For me they normally happen, these career crises, often, actually, on a Sunday evening, just as the sun is starting to set, and the gap between my hopes for myself and the reality of my life starts to diverge so painfully that I normally end up weeping into a pillow.
Benim için normaldir bu kariyer krizleri, aslında, sıklıkla bir Pazar akşamı, tam güneş batmaya başladığında, ve kendim için umutlarım ve hayatımın gerçekleri arasındaki uçurum, acı verici bir şekilde artmaya başlar ki normal olarak ağlayarak noktalanır.
I'm mentioning all this -- I'm mentioning all this because I think this is not merely a personal problem; you may think I'm wrong in this, but I think we live in an age when our lives are regularly punctuated by career crises, by moments when what we thought we knew -- about our lives, about our careers -- comes into contact with a threatening sort of reality.
Tüm bunları söylüyorum, söylüyorum çünkü bunun sadece kişisel bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Yanlış olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak bence hayatlarımızın düzenli olarak kariyer krizleriyle bölündüğü bir zamanda yaşıyoruz, hayatımız hakkında, kariyerimiz hakkında, her şeyi bildiğimizi düşündüğümüz anlarda, tehdit eder türde bir gerçeklikle karşı karşıya geliriz.
It's perhaps easier now than ever before to make a good living. It's perhaps harder than ever before to stay calm, to be free of career anxiety. I want to look now, if I may, at some of the reasons why we might be feeling anxiety about our careers. Why we might be victims of these career crises, as we're weeping softly into our pillows. One of the reasons why we might be suffering is that we are surrounded by snobs.
Günümüzde, hiç olmadığı kadar belki de, iyi bir yaşam sürmek mümkün. Sakin kalmak, kariyer kaygısından uzak kalmaksa belki de hiç olmadığı kadar zor. Şimdi, eğer yapabilirsem, kariyerlerimizle ilgili neden kaygı duyduğumuzun nedenlerine bakmak istiyorum. Neden bu kariyer krizlerinin kurbanları oluyoruz, sessizce yastıklarımıza gömülmüş ağlarken. Neden acı çektiğimize dair nedenlerin bir tanesi züppelerle çevrili oluşumuzdur.
In a way, I've got some bad news, particularly to anybody who's come to Oxford from abroad. There's a real problem with snobbery, because sometimes people from outside the U.K. imagine that snobbery is a distinctively U.K. phenomenon, fixated on country houses and titles. The bad news is that's not true. Snobbery is a global phenomenon; we are a global organization, this is a global phenomenon. What is a snob? A snob is anybody who takes a small part of you, and uses that to come to a complete vision of who you are. That is snobbery.
Şimdi, özellikle Oxford'a dışarıdan gelenler için bazı kötü haberlerim var. Züppelikle ilgili gerçek bir sorun var. Çünkü bazen Birleşik Krallık dışındaki insanlar züppeliğin taşra evleri ve unvanlara kafayı takan Birleşik Krallığa özgü bir fenomen olduğunu düşünürler. Kötü haber şu ki, bu doğru değildir. Züppelik küresel bir fenomendir. Küresel bir organizasyonuz. Bu küresel bir fenomen. Böyle bir şey var. Züppe nedir? Züppe, sizin küçük bir parçanızı alan ve kim olduğunuza dair bütün bir görüşe ulaşmak için kullanan kişidir. Bu züppeliktir.
The dominant kind of snobbery that exists nowadays is job snobbery. You encounter it within minutes at a party, when you get asked that famous iconic question of the early 21st century, "What do you do?" According to how you answer that question, people are either incredibly delighted to see you, or look at their watch and make their excuses.
Ve bugünlerde var olan baskın türdeki züppelik, iş züppeliğidir. Bir partide dakikalar içinde karşılaşırsınız, erken 21. yüzyılın ünlü ikonik sorusuyla karşılaştığınız anda, 'Ne iş yaparsınız?' Ve bu soruyu nasıl cevapladığınıza göre, insanlar ya sizi gördüklerine inanılmaz derecede sevinirler, ya da saatlerine bakar ve özürlerini sıralarlar.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Now, the opposite of a snob is your mother.
Şimdi, züppeliğin karşıtı annenizdir.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
Not necessarily your mother, or indeed mine, but, as it were, the ideal mother, somebody who doesn't care about your achievements. Unfortunately, most people are not our mothers. Most people make a strict correlation between how much time, and if you like, love -- not romantic love, though that may be something -- but love in general, respect -- they are willing to accord us, that will be strictly defined by our position in the social hierarchy.
