It was the worst day of my professional life. I took the train from Princeton to Washington that morning with lead in my stomach, knowing that I had to face my employees. The organization I lead was in crisis, and although I was not guilty of what I was being charged with in the media, I had made some major mistakes. I had lost the confidence of many of my staff and some of my board. The details of that crisis don't matter. We've all had crises in our personal and professional lives. And watching the news today, many of us feel like our countries and the world itself is in deep crisis. What matters is how we respond to crisis. I want to take you with me on what turned out to be a learning journey, one that was hard at times, but ultimately deeply rewarding. I called my board member, David Bradley, then chair of Atlantic Media, and he said, “Run toward the criticism.” He said, “Imagine you’re having an argument with your spouse. It is clear to you that your spouse is 98 percent wrong, but maybe, just maybe, two percent right. Run toward that two percent.” So I did. I called board members, staff members, even my old boss, the former president of Princeton University. I asked them to be straight. I practiced what I’ve come to call radical honesty. As I absorbed what they told me, trying to look into the mirror and see not only what I wanted to see, but also what others saw, I began to change. I learned to reach out to others to check and improve my own thinking. I learned to think about leadership as a collective rather than an individual enterprise. I learned that resilience is a team sport. I’d learned to lead not only from the centre of a web of relationships, but also from the edge to pay continual attention to people on the margin. I learned to share power. I learned, finally, that if you have the strength and courage to face yourself and your past with radical honesty, you have what it takes to do, be or build something new. I came to understand this process as one of renewal. Renewal is neither restoration nor reinvention, neither reform nor revolution, but something in between. It is a journey that looks backward and forward at the same time, looking to the past with honesty and to the future with renewed strength, confidence and hope. What would this process look like for you or for your organization? Many of our organizations are being challenged by our younger staff to confess our failings and root out the racism and bias that are not just out there, but far too often in here. It can be a painful exploration, but it’s a necessary prelude to change. What would this process look like for our countries? Facing our past means broadening our history to include our whole history, the stories that are being told by so many scholars, journalists and novelists. If you’re American and you’re from the south, as I am, it may mean looking differently at your own family. If you’re from the north and live in a neighborhood walled-off for white people by redlining and restrictive covenants, it may mean examining your own or your family's complicity. And for all of us, it means to be willing to recognize the original inhabitants of the lands we live and work on. If you're from another country, your history undoubtedly has chapters of conquest and loss, domination and dispossession. Winston Churchill is supposed to have said, “History is written by victors,” but when it is written by everyone, then the descendants of those victors have to face the ugly side of those victories. While the descendants of the vanquished are finally seen and heard. There are so many stories. But if we can hear them and learn just to listen, sit and absorb, not try to justify or avoid, we will find avenues opening up toward a new future. A future in a country big enough to hold us all. We will begin thinking about what we can build together. What do you want to see happen in the next five years as a prelude to the next 25? Could we rebuild our