in Milan," slum-dwellers float skyward on flying brooms. Sixty years after the film was made and 30 years after I first saw it, I see young faces tilt up in awe, their incredulity matching mine. And the speed with which they associate it with "Slumdog Millionaire" or the favelas in Rio speaks to the enduring nature.
"Milano'da Mucize" filminin son sahnesinde gecekondu sakinleri süpürge üzerinde havaya uçarlar. Filmin vizyona girişinden 60 yıl ve benim ilk izleyişimden 30 yıl sonra, genç yüzlerin hayranlık içinde, benimkine benzeyen bir kuşkuyla havayla kalktığını görüyorum. "Milyoner" filmiyle veya Rio'daki gecekondu mahalleleriyle ilişkilendirme hızları kalıcı doğaya işaret ediyor.
In a FILMCLUB season about democracy and government, we screened "Mr. Smith Goes to Washington." Made in 1939, the film is older than most of our members' grandparents. Frank Capra's classic values independence and propriety. It shows how to do right, how to be heroically awkward. It is also an expression of faith in the political machine as a force of honor.
Demokrasi ve devletle ilgili bir FILMCLUB etkinliğinde "Bay Smith Washington'a Gidiyor" filmini oynattık. 1939 yapımı bu film, üyelerimizin çoğunun büyük ebeveynlerinden daha yaşlı. Frank Capra klasiği, bağımsızlığı ve adabı değerlendiriyor. Bir şeyin nasıl doğru yapılacağını ve kahramanca beceriksiz olmayı gösteriyor. Bu ayrıca, politik mekanizmada bir onur gücü olarak da inanç ifadesidir.
Shortly after "Mr. Smith" became a FILMCLUB classic, there was a week of all-night filibustering in the House of Lords. And it was with great delight that we found young people up and down the country explaining with authority what filibustering was and why the Lords might defy their bedtime on a point of principle. After all, Jimmy Stewart filibustered for two entire reels.
Kısa süre sonra "Bay Smith," bir FILMCLUB klasiği oldu, Lordlar Kamarasında işleri bir hafta tüm gece uzatan bir süreç oldu. Ülkenin her yanından gençlerin parlamentoyu engellemenin ne demek olduğunu ve hükümdarların, bir prensip üzerinden uyku zamanlarına neden karşı koyabileceklerini yetkinlikle açıklamaları çok keyifliydi. Sonuçta Jimmy Stewart, iki film makarası boyunca parlamentoyu engellemişti.
In choosing "Hotel Rwanda," they explored genocide of the most brutal kind. It provoked tears as well as incisive questions about unarmed peace-keeping forces and the double-dealing of a Western society that picks its moral fights with commodities in mind. And when "Schindler's List" demanded that they never forget, one child, full of the pain of consciousness, remarked, "We already forgot, otherwise how did 'Hotel Rwanda' happen?"
"Hotel Ruanda" filmini seçerek en acımasız türden katliamı keşfettiler. Bu film, silahsız barışçı güçler ve ahlaki savaşlarını, akıllarındaki ürünler üzerinden yürüten bir Batı toplumunun iki yüzlülüğü hakkında soruları ve göz yaşlarını ortaya çıkardı. Asla unutmamalarını gerektiren "Schindler'in Listesi"ne geldiğimizde, bir çocuk bilinç acısı içerisinde şunu belirtti: "Çoktan unuttuk, aksi takdirde "Hotel Ruanda" nasıl olurdu?"
As they watch more films their lives got palpably richer. "Pickpocket" started a debate about criminality disenfranchisement. "To Sir, with Love" ignited its teen audience. They celebrated a change in attitude towards non-white Britons, but railed against our restless school system that does not value collective identity, unlike that offered by Sidney Poitier's careful tutelage.