İlla sizin anneniz değil, ya da aslında benimkisi de. Ama olması gerektiği gibi, ideal anne. Başarılarınızı o kadar önemsemeyen birisi. Ama ne yazık ki, çoğu insan annelerimiz değildir. Çoğu insan ne kadar zaman, ya da dilerseniz, aşk, romantik aşk değil, başka bir şey olabilir, ama aşk genel olarak, saygı arasında katı bir korelasyon kurarlar, bizi, bu katı bir şekilde tanımlanacaktır,
And that's a lot of the reason why we care so much about our careers
sosyal hiyerarşi içinde durumumuzla uzlaştırmaya isteklidirler.
and indeed start caring so much about material goods. You know, we're often told that we live in very materialistic times, that we're all greedy people. I don't think we are particularly materialistic. I think we live in a society which has simply pegged certain emotional rewards to the acquisition of material goods. It's not the material goods we want; it's the rewards we want. It's a new way of looking at luxury goods. The next time you see somebody driving a Ferrari, don't think, "This is somebody who's greedy." Think, "This is somebody who is incredibly vulnerable and in need of love."
Ve bu da kariyerlerimiz konusuna neden bu kadar değer verdiğimize dair nedenlerdir. Ve aslında maddi şeylere fazla değer vermemizin. Bilirsiniz, sıklıkla maddi zamanlarda yaşadığımız söylenir, hepimizin açgözlü olduğu. Özellikle materyalist olduğumuzu düşünmüyorum. Bence belli duygusal ödüllerin basitçe maddi malların edinilmesine bağlanan bir toplumda yaşıyoruz. İstediğimiz maddi mallar değil. İstediğimiz ödül aslında. Ve bu da lüks mallara yeni bir bakış. Bir dahaki sefere Ferrari kullanan birini gördüğünüzde 'Bu açgözlü biri.' diye düşünmeyin. 'Bu inanılmaz derecede kırılgan ve sevilmeye ihtiyacı olan biri.' diye düşünün.
(Laughter)
Diğer bir deyişle - (Gülüşmeler)
Feel sympathy, rather than contempt.
küçümsemek yerine sempati hissedin.
There are other reasons --
Başka nedenler var -
(Laughter)
(Gülüşmeler)
There are other reasons why it's perhaps harder now to feel calm than ever before. One of these, and it's paradoxical, because it's linked to something that's rather nice, is the hope we all have for our careers. Never before have expectations been so high about what human beings can achieve with their lifespan. We're told, from many sources, that anyone can achieve anything. We've done away with the caste system, we are now in a system where anyone can rise to any position they please. And it's a beautiful idea. Along with that is a kind of spirit of equality; we're all basically equal. There are no strictly defined hierarchies. There is one really big problem with this,
Eskiye göre şimdi sakin kalmanın neden zor olduğuna dair başka nedenler var. Bunlardan biri ve bu çelişkili çünkü daha çok hoş bir şeyle ilişkili, kariyerlerimiz için sahip olduğumuz umut. Hayatı boyunca insanın neler başarabileceği hakkında beklentiler hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Birçok kaynak tarafından herkesin her şeyi yapabileceği söylendi. Kast sistemini ortadan kaldırdık. Şimdi herkesin istediği herhangi bir pozisyona yükselebileceği bir sistemdeyiz. Ve bu çok güzel bir fikir. Bununla birlikte bir tür eşitlik ruhu var. Hepimiz temel olarak eşitiz. Kesin olarak tanımlanmış hiyerarşiler yok.
and that problem is envy. Envy, it's a real taboo to mention envy, but if there's one dominant emotion in modern society, that is envy. And it's linked to the spirit of equality.
Bununla ilgili büyük bir sorun var. Ve bu sorun kıskançlık. Kıskançlık, kıskançlıktan bahsetmek gerçek bir tabu, ama eğer modern toplumda tek baskın duygu varsa, o kıskançlıktır. Ve o eşitlik ruhu ile ilişkili. Açıklamama izin verin.
Let me explain. I think it would be very unusual for anyone here, or anyone watching, to be envious of the Queen of England. Even though she is much richer than any of you are, and she's got a very large house, the reason why we don't envy her is because she's too weird.
Sanırım buradaki herhangi biri ya da izleyen herhangi biri için, İngiltere Kraliçesini kıskanmak olağandışı olacaktır. Buradaki herkesten çok daha zengin olmasına rağmen. Ve çok büyük bir evi var. Kıskanmamamızın nedeni, onun çok tuhaf olmasıdır.
(Laughter)
Basit olarak çok yabancı.
She's simply too strange. We can't relate to her, she speaks in a funny way, she comes from an odd place. So we can't relate to her, and when you can't relate to somebody, you don't envy them.