entire infrastructure to keep the planet clean and green? Could we build an entire infrastructure of care that allows all of us not only to pursue our individual careers and dreams, but also to be there for those we love? Could we invest more in the education of our children than in the training of soldiers and the buying and selling of weapons? Could we create new political systems to forge a representative multiparty democracy that represents the interests of the people rather than the powerful? Can we look around and embrace the diversity of our countries as a source of prosperity and innovation? Stop now for just a moment, and imagine to take one example. That Chicago is the epicenter of this transformation. Beginning right now, the Chicago Historical Society would start preparing for America’s 250th anniversary in 2026 by providing funds for young journalists in every part of the city to start interviewing elders and combing through archives to uncover the full stories of the land and the neighborhoods that they live in. A people’s history, One that includes racism and bigotry, violence and corruption. But that also tells a story of a city rising from the prairie on the edge of a great lake, home to wave after wave of immigrants. Immigrants in the 19th century from every country in Europe, stretching east to Russia. Each group with their own neighborhoods and festivals. Immigrants in the 20th century from countries on every continent, each group with their own neighborhoods and festivals. Imagine Chicago embracing a new American motto and making it real. Instead of E Pluribus Unum, “out of many one,” Chicago learns how to be Pluris et unum, “many and one,” at the same time. Chicago itself, the quintessential city of the big shoulders, becomes the city of the wide arms, stretching out in welcome and embrace. That is one possible journey of renewal, a journey of running toward the criticism, looking backward to face the past and forward with as many others as we can gather to build a new future. A journey we all can take. Our destination is transformation. Thank you. (Applause)
O gün, meslek hayatımın en kötü günüydü. İçimde kötü bir hisle, çalışanlarımla yüzleşmem gerektiğini bilerek Princeton’dan Washington’a gittim. Yönettiğim organizasyon bir kriz içindeydi ve medyada suçlandıklarımdan ben sorumlu olmasam da, çok büyük hatalar yaptım. Çoğu personelin ve yönetim kurulu üyesinin inancını kaybettim. O krizin detayları şu an önemli değil. Hepimiz, kişisel ve meslek hayatımızda krizler yaşadık. Bugün haberlere baktığımızda çoğumuz ülkelerin ve dünyanın bir kriz içinde olduğu hissine kapılıyoruz. Önemli olan, bizim kriz anına nasıl karşılık verdiğimizdir. Sizleri zaman zaman zor ama sonunda çok değerli olan, sonrasında bunun bir öğrenme süreci olduğunu anladığımız bir yolculuğa götürmek istiyorum. O zamanlar Atlantik Medya’nın başkanı olan yönetim kurulu üyesi David Bradley’i aradım ve bana, “Eleştiriye doğru yol al,” dedi. Bana dedi ki, “Eşinle tartıştığını düşün. Eşinin haksız olduğu %98 ortada, ama belki, belki de %2 haklılık payı var. O %2′ye doğru koş.” Ben de öyle yaptım. Yönetim kurulunu, personelleri, hatta Princeton Üniversitesinin eski başkanını, yani eski patronumu dahi aradım. Onlardan benimle açık konuşmalarını istedim. Radikal dürüstlük dediğim şeyi uyguladım. Git gide bana söylediklerini kavradım: “Aynaya bakıp sadece benim görmek istediklerimi değil, diğerlerinin gördüklerini de görmek.” İşte o zaman değişmeye başladım. Düşüncelerimi kontrol etmek ve geliştirmek için başkalarına ulaşmayı öğrendim. Liderliğe kişisel değil de kolektif bir iş olduğu yönünden bakmayı öğrendim. Zorlukları yenmenin bir takım işi olduğunu öğrendim. Sadece ilişkilerin yakın çevresindekiler ile değil, aynı zamanda alakalı herkes ile sürekli iletişim hâlinde olmayı öğrendim. Gücü paylaşmayı öğrendim. Son olarak, kendinle ve geçmişinle radikal bir dürüstlük içinde yüzleşmek için gücün ve cesaretin varsa yeni bir şey olmak ya