From the 1650s through the late 1800s, European colonists descended on South Africa. First, Dutch and later British forces sought to claim the region for themselves, with their struggle becoming even more aggressive after discovering the area’s abundant natural resources. In their ruthless scramble, both colonial powers violently removed numerous Indigenous communities from their ancestral lands.
1650′den 1800′lerin sonuna doğru Avrupalı sömürgeciler Güney Afrika’ya baskın yaptılar. İlk önce Hollanda ve ardından İngiliz güçleri bölgeye sahip olmayı talep ettiler. bölgenin verimli doğal kaynaklarını keşfettikten sonra mücadeleleri daha saldırgan hale geldi. Amansız mücadelelerinde sömürgeci güçlerinin ikisi de atalarının topraklarından vahşice sayısız yerli toplulukları çıkardı.
Yet despite these conflicts, the colonizers often claimed they were settling in empty land devoid of local people. These reports were corroborated in letters and travelogues by various administrators, soldiers, and missionaries. Maps were drawn reflecting these claims, and prominent British historians supported this narrative. Publications codifying the so-called Empty Land Theory had three central arguments. First, most of the land being settled by Europeans had no established communities or agricultural infrastructure. Second, any African communities that were in those regions had actually entered the area at the same time as Europeans, so they didn’t have an ancestral claim to the land. And third, since these African communities had probably stolen the land from earlier, no-longer-present Indigenous people, the Europeans were within their rights to displace these African settlers.
Bu çatışmalara rağmen sömürgeciler çoğu kez yerli insanların olmadığı boş alana yerleştiklerini iddia ettiler. Bu raporlar çeşitli yöneticiler, askerler ve misyonerler tarafından mektuplarda ve seyahatnamelerde doğrulandı. Haritalar bu iddiaları yansıtarak çizildi ve seçkin İngiliz tarihçileri bu hikayeyi destekledi. Sözde Boş Arazi Teorisini kodlayan yayınların üç temel argümanı vardı. Birincisi, arazilerin çoğuna yerleşen Avrupalılar, yerleşik toplulukları veya tarımsal altyapısı yoktu. İkincisi, o bölgelerde olan Afrikalı topluluklar, araziye Avrupalılarla aynı zamanda ayak bastı. Böylece toprak üzerinde atalarından kalma bir iddiaları olmadı. Üçüncü, bu Afrikalı topluluklar araziye muhtemelen daha önce el koyduğu için artık yerli halk yok, Avrupalıların bu Afrikalı yerleşimcileri yerinden etme hakları vardı.
The problem is that all three of these arguments were completely false. Almost none of this land was empty and Africans had lived here for millennia. Indigenous South Africans simply had a different practice of land ownership from the Dutch and British. Land belonged to families or groups, not individuals. And even that ownership was more focused on the land’s agricultural products than the land itself. Community leaders would distribute seasonal land rights, allowing various nomadic groups to graze cattle or forage for vegetation. Even the groups that did live in large agricultural settlements didn’t believe they owned the land as private property. But the colonizing Europeans had no respect for this system of ownership. They concluded the land belonged to no one and could therefore be divided amongst themselves.
Sorun şu ki üç argümanın hepsi yanlıştı. Neredeyse bu arazilerin hepsi doluydu ve Afrikalılar orada bin yıl yaşadı. Yerli Güney Afrikalıların Hollandalılardan ve İngilizlerden tamamen farklı toprak mülkiyeti uygulaması vardı. Arazi ailelere ya da gruplara aitti, kişilere değil. Mülkiyet bile arazinin kendisinden çok tarım ürünlerine odaklandı. Topluluk liderleri mevsimlik toprak haklarını tevzi edecekti. çeşitli yerli grupların sığır otlatması ya da bitki örtüsü için yiyecek aramasına izin verdiler. Büyük tarımsal yerleşimlerde yaşayan gruplar bile araziye özel mülk olarak sahip olduklarına inanmadılar. Ancak sömürgeci Avrupalıların bu mülkiyet sistemine saygıları yoktu. Arazinin kimseye ait olmadığına karar kıldılar ve dolayısıyla kendi aralarında bölünebilirler.
In this context, claims that the land was “empty” were an ignorant oversimplification of a much more complex reality. But the Empty Land Theory allowed British academics to rewrite history and minimize native populations. In 1894, the European parliament in Cape Town took this exploitation even further by passing the Glen Grey Act. This decree made it functionally impossible for native Africans to own land, shattering the system of collective tribal ownership and creating a class of landless people. To justify the theft, Europeans painted the locals as barbarians who lacked the capacity for reason and were better off being ruled by the colonizers.