Onunla ilişkilendiremiyoruz kendimizi. Komik bir şekilde konuşuyor. Tuhaf bir yerden geliyor. Bu nedenle onunla ilişkilendiremiyoruz. Ve başkasıyla kendinizi ilişkilendiremezseniz, onu kıskanmazsınız. İki insanın yaş ya da geçmişleri ne kadar yakınsa,
The closer two people are -- in age, in background, in the process of identification -- the more there's a danger of envy, which is incidentally why none of you should ever go to a school reunion, because there is no stronger reference point than people one was at school with. The problem of modern society is it turns the whole world into a school. Everybody's wearing jeans, everybody's the same. And yet, they're not. So there's a spirit of equality combined with deep inequality, which can make for a very stressful situation.
kişiselleştirme sürecinde, kıskanma tehlikesi daha fazladır. Ki sırası gelmişken, hiçbirinizin asla bir mezunlar gününe gitmemenizin nedenidir. Çünkü okula gittiğinizi insanlar kadar güçlü bir referans noktası yoktur. Ancak genel olarak, modern toplumun sorunu şu ki, tüm dünyayı bir okul haline getiriyor. Herkes jean pantalon giyiyor, herkes aynı. Ancak aynı da değiller. Yani bir eşitlik ruhu var, ancak derin eşitsizliklerle birlikte. Bu da çok stresli durumlar yaratıyor - yaratabiliyor.
It's probably as unlikely that you would nowadays become as rich and famous as Bill Gates, as it was unlikely in the 17th century that you would accede to the ranks of the French aristocracy. But the point is, it doesn't feel that way. It's made to feel, by magazines and other media outlets, that if you've got energy, a few bright ideas about technology, a garage -- you, too, could start a major thing.
Muhtemelen bugünlerde Bill Gates kadar zengin ve ünlü olma ihtimaliniz yok, tıpkı 17. yüzyılda Fransız aristokrasisi rütbesine erişemeyeceğiniz gibi. Ancak asıl nokta şu ki, öyle hissedilmiyor. Dergiler ve diğer medya tarafından eğer enerjiniz varsa, teknoloji ile ilgili birkaç parlak fikir, bir garajınız varsa, büyük bir şey başlatabileceksiniz gibi hissettiriliyor.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
The consequences of this problem make themselves felt in bookshops. When you go to a large bookshop and look at the self-help sections, as I sometimes do -- if you analyze self-help books produced in the world today, there are basically two kinds. The first kind tells you, "You can do it! You can make it! Anything's possible!" The other kind tells you how to cope with what we politely call "low self-esteem," or impolitely call, "feeling very bad about yourself."
Ve bu sorunun sonuçları kendini kitapçılarda hissettiriyor. Büyük bir kitapçıya gittiğinizde ve kişisel gelişim kısmına baktığınızda, benim yaptığım gibi, eğer günümüzde üretilen kişisel gelişim kitaplarına bakarsanız, temelde iki türdür. İlk tür size 'Yapabilirsin! Başarabilirsin! Her şey mümkün!' der. Ve diğeri kibarca 'düşük kendine güven' dediğimiz ya da kibar olmayan şekilde 'kendi hakkında kötü hissetmek' diyebileceğimiz şeyle nasıl baş edeceğinizi söyler.
There's a real correlation between a society that tells people that they can do anything, and the existence of low self-esteem. So that's another way in which something quite positive can have a nasty kickback. There is another reason why we might be feeling more anxious -- about our careers, about our status in the world today, than ever before. And it's, again, linked to something nice. And that nice thing is called meritocracy.
İnsanlara istedikleri her şeyi yapabileceklerini söyleyen bir toplumla düşük özgüven arasında gerçek bir ilişki vardır. Yani bu aslında oldukça olumlu olan bir şeyin nahoş bir ters tepkisinin olduğu durum. Kariyerlerimizle, günümüzdeki dünyadaki statümüzle ilgili olarak daha önce olmadığı kadar endişeli olmamızın bir başka nedeni var. Ve yine, hoş bir şeyle ilişkili. Ve bu hoş şey meritokrasi olarak adlandırılıyor.
Everybody, all politicians on Left and Right, agree that meritocracy is a great thing, and we should all be trying to make our societies really, really meritocratic. In other words -- what is a meritocratic society? A meritocratic society is one in which, if you've got talent and energy and skill, you will get to the top, nothing should hold you back. It's a beautiful idea. The problem is, if you really believe in a society where those who merit to get to the top, get to the top, you'll also, by implication, and in a far more nasty way, believe in a society where those who deserve to get to the bottom also get to the bottom and stay there. In other words, your position in life comes to seem not accidental, but merited and deserved. And that makes failure seem much more crushing.