da inşa etmek için gereken her şeye sahipsin demektir. Bu süreci bir tür yenilenme olarak algıladım. Yenilenme ne bir onarma ne de bir yeniden inşa etme, ne bir reform ne de bir devrimdir, ancak ikisinin ortasındadır. Bu geçmişe dürüstlükle, geleceğe yenilenmiş güç, güven ve umutla bakan aynı anda hem ileriye hem de geriye dönük bir yolculuktur. Bu süreç sizin için ya da kuruluşunuz için nasıl olurdu? Kuruluşlarımızın çoğu, genç personel tarafından başarısızlıklarımızı itiraf etmekte ve yalnızca orada değil, burada da sık sık görülen ırkçılık ve önyargıyı kırmakta zorlanıyor. Çok zorlu bir keşif olabilir fakat değişim için gerekli bir başlangıçtır. Bu süreç ülkelerimiz için nasıl olurdu? Geçmişimizle yüzleşmek, tarihimizi tamamıyla ve birçok araştırmacı, gazeteci ve yazar tarafından anlatılmış hikâyelerle beraber genişletmek demektir. Eğer Amerikalı iseniz ve benim gibi güneyliyseniz bu ailenize farklı bakmak anlamına gelebilir. Eğer kuzeyliyseniz ve kritik ve kısıtlayıcı sözleşmelerle beyazlar için inşa edilmiş duvarlarla çevrili bir mahallede yaşıyorsanız bu kendinizin ve ailenizin suç ortaklığını yoklamanız gerektiği anlamına gelebilir. Bu hepimiz için, yaşadığımız ve çalıştığımız toprakların asıl halkını tanımaya istekli olmak demektir. Eğer başka bir ülkedenseniz şüphesiz fetihler ve kayıplar, hakimiyetler ve mahkumiyetlerle dolu bir tarihiniz vardır. Winston Churchill şöyle demişti: “Tarih galipler tarafından yazılır.” Fakat herkes tarihi yazdığında bu galiplerin gelecek nesli zaferlerin çirkin tarafı ile yüzleşmek zorunda kalıyor. İşte o zaman, yenilenlerin neslinin sesi duyulur. Çok fazla hikâye var. Ancak onları sayarsak, haklı çıkmaya çalışmak ya da kaçınmaktan ziyade onları dinlemeyi ve özümsemeyi öğrenirsek yeni bir geleceğe açılan yolları bulacağız. Bir ülkedeki gelecek hepimize yetecek kadar büyüktür. Beraber neler inşa edebileceğimizi düşünmeye başlayacağız. Önümüzdeki 25 yılın başlangıcı olarak 5 yıl içinde neler olmasını isterseniz? Gezegenimizi temiz ve yeşil tutmak için tüm altyapıyı tekrar inşa edebilir miyiz? Hem kendi kariyer ve hayallerimizi sürdürmemize hem de sevdiklerimizin her zaman yanında olmamıza olanak sağlayacak bir hizmet altyapısını tamamen tekrardan inşa edebilir miyiz? Asker eğitimi veya silah alıp satımındansa çocuklarımızın eğitimine daha fazla yatırım yapabilir miyiz? Güçlü olanın değil de halkın isteklerini temsil eden bir çok-partili demokrasi oluşturacak yeni bir politik sistem oluşturabilir miyiz? Çevremize bakıp ülkelerin çeşitliliğini bir refah ve yenilik kaynağı olarak kabul edebilir miyiz? Şimdi bir saniye durun ve bu örneği hayal edin. Chicago bu değişim için bir merkez üssü. Şu andan itibaren, Chicago Tarih Kurumu 2026′da gerçekleşecek Amerika’nın 250. yıldönümü hazırlıklarına, şehrin her bölgesinden genç gazetecilere yaşlılarla röportaj yapmak ve yaşadıkları bölge ve komşuların tüm hikâyelerini ortaya çıkaracak arşivleri bir araya getirmek için fon sağlayarak hazırlıklara başlıyor. Bir halkın tarihi, ırkçılık, yobazlık, şiddet ve yolsuzluk içeren bir tarih. Ama yine de, büyük bir gölün kenarındaki çayırlardan yükselen ve göçmen dalgalarına ev olan bir şehrin hikâyesini anlatıyor. Doğusu Rusya’ya kadar uzanan Avrupa’daki her şehirden gelen 19. yüzyıl göçmenleri. Her kitlenin kendi mahalleleri ve bayramları var. Her kıtadaki ülkelerden gelen 20. yüzyıl göçmenleri. Her kitlenin kendi mahalleleri ve bayramları var. Chicago’nun yeni bir Amerikan sloganı edindiğini hayal edin. Bunu gerçekten başardığını düşünün. E Pluribus Unum yani “çoktan tek” yerine Chicago, Pluris et unum yani aynı anda “çok ve tek” olmayı öğreniyor. Büyük omuzların şehri olan Chicago karşılamanın ve kucaklamanın geniş kolları olan şehir hâline geliyor. Bu yenilenmeye olası bir yolculuk. Eleştiriye doğru koşmanın yolculuğu, geçmişle yüzleşmek için geriye ve hep birlikte yeni bir gelecek inşa etmek için ileriye dönük. Hepimizin yapabileceği bir yolculuk. İstikametimiz dönüşüm. Teşekkür ederim. (Alkış)