Daha çok film izledikçe, hayatları açıkça daha da zenginleşti. "Yankesici" filmi, suç ve haklardan mahrum olmakla ilgili bir tartışma başlattı. "Sevgili Öğretmenim" filmi, genç seyirciyi tutuşturdu. Beyaz olmayan Britanyalılara karşı tavırlarında değişiklik oldu fakat Sidney Poitier'in dikkatli eğitiminde sunulana benzemeyen ve kolektif kimliğe değer vermeyen dalgalı eğitim sistemimize karşı durdular.
By now, these thoughtful, opinionated, curious young people thought nothing of tackling films of all forms -- black and white, subtitled, documentary, non-narrative, fantasy -- and thought nothing of writing detailed reviews that competed to favor one film over another in passionate and increasingly sophisticated prose. Six thousand reviews each school week vying for the honor of being review of the week.
Bu düşünceli, önyargılı, meraklı genç insanlar şimdiye dek her türden mücadeleci filmle ilgili bir şey düşünmemişlerdi -- siyah ve beyaz, altyazılı, belgesel, anlatısız, fantezi -- ayrıca tutkulu ve gittikçe daha çok yönlü hale gelen düz yazıyla bir filmi başka bir film üzerinden öven detaylı incelemeler yazmakla ilgili bir şey düşünmemişlerdi. Her okul haftasında altı bin inceleme, haftanın incelemesi seçilme onuru için rekabet ediyor.
From 25 clubs, we became hundreds, then thousands, until we were nearly a quarter of a million kids in 7,000 clubs right across the country. And although the numbers were, and continue to be, extraordinary, what became more extraordinary was how the experience of critical and curious questioning translated into life. Some of our kids started talking with their parents, others with their teachers, or with their friends. And those without friends started making them.
Yirmi beş kulüp, yüzlerce oldu, sonra binlerce, ta ki ülke çapında 7 bin kulüpte yaklaşık çeyrek milyon çocuk olana dek. Sayılar olağanüstüydü ve öyle olmaya devam etti, daha da olağanüstü olan hayata dönüştürülen kritik ve meraklı sorgulama tecrübesiydi. Çocuklardan bazısı aileleriyle, diğerleri de öğretmenleri veya arkadaşlarıyla konuşmaya başladı. Arkadaşı olmayanlar ise arkadaş edinmeye başladı.
The films provided communality across all manner of divide. And the stories they held provided a shared experience. "Persepolis" brought a daughter closer to her Iranian mother, and "Jaws" became the way in which one young boy was able to articulate the fear he'd experienced in flight from violence that killed first his father then his mother, the latter thrown overboard on a boat journey.
Filmler, tüm sınıflandırma biçimlerinde toplumsallık sağladı. Hikâyeleri de paylaşılan bir tecrübe sağladı. "Persepolis," bir kızı İranlı annesiyle yakınlaştırıyor ve "Denizin Dişleri" de, genç bir çocuğun önce babasını öldüren, sonra da annesini bir bot gezisinde denize düşürerek öldüren şiddetten kaçışında tecrübe ettiği korkuyu ifade edebilme biçimini anlatıyor.
Who was right, who wrong? What would they do under the same conditions? Was the tale told well? Was there a hidden message? How has the world changed? How could it be different? A tsunami of questions flew out of the mouths of children who the world didn't think were interested. And they themselves had not known they cared. And as they wrote and debated, rather than seeing the films as artifacts, they began to see themselves.
Kim haklıydı, kim haksızdı? Aynı koşullar altında onlar ne yapardı? Hikâye iyi anlatılmış mıydı? Gizli bir mesaj var mıydı? Dünya nasıl değişti? Nasıl daha farklı olabilirdi? Dünyanın ilgisiz olduklarını düşündüğü çocukların ağzından büyük bir sorular dalgası çıktı. Kendileri de ilgili olduklarının farkında değildi. Filmleri yapay bir şey olarak görmek yerine yazdıkça ve tartıştıkça kendilerini görmeye başladılar.