Şimdi, herkes, sol ve sağ tüm politikacılar, meritokrasinin harika bir şey olduğunda hemfikirdir, ve hepimiz toplumlarımızı gerçekten meritokratik yapmaya çalışıyor olmalıyız. Diğer bir deyişle, meritokratik bir toplum nasıl olur? Meritokratik bir toplumda eğer yeteneğiniz ve enerjiniz ve beceriniz varsa en yukarı çıkarsınız. Hiçbir şey sizi tutamaz. Bu çok güzel bir fikir. Sorun şu ki eğer en yukarı çıkmayı hak edenin çıktığı bir topluma gerçekten inanıyorsanız, siz ayrıca, tanım gereğince, çok daha nahoş bir şekilde, en alta inmeyi hak edenin de en alta indiği ve orada kaldığı bir topluma da inanacaksınızdır. Diğer bir deyişle, hayattaki pozisyonunuz rastlantısal görünmez, ancak layık olduğunuz ve hak ettiğinizdir. Ve bu başarısızlığı çok daha fazla ezici gösterir.
You know, in the Middle Ages, in England, when you met a very poor person, that person would be described as an "unfortunate" -- literally, somebody who had not been blessed by fortune, an unfortunate. Nowadays, particularly in the United States, if you meet someone at the bottom of society, they may unkindly be described as a "loser." There's a real difference between an unfortunate and a loser, and that shows 400 years of evolution in society and our belief in who is responsible for our lives. It's no longer the gods, it's us. We're in the driving seat.
Bilirsiniz, Ortaçağ’da, İngiltere'de, çok fakir bir insanla karşılaştığınızda, bu kişi "talihsiz" olarak tanımlanırdı. Kelime anlamıyla, talih tarafından kutsanmamış, talihsiz, şanssız kişi. Şimdilerde, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, toplumun alt tabakasından biri ile karşılaştığınızda, kibar olmayan bir şekilde, "kaybeden" olarak tanımlanır. Bir talihsiz ve kaybeden arasında gerçek bir farklılık vardır. Ve bu toplumun 400 yıllık evrimini ve kendi hayatlarımız için kimin sorumlu olduğuna dair düşüncelerimizi gösterir. Artık tanrılar değil, biziz. Biz sürücü koltuğundayız.
That's exhilarating if you're doing well, and very crushing if you're not. It leads, in the worst cases -- in the analysis of a sociologist like Emil Durkheim -- it leads to increased rates of suicide. There are more suicides in developed, individualistic countries than in any other part of the world. And some of the reason for that is that people take what happens to them extremely personally -- they own their success, but they also own their failure.
Eğer bunu iyi yapıyorsanız, heyecanlandırıcıdır ve değilseniz çok ezici. En kötü durumda Emile Durkheim gibi bir sosyologun analizine neden olur, intihar olaylarının artışına neden olur. Gelişmiş bireyci ülkelerde dünyanın diğer bölgelerine göre daha fazla intihar görülmektedir. Ve bunun bir nedeni insanların kendi başına gelenleri ileri derecede kişisel almalarıdır. Başarılarını sahipleniyorlar. Ama başarısızlıklarını da.
Is there any relief from some of these pressures that I've been outlining? I think there is. I just want to turn to a few of them. Let's take meritocracy. This idea that everybody deserves to get where they get to, I think it's a crazy idea, completely crazy. I will support any politician of Left and Right, with any halfway-decent meritocratic idea; I am a meritocrat in that sense. But I think it's insane to believe that we will ever make a society that is genuinely meritocratic; it's an impossible dream.
Bu belirtmekte olduğum baskıların bazılarından kurtulmak mümkün mü? Bence mümkün. Meritokrasiyi alalım. Herkesin ulaşmayı hak ettiği yere ulaştığı fikri. Bence çılgın bir fikir bu, tamamıyla çılgın. Yarım yamalak da olsa herhangi meritokratik bir fikri olan sol ya da sağ her politikacıyı desteklerim. Ben bir meritokratım ve bu böyle. Ama bence samimi olarak meritokratik bir toplum yaratabileceğimize inanmak çılgınca bir fikir. Bu imkânsız bir hayal. Kelime anlamıyla herkesin sınıflandırıldığı,
The idea that we will make a society where literally everybody is graded, the good at the top, bad at the bottom, exactly done as it should be, is impossible. There are simply too many random factors: accidents, accidents of birth, accidents of things dropping on people's heads, illnesses, etc. We will never get to grade them, never get to grade people as they should.
iyiler üstte ve kötüler altta olmak üzere, bir toplum yaratma fikri, ve bunu tam olarak olması gerektiği gibi yapmak, imkânsız. Basitçe çok fazla rastgele faktör var. Kazalar, doğum kazaları, insanların kafalarına bir şeylerin düştüğü kazalar, hastalıklar, vs. Bunları asla sınıflandıramayız. İnsanları olması gerektiği gibi asla sınıflandıramayız.