Bu bağlamda arazinin “boş” olduğu iddiası daha çok karmaşık gerçekliğin cahilce bir basitleştirmesiydi. Ancak Boş Arazi Teorisi, İngiliz akademisyenlerine tarihi yeniden yazmasına ve yerli nüfusu azaltmasına izin verdi. 1894′te Cape Town’daki Avrupa parlamentosu Glen Gray Yasasını geçirerek bu sömürüyü daha da ileri götürdü. Bu kararname yerli Afrikalıların toprak sahibi olmasını, kolektif kabile mülkiyeti sistemini parçalamasını ve topraksız bir insan sınıfı yaratmak işlevsel olarak imkansız hale getirdi. Hırsızlığı meşrulaştırmak için Avrupalılar yerlileri muhakeme yeteneğinden yoksun olan barbarlar olarak resmetti ve sömürgeciler tarafından yönetilmeleri daha iyiydi.
This strategy of stripping locals of their right to ancestral lands and casting native people as savages has been employed by many colonizers. Now known as the Empty Land Myth, this is a well-established technique in the colonial playbook, and its impact can be found in the history of many countries, including Australia, Canada, and the United States. And in South Africa, the influence of this narrative can be traced directly to a brutal campaign of institutionalized racism.
Yerlilerin atalarının toprak haklarını ellerinden almaya yönelik bu strateji ve yerli insanları vahşi olarak göstermek birçok sömürgeci tarafından kullanıldı. Artık Boş Arazi Efsanesi olarak bilinen, bu sömürgecilerin tiyatro metninde çok iyi kurulan bir tekniktir ve etkileri birçok ülkenin tarihinde görülebilir, Avustralya, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri dahil. Güney Afrika’da bu anlatının etkisi doğrudan kurumsallaşmış ırkçılığın acımasız kampanyasına kadar izlenebilir.
Barred from their lands, the once self-sufficient population struggled as migrant laborers and miners on European-owned property. The law forbade them from working certain skilled jobs, and forced Africans to live in racially segregated areas. Over time, these racist policies intensified, mandating separation in urban areas, restricting voting rights, and eventually building to apartheid. Under this system, African people had no voting rights, and the education of native Africans was overhauled to emphasize their legal and social subservience to white settlers. This state of legally enforced racism persisted through the early 1990s, and throughout this period, colonists frequently invoked the Empty Land Theory to justify the unequal distribution of land.
Topraklarından men edilmiş, bir zamanlar Avrupa’ya ait mülk üzerinde kendi kendine yeten nüfus, göçmen işçiler ve madenciler olarak mücadele etti. Yasa, beceri gerektiren işlerde çalışmalarını yasakladı ve Afrikalıları ırksal olarak ayrılmış alanlarda yaşamaya zorladı. Zamanla bu ırkçı politikalar arttı, kentsel alanlarda ayırmayı zorunlu kıldı, oy verme hakkını kısıtladı ve en sonunda ırkçılık inşa etti. Bu sistem altında, Afrikalıların oy verme hakkı yoktu ve yerli Afrikalıların eğitimi beyaz yerleşimcilere yasal ve sosyal itaatleri vurgulamak için gözden geçirildi. Yasal olarak uygulanan ırkçılık 1990′ların başına kadar devam etti ve bu süre boyunca sömürgeciler çoğu kez adil olmayan toprak dağıtımını meşrulaştırmak için Boş Arazi Teorisini hatırlattı.
South African resistance movements fought throughout the 20th century to gain political and economic freedom. And since the 1980s, South African scholars have been using archaeological evidence to correct the historical record. Today, South African schools are finally teaching the region's true history. But the legacy of the Empty Land Myth still persists as one of the most harmful stories ever told.
Güney Afrika direniş hareketleri siyasi ve ekonomik özgürlük için 20. yüzyıl boyunca mücadele etti. 1980′lerden bu yana, Güney Afrikalı akademisyenler arkeolojik kanıtları tarihi kayıtları doğrulamak için kullanıyor. Bugün Güney Afrika okulları nihayet bölgenin tarihini doğru öğretiyor. Ancak Boş Arazi Efsanesinin mirası, şimdiye kadar anlatılan en zararlı hikayelerden biri olmaya devam ediyor.