I have an aunt who is a wonderful storyteller. In a moment she can invoke images of running barefoot on Table Mountain and playing cops and robbers. Quite recently she told me that in 1948, two of her sisters and my father traveled on a boat to Israel without my grandparents. When the sailors mutinied at sea in a demand for humane conditions, it was these teenagers that fed the crew. I was past 40 when my father died. He never mentioned that journey.
Teyzem harika bir hikâye anlatıcı. Bir anda Masa Dağında çıplak ayakla koşmak ve hırsız polis oynamak imgeleri yaratabilir. Geçtiğimiz günlerde bana 1948 senesinde iki kız kardeşinin ve babamın tek başlarına bir botla İsrail'e seyahat ettiklerini anlattı. Denizciler daha insancıl koşullar için denizde isyan ettiklerinde, mürettebatı bu gençler beslemişti. Babam öldüğünde 40 yaşımı geçmiştim. O bu seyahatten hiç bahsetmedi.
My mother's mother left Europe in a hurry without her husband, but with her three-year-old daughter and diamonds sewn into the hem of her skirt. After two years in hiding, my grandfather appeared in London. He was never right again. And his story was hushed as he assimilated.
Annemin annesi Avrupa'yı kocası olmadan alelacele terk etti, ama yanına üç yaşındaki kızını ve eteğinin kenarlarına dikili elmasları aldı. İki yıllık saklanmadan sonra büyük babam Londra'da ortaya çıktı. Bir daha hiç haklı olamadı. O özümsedikçe, hikâyesi de gizlendi.
My story started in England with a clean slate and the silence of immigrant parents. I had "Anne Frank," "The Great Escape," "Shoah," "Triumph of the Will." It was Leni Riefenstahl in her elegant Nazi propaganda who gave context to what the family had to endure. These films held what was too hurtful to say out loud, and they became more useful to me than the whispers of survivors and the occasional glimpse of a tattoo on a maiden aunt's wrist.
Benim hikâyem İngiltere'de, beyaz bir sayfayla ve göçmen ailemin sessizliğiyle başladı. "Anne Frank," "Büyük Firar," "Shoah" ve "İradenin Zaferi" benimleydi. Şık Nazi propagandasında ailenin katlanması gereken şeye bağlam sağlayan Leni Riefenstahl'dı. Bu filmler, açıkça söylemesi acı veren şeyleri işliyordu ve bana, hayatta kalanların fısıltısından ve bir bakire teyzenin bileğindeki dövmenin rastlantısal bakışından daha faydalı oldular.
Purists may feel that fiction dissipates the quest of real human understanding, that film is too crude to tell a complex and detailed history, or that filmmakers always serve drama over truth. But within the reels lie purpose and meaning. As one 12-year-old said after watching "Wizard of Oz," "Every person should watch this, because unless you do you may not know that you too have a heart."
Sadelikten yana olanlar, kurgunun gerçek insan fikri arayışını yaydığını, filmin karışık ve detaylı bir tarihi anlatmak için çok basit olduğunu ve film yapımcılarının daima gerçek üzerinden drama sunduklarını düşünebilir. Fakat film makaralarının ardında amaç ve anlam yatıyor. "Oz Büyücüsü" filmini izledikten sonra 12 yaşındaki bir çocuk şöyle demişti: "Bunu herkes izlemeli çünkü eğer izlemezseniz bir kalbiniz olduğunu bilmeyebilirsiniz."
We honor reading, why not honor watching with the same passion? Consider "Citizen Kane" as valuable as Jane Austen. Agree that "Boyz n the Hood," like Tennyson, offers an emotional landscape and a heightened understanding that work together. Each a piece of memorable art, each a brick in the wall of who we are. And it's okay if we remember Tom Hanks better than astronaut Jim Lovell or have Ben Kingsley's face superimposed onto that of Gandhi's. And though not real, Eve Harrington, Howard Beale, Mildred Pierce are an opportunity to discover what it is to be human, and no less helpful to understanding our life and times as Shakespeare is in illuminating the world of Elizabethan England.