I'm drawn to a lovely quote by St. Augustine in "The City of God," where he says, "It's a sin to judge any man by his post." In modern English that would mean it's a sin to come to any view of who you should talk to, dependent on their business card. It's not the post that should count. According to St. Augustine, only God can really put everybody in their place; he's going to do that on the Day of Judgment, with angels and trumpets, and the skies will open. Insane idea, if you're a secularist person, like me. But something very valuable in that idea, nevertheless.
Aziz Augustine'in 'Tanrı'nın Şehri'nden latif bir alıntıya aklım kayıyor, şöyle diyor, "İnsanları vazifeleriyle yargılamayın." Modern İngilizcede bu, kiminle konuşacağınıza dair fikrinizi insanların kartvizitlerine göre vermek günahtır, demektir. Güveneceğiniz mevki değildir. Ve Aziz Augustine'e göre, Sadece Tanrı insanları kendi yerlerine koyabilir. Ve bunu Kıyamet Günü'nde, melekler ve trampetlerle yapacaktır ve gökyüzü açılacaktır. Delice bir fikir, eğer seküler bir insansanız, benim gibi. Ancak yine de bu fikirde çok değerli bir şey var.
In other words, hold your horses when you're coming to judge people. You don't necessarily know what someone's true value is. That is an unknown part of them, and we shouldn't behave as though it is known. There is another source of solace and comfort for all this. When we think about failing in life, when we think about failure, one of the reasons why we fear failing is not just a loss of income, a loss of status. What we fear is the judgment and ridicule of others. And it exists.
Diğer bir deyişle, insanları yargılamaya geldiğinde kendiniz frenleyin. Bir kişinin gerçek değerinin ne olduğunu mutlaka bilemeyebilirsiniz. Onlarla ilgili bilinmeyen bir parçadır bu. Ve biliniyor gibi davranmamalıyız. Tüm bunda başka bir avuntu ve rahatlık kaynağı var. Hayatta başarısız olmakla ilgili düşündüğümüzde, başarısızlığı düşündüğümüzde, başarısızlıktan korkmamızın nedenlerinden biri gelirimizi kaybetmek, statümüzü kaybetmek değildir. Korktuğumuz başkalarının yargılama ve alaylarıdır. Ve bu olur. Biliyorsunuz, bir numaralı alay aracı bugünlerde
The number one organ of ridicule, nowadays, is the newspaper. If you open the newspaper any day of the week, it's full of people who've messed up their lives. They've slept with the wrong person, taken the wrong substance, passed the wrong piece of legislation -- whatever it is, and then are fit for ridicule. In other words, they have failed. And they are described as "losers." Now, is there any alternative to this? I think the Western tradition shows us one glorious alternative, which is tragedy.
gazetedir. Ve eğer haftanın herhangi bir günü gazeteyi açarsanız, hayatlarını mahveden insanlarla doludur. Yanlış insanla yatarlar. Yanlış maddeyi kullanırlar. Yanlış kanunu geçirirler. Neyse ne. Ve alay için uygundurlar. Diğer bir deyişle, başarısız olurlar. Ve "kaybeden" olarak tanımlanırlar. Şimdi, buna alternatif var mı? Bence Batı geleneği bize ihtişamlı bir alternatif gösteriyor.
Tragic art, as it developed in the theaters of ancient Greece, in the fifth century B.C., was essentially an art form devoted to tracing how people fail, and also according them a level of sympathy, which ordinary life would not necessarily accord them. A few years ago, I was thinking about this, and I went to "The Sunday Sport," a tabloid newspaper I don't recommend you start reading if you're not familiar with it already.
Ve bu da trajedi. Trajik sanat, Antik Yunan tiyatrolarında 5. yüzyılda geliştiği şekliyle, temel olarak insanların nasıl başarısız olduğunun izini sürmeye adanmış bir sanat formuydu. Ve ayrıca onlara göre bir sempati düzeyiydi. Ki gündelik hayat onlarla mutlaka uyum göstermeyecekti. Bir kaç yıl öncesini hatırlıyorum, tüm bunları düşünüyordum. Ve "Pazar Sporu"nu görmeye gittim, okumaya başlamanızı önermeyeceğim bir bulvar gazetesi, eğer hala kendisiyle tanış değilseniz.
(Laughter)
Ve Batı sanatındaki büyük trajediler
And I went to talk to them about certain of the great tragedies of Western art. I wanted to see how they would seize the bare bones of certain stories, if they came in as a news item at the news desk on a Saturday afternoon.
hakkında onlarla konuşmaya gittim. Ve onların bazı hikâyeleri nasıl kemiklerinden sıyırıp bir Cumartesi öğleden sonrası haber masasına
I mentioned Othello; they'd not heard of it but were fascinated.
gelen haber malzemesi yapacaklarını görmek istedim.
Böylece onlara Othello'dan bahsettim. Hiç duymamışlardı ama büyülendiler.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
I asked them to write a headline for the story. They came up with "Love-Crazed Immigrant Kills Senator's Daughter." Splashed across the headline. I gave them the plotline of Madame Bovary. Again, a book they were enchanted to discover. And they wrote "Shopaholic Adulteress Swallows Arsenic After Credit Fraud."
Ve onlara Othello'nun hikâyesi için bir haber başlığı yazmalarını istedim. "Aşk çılgını göçmen senatörün kızını öldürdü" şeklinde bir başlıkla geldiler, ön sayfayı kaplamış bir şekilde. Onlara Madam Bovary'nin olay örgüsünü verdim. Yine, keşfetmekten büyülendikleri bir kitap. Ve "Alışveriş hastası aldatan kadın kredi sahtekârlığından sonra arsenik yuttu" yazdılar.
(Laughter)
(Gülüşmeler)
And then my favorite -- they really do have a kind of genius of their own, these guys -- my favorite is Sophocles' Oedipus the King: "Sex With Mum Was Blinding."
Ve şimdi favorim. Gerçekten tamamen kendilerine özgü bir zekâları var bu adamların. Favorim Sofokles'in "Kral Oedipus". "Anneyle seks körleştiriciydi"
(Laughter)
(Gülüşmeler)
(Applause)
(Alkışlar)
In a way, if you like, at one end of the spectrum of sympathy, you've got the tabloid newspaper. At the other end of the spectrum, you've got tragedy and tragic art. And I suppose I'm arguing that we should learn a little bit about what's happening in tragic art. It would be insane to call Hamlet a loser. He is not a loser, though he has lost. And I think that is the message of tragedy to us, and why it's so very, very important, I think.
Bir şekilde, sempati spektrumunun bir ucunda, bulvar gazetelerini bulursunuz. Ve spektrumun diğer ucunda trajedi ve trajik sanat vardır. Ve sanırım trajik sanatta neler olduğuna dair biraz daha fazla bilgi sahibi olmamız gerektiğini ileri sürüyorum. Hamlet'i bir kaybeden olarak tanımlamak çılgıncadır. Bir kaybeden değildir, kaybetmiş olmasına rağmen. Ve bence trajedinin bize mesajı budur ve çok çok önemli olmasının nedeni de, sanıyorum.
The other thing about modern society and why it causes this anxiety, is that we have nothing at its center that is non-human. We are the first society to be living in a world where we don't worship anything other than ourselves. We think very highly of ourselves, and so we should; we've put people on the Moon, done all sorts of extraordinary things. And so we tend to worship ourselves. Our heroes are human heroes.
Modern toplumla ilgili diğer şey ve neden bu endişeye yarattığı Toplumun merkezinde insan-olmayan hiçbir şey olmamasıdır. Kendimizden başka hiçbir şeye tapmadığımız bir dünyada yaşayan ilk toplumuz. Kendimizi çok yüksek görüyoruz. Ve görmeliyiz de. İnsanları aya yolladık. Birçok inanılmaz şeyler yaptık. Ve böylece kendimize tapmaya meylettik.
That's a very new situation. Most other societies have had, right at their center, the worship of something transcendent: a god, a spirit, a natural force, the universe, whatever it is -- something else that is being worshiped. We've slightly lost the habit of doing that, which is, I think, why we're particularly drawn to nature. Not for the sake of our health, though it's often presented that way, but because it's an escape from the human anthill. It's an escape from our own competition, and our own dramas. And that's why we enjoy looking at glaciers and oceans, and contemplating the Earth from outside its perimeters, etc. We like to feel in contact with something that is non-human, and that is so deeply important to us.
Kahramanlarımız, hep insan kahramanlar. Bu çok yeni bir durum. Daha önce sahip olduğumuz çoğu toplum, tam merkezlerinde, insanüstü bir şeye tapınıyorlardı. Bir Tanrı, bir ruh, doğal güç, evren. Bu her ne ise, tapınılan bir şey. Bunu yapma alışkanlığımızı kısmen kaybettik. Ki, bence, neden doğaya özellikle çekildiğimizin nedeni bu. Sağlığımızın hatırına değil, daha çok bu şekilde sunulsa da. Ama insanla dolu şehirlerden kaçış olduğu için. Kendi rekabetimizden bir kaçış ve kendi dramlarımızdan. Ve bu neden buzullara ve okyanuslara bakmayı sevdiğimizin ve dünyayı boyutları dışında düşünmemizin, vs. nedeni. İnsan olmayan bir şeyle ilişkide olmayı seviyoruz. Ve bu bizim için çok derinden önemli.
What I think I've been talking about really is success and failure. And one of the interesting things about success is that we think we know what it means. If I said that there's somebody behind the screen who's very successful, certain ideas would immediately come to mind. You'd think that person might have made a lot of money, achieved renown in some field. My own theory of success -- I'm somebody who's very interested in success, I really want to be successful, always thinking, how can I be more successful? But as I get older, I'm also very nuanced about what that word "success" might mean.
Şimdiye kadar konuştuklarım aslında başarı ve başarısızlık üzerine. Ve başarı ile ilgili ilginç şeylerden biri ne anlama geldiğini bildiğimizi sanmamız. Eğer size sahne arkasında çok çok başarılı biri var desem belli fikirler hemen aklınıza gelecektir. Bu kişinin çok para yapmış olabileceğini, bir alanda şöhrete ulaştığını düşünecektiniz. Benim kendi başarı teorim ve ben başarı konusuyla çok ilgili bir insanım. Gerçekten başarılı olmak isterim. Her zaman "Nasıl daha başarılı olabilirim?" diye düşünürüm. Ama yaşım ilerledikçe, "başarı" kelimesinin ne anlama geldiği konusunda ince düşünüyorum.
Here's an insight that I've had about success: You can't be successful at everything. We hear a lot of talk about work-life balance. Nonsense. You can't have it all. You can't. So any vision of success has to admit what it's losing out on, where the element of loss is. And I think any wise life will accept, as I say, that there is going to be an element where we're not succeeding.
İşte size başarı hakkında bir içgörü. Her konuda başarılı olamazsınız. İş-yaşam dengesi hakkında çok şey duyarız. Saçmalık. Hepsine sahip olamazsınız. Olamazsınız. Yani herhangi bir başarı vizyonu neyi kaybettiğini, kaybın parçasının nerede olduğunu kabul etmek zorundadır. Ve bence herhangi bir bilge yaşam dediğim gibi, başarılı olamayacağımız bir parça olacağını kabul edecektir.
And the thing about a successful life is that a lot of the time, our ideas of what it would mean to live successfully are not our own. They're sucked in from other people; chiefly, if you're a man, your father, and if you're a woman, your mother. Psychoanalysis has been drumming home this message for about 80 years. No one's quite listening hard enough, but I very much believe it's true.
Ve başarılı bir yaşamla ilgili şey çoğu zaman, başarılı bir şekilde yaşamaya dair fikirlerimizin kendimize ait olmamasıdır. Başka insanlardan özümsenmiştir. Bilhassa, eğer erkekseniz, babanızdan. Ve eğer kadınsanız, annenizden. Psikanaliz bu mesajı yaklaşık 80 yıldır söyleyip duruyor. Kimse yeterince dikkatli dinlemiyor. Ama ben bunun doğru olduğuna kesinlikle inanıyorum.
And we also suck in messages from everything from the television, to advertising, to marketing, etc. These are hugely powerful forces that define what we want and how we view ourselves. When we're told that banking is a very respectable profession, a lot of us want to go into banking. When banking is no longer so respectable, we lose interest in banking. We are highly open to suggestion.
Ve bize aynı zamanda televizyondan reklamlara, pazarlamaya, vs. her şeyden gelen mesajları özümsüyoruz. Bunlar muazzam güçlü kuvvetler, ne istediğimizi ve kendimizi nasıl gördüğümüzü tanımlıyorlar. Bankacılığın çok saygıdeğer bir meslek olduğu söylendiğinde birçoğumuz bankacılığa girmek istiyoruz. Bankacılık artık saygıdeğer kabul edilmiyorsa, bankacılığa ilgimiz azalıyor. Önerilere çok açığız.
So what I want to argue for is not that we should give up on our ideas of success, but we should make sure that they are our own. We should focus in on our ideas, and make sure that we own them; that we are truly the authors of our own ambitions. Because it's bad enough not getting what you want, but it's even worse to have an idea of what it is you want, and find out, at the end of the journey, that it isn't, in fact, what you wanted all along.
Yani benim söylemek istediğim, başarı ile ilgili fikirlerimizden vazgeçmemiz gerektiği değil. Ama bu fikirlerin kendimizin olduğundan emin olmalıyız. Kendi fikirlerimize odaklanmalıyız. Ve onlara sahip olduğumuzdan, kendi tutkularımızın gerçek sahibi olduğumuzdan emin olmalıyız. Çünkü istediğinizi elde edememek yeterince kötüdür. Ancak daha kötüsü istediğinizin ne olduğuna dair bir fikriniz olması ve yolun sonunda aslında başından beri istediğinizin bu olmadığını fark etmenizdir.
So, I'm going to end it there. But what I really want to stress is: by all means, success, yes. But let's accept the strangeness of some of our ideas. Let's probe away at our notions of success. Let's make sure our ideas of success are truly our own.
Burada bitireceğim. Ama gerçekten dikkat çekmek istediğim her anlamda, başarı, evet. Ama fikirlerimizin bazılarının tuhaf olduğunu da kabul edelim. Başarı düşüncelerimizi iyice araştıralım. Başarı fikirlerimizin gerçekten kendimizin olduğundan emin olalım.
Thank you very much.
Çok teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)
Chris Anderson: That was fascinating. But how do you reconcile this idea of it being bad to think of someone as a "loser," with the idea that a lot of people like, of seizing control of your life, and that a society that encourages that, perhaps has to have some winners and losers?
Chris Anderson: Bu heyecan vericiydi. Birisinin, birisini kaybeden olarak düşünmenin kötü olduğunu bilerek, birçok insan hayatının kontrolünü almak istemesini ve belki de biraz kazanan ve biraz kaybeden olması gerektiğini destekleyen bir toplumu nasıl bağdaştırıyorsun?
Alain De Botton: Yes, I think it's merely the randomness of the winning and losing process that I want to stress, because the emphasis nowadays is so much on the justice of everything, and politicians always talk about justice. Now I'm a firm believer in justice, I just think that it's impossible. So we should do everything we can to pursue it, but we should always remember that whoever is facing us, whatever has happened in their lives, there will be a strong element of the haphazard. That's what I'm trying to leave room for; otherwise, it can get quite claustrophobic.
Alain de Botton: Evet. Sanırım sadece kazanma ve kaybetme sürecinin rastlantısallığı asıl vurgulamak istedim. Çünkü bugünlerde vurgu daha çok her şeyin adaleti üzerine. Ve politikacılar her zaman adaletten bahsediyor. Ben adalete katiyetle inanırım. Sadece imkânsız olduğunu düşünüyorum. Yani, yapabildiğimiz her şeyi yapmalı, ona ulaşmak için elimizden geleni yapmalıyız. Ancak günün sonunda kiminle yüzleşirsek yüzleşelim, hayatlarına her ne olmuşsa, tesadüfün önemli bir faktör olduğunu her zaman hatırlamalıyız. Ve aslında aklımızın bir köşesinde durmasını istediğim şey bu. Çünkü diğer şekilde oldukça klostrofobik olabilir.
CA: I mean, do you believe that you can combine your kind of kinder, gentler philosophy of work with a successful economy? Or do you think that you can't, but it doesn't matter that much that we're putting too much emphasis on that?
Chris Anderson: Demek istediğim, senin daha kibar, nazik iş felsefeni başarılı bir ekonomi ile birleştirebileceğine inanıyor musun? Ya da yapamayacağına mı inanıyorsun? Ama buna çok fazla vurgu yapıyor olmamızın fazla önemi yok?
AB: The nightmare thought is that frightening people is the best way to get work out of them, and that somehow the crueler the environment, the more people will rise to the challenge. You want to think, who would you like as your ideal dad? And your ideal dad is somebody who is tough but gentle. And it's a very hard line to make. We need fathers, as it were, the exemplary father figures in society, avoiding the two extremes, which is the authoritarian disciplinarian on the one hand, and on the other, the lax, no-rules option.
Alain de Botton: Kâbus düşünce şu, insanları korkutmak, onlardan iş çıkarmanın en iyi yolu. Ve bir şekilde ortam ne kadar acımasız olursa daha fazla insan mücadeleye girişecektir. İdeal babanızın kim olmasını isterdiniz diye düşünürsünüz? Ve ideal babanız, sert ama şefkatli biridir. Ve bu çizilmesi çok zor bir çizgidir. Daha önce olduğu gibi, toplumda örnek baba figürleri olarak babalarımıza ihtiyacımız var, iki uçtan kaçınarak. Otoriter, disiplinli bir yanda. Ve diğer yanda, yumuşak, kuralsız seçenek.
CA: Alain De Botton.
Chris Anderson: Alain de Botton.
AB: Thank you very much.
Alain de Botton: Çok teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)