Okumaya saygı gösteriyoruz, aynı tutkuyla izlemeye neden göstermeyelim? "Citizen Kane"in Jane Austen kadar değerli olduğunu bilin. "Artık Çocuk Değiller"in, tıpkı Tennyson gibi bir arada işleyen duygusal bir manzarayla keyifli bir anlayış sunduğunu kabul edin. Her biri unutulmaz sanat eseri, her biri olduğumuz kişinin duvarında birer tuğla. Jim Lovell'ı Tom Hanks'ten daha iyi hatırlıyor olabiliriz veya Ben Kingsley'in yüzü Gandhi'nin yüzüyle birleşebilir. Gerçek olmasalar bile Eve Harrington, Howard Beale, Mildred Pierce insan olmanın ne olduğunu keşfetmek için birer imkan olabilirler ve hayatlarımızı ve çağımızı anlama konusunda, Elizabeth'in İngiltere dünyasını, Shakespeare'in aydınlatması kadar yardımcı olabilirler.
We guessed that film, whose stories are a meeting place of drama, music, literature and human experience, would engage and inspire the young people participating in FILMCLUB. What we could not have foreseen was the measurable improvements in behavior, confidence and academic achievement. Once-reluctant students now race to school, talk to their teachers, fight, not on the playground, but to choose next week's film -- young people who have found self-definition, ambition and an appetite for education and social engagement from the stories they have witnessed.
Hikâyelerinin drama, müzik, edebiyat ve insan tecrübesinin buluşma noktası olduğu o filmin FILMCLUB'a katılan genç insanları etkileyebileceği ve onlara ilham verebileceğini tahmin ettik. Öngöremediğimiz şey, davranış, güven ve akademik başarıdaki ölçülebilir gelişimlerdi. Başta isteksiz olan öğrenciler şimdi okula koşuyorlar, öğretmenleriyle konuşuyorlar, oyun alanında değil, sonraki haftanın filmini seçmek için savaşıyorlar-- şahit oldukları hikâyelerden, eğitim ve sosyal bağlılık için öz-tanımlama, hırs ve istek bulmuş genç insanlar.
Our members defy the binary description of how we so often describe our young. They are neither feral nor myopically self-absorbed. They are, like other young people, negotiating a world with infinite choice, but little culture of how to find meaningful experience. We appeared surprised at the behaviors of those who define themselves by the size of the tick on their shoes, yet acquisition has been the narrative we have offered.
Üyelerimiz, gençlerimizi tanımlarken sıkça kullandığımız ikili tanımlamaya karşı koyuyorlar. Onlar ne vahşi, ne de geleceği görmeksizin benciller. Onlar tıpkı diğer gençler gibi bir sonsuz seçenekler dünyasında ilerliyorlar fakat anlamlı tecrübenin nasıl bulunacağına dair çok az kültür var. Ayakkabıları üzerindeki işaretin boyutuyla kendilerini tanımlayanların davranışlarına şaşırmış göründük fakat sunduğumuz anlatı, kazançtı. Farklı değerler istiyorsak
If we want different values we have to tell a different story, a story that understands that an individual narrative is an essential component of a person's identity, that a collective narrative is an essential component of a cultural identity, and without it it is impossible to imagine yourself as part of a group. Because when these people get home after a screening of "Rear Window" and raise their gaze to the building next door, they have the tools to wonder who, apart from them, is out there and what is their story.
farklı bir hikâye anlatmalıyız, bireysel bir anlatının, bir insanın kimliğinin önemli bir bileşeni olduğunu anlayan, kolektif bir anlatının, kültürel bir kimliğin önemli bir bileşeni olduğunu anlayan ve bunlar olmaksızın kendinizi bir grubun parçası olarak görmenin imkansız olduğunu anlayan bir hikâye. Çünkü bu insanlar "Arka Pencere" gösteriminden sonra eve gittiklerinde ve gözlerini yandaki binaya diktiklerinde, kendileri hariç orada kimlerin olduğunu ve hikâyelerinin ne olduğunu merak etmek için gereken araçlara sahip olacaklar.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkış)