I was a Marine with 1/1 Weapons Company, 81's platoon, out in Camp Pendleton, California. Oorah!
"1/1 Weapons Company" (bölük)'nin 81 timi ile Camp Pendleton, Kaliforniya'da deniz askeriydim. Oorah!
Audience: Oorah!
Seyirci: Oorah!
(Laughter)
(Kahkahalar)
I joined a few months after September 11, feeling like I think most people in the country did at the time, filled with a sense of patriotism and retribution and the desire to do something -- that, coupled with that fact that I wasn't doing anything. I was 17, just graduated from high school that past summer, living in the back room of my parents' house paying rent, in the small town I was raised in in Northern Indiana, called Mishawaka. I can spell that later for people who are interested --
11 Eylül'den birkaç ay sonra katıldım, sanırım o zamanlar ülkedeki çoğu insanda olduğu gibi vatanseverlik ve intikam hisleriyle doluydum ve hiçbir şey yapmıyor olduğum gerçeğine bağlı olarak, bir şey yapmak istiyordum. 17 yaşımdaydım, liseden henüz önceki yaz mezun olmuştum, büyüdüğüm Kuzey Indiana'da Mishawaka denilen küçük bir kasabada ailemin evinin arka odasında kira ödeyerek yaşıyordum. İlgilenenler için bunu daha sonra heceleyebilirim.
(Laughter)
(Kahkahalar)
Mishawaka is many good things but cultural hub of the world it is not, so my only exposure to theater and film was limited to the plays I did in high school and Blockbuster Video, may she rest in peace.
Mishawaka birçok güzel şey olabilir, fakat dünyanın kültür merkezi olamaz, bu yüzden benim tiyatro ve sinema filmleriyle tek karşılaşmam lisede aldığım sahnelerle ve Blockbuster Video, huzur içinde uyusun, ile sınırlıydı.
(Laughter)
(Kahkahalar)
I was serious enough about acting that I auditioned for Juilliard when I was a senior in high school, didn't get in, determined college wasn't for me and applied nowhere else, which was a genius move. I also did that Hail Mary LA acting odyssey that I always heard stories about, of actors moving to LA with, like, seven dollars and finding work and successful careers. I got as far as Amarillo, Texas, before my car broke down. I spent all my money repairing it, finally made it to Santa Monica -- not even LA -- stayed for 48 hours wandering the beach, basically, got in my car, drove home, thus ending my acting career, so --
Aktörlük konusunda öylesine ciddiydim ki lisede son sınıftayken Juilliard'da mülakatlara katılmıştım, kazanamadım, üniversitenin bana göre olmadığına karar verdim ve başka hiçbir yere başvurmadım ki bu dâhiyane bir hareketti. Bunu, hakkında, aktörlerin Los Angeles'a yanlarında sadece yedi dolarla falan taşınıp, iş buldukları ve başarılı kariyerler yaptıkları gibi hikâyeler duyduğum Hail Mary LA oyunculuk efsanesine de yaptım. Arabam bozulmadan önce Amarillo, Teksas'a kadar gitmiştim. Bütün paramı onu tamir ettirmeye harcadım, sonunda Santa Monica'daydım -- Los Angeles'ta bile değil -- basitçe, sahilde boş boş dolaşarak 48 saat kaldım, arabama bindim, eve sürdüm, böylece oyunculuk kariyerim de bitmişti, yani..
(Laughter)
(Kahkahalar)
Seventeen, Mishawaka ... parents' house, paying rent, selling vacuums ... telemarketing, cutting grass at the local 4-H fairgrounds. This was my world going into September, 2001.
On yedi, Mishawaka ... ailenin evi, kira ödemek, elektrikli süpürge satmak ... tele-pazarlamacılık, yerel 4-H fuar alanlarında çimleri biçmek. Eylül 2001'e girerken dünyam buydu.
So after the 11th, and feeling an overwhelming sense of duty, and just being pissed off in general -- at myself, my parents, the government; not having confidence, not having a respectable job, my shitty mini-fridge that I just drove to California and back -- I joined the Marine Corps and loved it. I loved being a Marine. It's one of the things I'm most proud of having done in my life. Firing weapons was cool, driving and detonating expensive things was great. But I found I loved the Marine Corps the most for the thing I was looking for the least when I joined, which was the people: these weird dudes -- a motley crew of characters from a cross section of the United States -- that on the surface I had nothing in common with. And over time, all the political and personal bravado that led me to the military dissolved, and for me, the Marine Corps became synonymous with my friends.
Ayın 11'inden sonra, aşırı bir görev anlayışı hissederek ve genel anlamda kendime, ebeveynlerime, devlete karşı çok sinirli bir hâlde, özgüvensiz, saygıdeğer bir iş olmadan, Kaliforniya'ya gidip gelirken arabada götürdüğüm dandik mini buzdolabım -- Marine Corps'a katıldım ve orayı çok sevdim. Deniz askeri olmayı sevdim. Bu, hayatımda yaptığım ve en çok gurur duyduğum şeylerden biri. Silahları ateşlemek havalıydı, pahalı şeyleri sürmek ve patlatmak harikaydı. Fakat fark ettim ki, Marine Corps'u en çok katıldığım zamanlar en az aradığım şeyler için sevmiştim ki onlar insanlardı, bu garip ahbaplarla -- Birleşik Devletler'in bir kesitinden karakterler grubu-- görünüşte hiçbir ortak noktamız yoktu. Ve zamanla, beni askeriyeye yönelten tüm o politik ve kişisel gösterişler son buldu ve benim için, Marine Corps arkadaşlarımla eş anlamlı oldu.
And then, a few years into my service and months away from deploying to Iraq, I dislocated my sternum in a mountain-biking accident, and had to be medically separated. Those never in the military may find this hard to understand, but being told I wasn't getting deployed to Iraq or Afghanistan was very devastating for me. I have a very clear image of leaving the base hospital on a stretcher and my entire platoon is waiting outside to see if I was OK.
Sonra, hizmetimden birkaç yıl ve Irak'a konuşlandırılmadansa aylar sonra, bir dağ bisikleti kazasında göğüs kafesimi yerinden çıkarttım ve tıbben ayrılmak zorundaydım. Askeriyede hiç bulunmamış olanlar bunu anlamakta zorlanabilir, fakat Irak'a ya da Afganistan'a konuşlandırılmayacağımın söylenmesi benim için oldukça yıkıcı oldu. Askerî hastaneden bir sedyenin üzerinde çıkışım ve bütün timimin dışarıda iyi olup olmadığımı görmek için bekleyişi çok net bir şekilde gözlerimin önünde.
And then, suddenly, I was a civilian again. I knew I wanted to give acting another shot, because -- again, this is me -- I thought all civilian problems are small compared to the military. I mean, what can you really bitch about now, you know? "It's hot. Someone should turn on the air conditioner." "This coffee line is too long." I was a Marine, I knew how to survive. I'd go to New York and become an actor. If things didn't work out, I'd live in Central Park and dumpster-dive behind Panera Bread.
Ve sonrasında, aniden, tekrar bir sivil olmuştum. Oyunculuğa bir şans daha vermek istediğimi biliyordum, çünkü --yineliyorum, bu benim-- bana göre askeriyeyle karşılaştırıldığında sivil problemleri hafifti. Demek istediğim, şu an cidden neyden şikâyet edebilirsiniz ki? "Burası çok sıcak, birisi klimayı çalıştırmalı." "Kahve kuyruğu fazla uzun." Ben bir deniz askeriydim, nasıl hayatta kalınabileceğini biliyordum. New York'a gidecek ve aktör olacaktım. Eğer hiçbir şey işe yaramazsa, Central Park'ta yaşayacak ve Panera Bread'in arkasında çöpten eşya toplayacaktım.
(Laughter)
I re-auditioned for Juilliard and this time I was lucky, I got in. But I was surprised by how complex the transition was from military to civilian. And I was relatively healthy; I can't imagine going through that process on top of a mental or physical injury. But regardless, it was difficult. In part, because I was in acting school -- I couldn't justify going to voice and speech class, throwing imaginary balls of energy at the back of the room, doing acting exercises where I gave birth to myself --
Juilliard için tekrar mülakata katıldım ve bu sefer şanslıydım, alındım. Fakat askeriyeden sivilliğe olan geçişin bu kadar karmaşık oluşu beni şaşırtmıştı. Görece sağlıklıydım; zihinsel ya da fiziksel yaralanmaya ek olarak o süreçten geçmeyi hayal bile edemiyorum. Ama ne olursa olsun, zordu. Kısmen sebebi, oyunculuk okulundaydım -- Arkadaşlarım deniz aşırı yerlerde bensiz hizmet ederken, ses ve konuşma derslerine girmeyi, odanın gerisine hayali enerji topları fırlatmayı, kendimi dünyaya getirdiğim oyunculuk egzersizlerini yapmayı --
(Laughter)
(Kahkahalar)
while my friends were serving without me overseas. But also, because I didn't know how to apply the things I learned in the military to a civilian context. I mean that both practically and emotionally. Practically, I had to get a job. And I was an Infantry Marine, where you're shooting machine guns and firing mortars. There's not a lot of places you can put those skills in the civilian world.
doğru bulamıyordum. Fakat aynı zamanda, kısmen de askeriyede öğrendiğim şeyleri sivil durumlara nasıl uygulayacağımı bilmiyordum. Demek istediğim hem pratikte hem de duygusal olarak. Pratikte, bir iş edinmek zorundaydım. Ve ben bir piyade deniz askeriydim, makineli silahları ateşlediğiniz ve havan topları fırlattığınız bir yer. Bu becerileri sivil dünyasına geçirebileceğiniz çok fazla yer yok.
(Laughter)
Duygusal olarak, anlamı bulmakta zorlandım.
Emotionally, I struggled to find meaning. In the military, everything has meaning. Everything you do is either steeped in tradition or has a practical purpose. You can't smoke in the field because you don't want to give away your position. You don't touch your face -- you have to maintain a personal level of health and hygiene. You face this way when "Colors" plays, out of respect for people who went before you. Walk this way, talk this way because of this. Your uniform is maintained to the inch. How diligently you followed those rules spoke volumes about the kind of Marine you were. Your rank said something about your history and the respect you had earned.
Askeriyede, her şeyin bir anlamı vardı. Yaptığınız her şey ya geleneklerle demlenmiş, ya da pratik bir amaç taşımaktaydı. Sahrada sigara içemezsiniz, çünkü pozisyonunuzu belli etmek istemezsiniz. Yüzünüze dokunamazsınız -- Kişisel bir sağlık ve hijyen seviyesi geliştirmelisiniz. "Bayraklar" oynadığında, sizden önce giden insanlara karşı saygı duymadan bununla karşılaşıyorsunuz. Böyle yürü, şöyle konuş, bu yüzden. Üniformanızın burgatasına kadar bakımı yapılırdı. Bu kurallara ne kadar dikkatli uyduğunuz ne çeşit bir deniz askeri olduğunuzu açıkça gösteriyordu. Rütbeniz geçmişiniz ve kazandığınız saygı hakkında bir şeyler söylüyordu.
In the civilian world there's no rank. Here you're just another body, and I felt like I constantly had to prove my worth all over again. And the respect civilians were giving me while I was in uniform didn't exist when I was out of it. There didn't seem to be a ... a sense of community, whereas in the military, I felt this sense of community. How often in the civilian world are you put in a life-or-death situation with your closest friends and they constantly demonstrate that they're not going to abandon you? And meanwhile, at acting school ...
Sivillerin dünyasında rütbe yoktu. Burada farklı bir insandınız ve ben sürekli tüm ederimi tekrar kanıtlamak zorundaymışım gibi hissettim. Ve ben üniformalıyken sivillerin bana gösterdiği saygı, üniformayı çıkarttığımda yok oluyordu. Bir... topluluk anlayışı yok gibi görünüyorken, askeriyede, bu topluluk anlayışını hissetmiştim. Sivil dünyasında kaç kez en yakın arkadaşlarınızla beraber ölüm-kalım durumlarında kaldınız ve onlar sürekli sizi terk etmeyeceklerini kanıtladılar? Ve bu sırada oyunculuk okulunda...
(Laughter)
(Kahkahalar)
I was really, for the first time, discovering playwrights and characters and plays that had nothing to do with the military, but were somehow describing my military experience in a way that before to me was indescribable. And I felt myself becoming less aggressive as I was able to put words to feelings for the first time and realizing what a valuable tool that was.
Gerçekten, ilk defa, askeriyeyle alakası olmayan, ama bir şekilde askeriye tecrübelerimi bana daha önce tanımlanamaz gibi gelen bir şekilde yansıtan oyunlar, karakterler ve sahneler keşfediyordum. İlk defa duyguları sözlere dökebildiğim ve bunun ne kadar değerli bir araç olduğunu fark ettiğim için daha az agresif bir hâle geldiğimi hissettim.
And when I was reflecting on my time in the military, I wasn't first thinking on the stereotypical drills and discipline and pain of it; but rather, the small, intimate human moments, moments of great feeling: friends going AWOL because they missed their families, friends getting divorced, grieving together, celebrating together, all within the backdrop of the military. I saw my friends battling these circumstances, and I watched the anxiety it produced in them and me, not being able to express our feelings about it.
Askeriyedeki zamanlarımı yansıtırken, ilk düşündüğüm şeyler basmakalıp talimler ve bunun disiplini ve acısı olmuyordu; daha çok, küçük, samimi insani anlar, harika hislerin hatıraları, ailelerini özlediği için asker kaçağı olan arkadaşlar, boşanan arkadaşlar, beraber gülmek beraber ağlamak, hepsi askeriyenin perde arkasında. Arkadaşlarımı bu durumlarla boğuşurken gördüm ve bunun hakkındaki duygularımızı ifade edemeyerek, bunun onlarda ve kendimde yarattığı gerginliği izledim.
The military and theater communities are actually very similar. You have a group of people trying to accomplish a mission greater than themselves; it's not about you. You have a role, you have to know your role within that team. Every team has a leader or director; sometimes they're smart, sometimes they're not. You're forced to be intimate with complete strangers in a short amount of time; the self-discipline, the self-maintenance. I thought, how great would it be to create a space that combined these two seemingly dissimilar communities, that brought entertainment to a group of people that, considering their occupation, could handle something a bit more thought-provoking than the typical mandatory-fun events that I remember being "volun-told" to go to in the military --
Askeriye ve tiyatro toplulukları aslında çok benzerdir. Kendilerinden daha büyük bir görevi başarmaya çalışan bir grup insan var, sizinle alakalı değil. Bir rolünüz var, takım içindeki rolünüzü bilmek zorundasınız. Her takımın bir lideri ya da yönetmeni var; bazen akıllı olurlar, bazense olmazlar. Kısa bir süre içinde bu tamamen yabancı insanlarla samimiyet kurmak zorundasınız; özdisiplin, özbakım. Düşündüm ki, meslekleri göz önüne alındığında, askeriyedeyken zorla gittiğim hepsi iyi niyetli fakat biraz incitici olaylardı; popüler kültür hakkında bir soru cevapladığınız ve eğer doğru bilirseniz bir buluşma kazandığınız, ki o da çoktan evlenmiş ve hamile amigo kızlarla, amigo kızlara karşı bir şey yok onları severim,
(Laughter)
all well-intended but slightly offensive events, like "Win a Date with a San Diego Chargers Cheerleader," where you answer a question about pop culture, and if you get it right you win a date, which was a chaperoned walk around the parade deck with this already married, pregnant cheerleader --
şaperon eşliğinde güverte geçidinde bir yürüyüştü, "Bir San Diego Şarjör Amigosu ile Buluşma Kazanın" gibi, zoraki eğlence olaylarından daha düşündürücü şeylerle baş edebilecek, insanları eğlendirebilecek bu iki farklı gibi görünen topluluğu kombinleyen bir alan yaratmak ne kadar harika olurdu.
(Laughter)
Aşağılayıcı olmadan ulaşılabilir olan karakterler yoluyla
Nothing against cheerleaders, I love cheerleaders. The point is more, how great would it be to have theater presented through characters that were accessible without being condescending. So we started this nonprofit called Arts in the Armed Forces, where we tried to do that, tried to join these two seemingly dissimilar communities. We pick a play or select monologues from contemporary American plays that are diverse in age and race like a military audience is, grab a group of incredible theater-trained actors, arm them with incredible material, keep production value as minimal as possible -- no sets, no costumes, no lights, just reading it -- to throw all the emphasis on the language and to show that theater can be created at any setting.
sunulan bir tiyatro olsaydı ne kadar harika olurdu, asıl nokta buydu. Bunu yapmaya çalıştığımız, Silahlı Güçlerde Sanat'ı bu iki, farklıymış gibi görünen topluluğu birleştirmeye çalıştığımız kâr amacı gütmeyen kuruluşu başlattık. Bir oyun ya da çağdaşımız olan ve tıpkı askeriye izleyicisi gibi yaş ve ırk olarak ayrı düşen Amerikan oyunlarından monologlar seçeriz, bir grup inanılmaz tiyatro eğitimi almış aktörü alırız, onları inanılmaz materyallerle donatırız, üretim maliyetini olabildiği kadar düşük tutarız -- set yok, kostüm yok, ışık yok, sadece okuyoruz -- hepsi tüm vurguyu dile yapmak ve tiyatronun her durumda yapılabileceğini göstermek için.
It's a powerful thing, getting in a room with complete strangers and reminding ourselves of our humanity, and that self-expression is just as valuable a tool as a rifle on your shoulder. And for an organization like the military, that prides itself on having acronyms for acronyms, you can get lost in the sauce when it comes to explaining a collective experience. And I can think of no better community to arm with a new means of self-expression than those protecting our country.
Tamamen yabancılarla dolu bir odaya girmek ve kendimize insanlığımızı hatırlatmak, bu çok güçlü bir şey ve kendinizi ifade etmek omzunuzdaki tüfek kadar güçlü bir alet. Askeriye gibi kısaltmaların kısaltmalarına sahip olmakla gurur duyan bir organizasyon için, iş, ortaklaşa bir deneyimi ifade etmeye geldiğinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Ve ben, yeni kendini ifade etme yollarıyla donatmak için ülkemizi koruyanlardan daha iyi bir topluluk düşünemiyorum.
We've gone all over the United States and the world, from Walter Reed in Bethesda, Maryland, to Camp Pendleton, to Camp Arifjan in Kuwait, to USAG Bavaria, on- and off-Broadway theaters in New York. And for the performing artists we bring, it's a window into a culture they otherwise would not have had exposure to. And for the military, it's the exact same.
Tüm Birleşik Devletler'e ve tüm dünyaya yayıldık, Bethesda, Maryland'daki Walter Reed'den, Camp Pendleton'a, Kuveyt'teki Camp Arifjan'a, USAG Bavaria'ya, ara sıra New York'taki Broadway tiyatrolarına. Getirdiğimiz oyun sergileyen sanatçılar için, bu, onların başka türlü karşılaşamayacakları, kültüre açılan bir pencereydi. Ve askeriye için, birebir aynısıydı.
And in doing this for the past six years, I'm always reminded that acting is many things. It's a craft, it's a political act, it's a business, it's -- whatever adjective is most applicable to you. But it's also a service. I didn't get to finish mine, so whenever I get to be of service to this ultimate service industry, the military, for me, again -- there's not many things better than that.
Son altı yıldır bunu yapıyor olduğumdan, hiçbir zaman oyunculuğun birçok şey demek olduğunu unutmuyorum. O bir beceri, politik bir eylem, o bir iş, o -- size en çok uyan sıfat hangisiyse o. Ama aynı zamanda da bir hizmet. Hizmetimi bitirmek zorunda kalmadım, yani ne zaman bu nihai hizmet sektörüne, askeriyeye hizmette bulunsam, benim için, yeniden -- bundan daha iyi olan pek bir şey yok.
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)
We're going to be doing a piece from Marco Ramirez, called "I am not Batman." An incredible actor and good friend of mine, Jesse Perez, is going to be reading, and Matt Johnson, who I just met a couple hours ago. They're doing it together for the first time, so we'll see how it goes.
Marco Ramirez'den bir parça olan "Ben Batman Değilim"i oynuyor olacağız. İnanılmaz bir aktör, çok iyi bir arkadaşım, Jesse Perez okuyor olacak ve birkaç saat önce tanıştığım Matt Johnson. Onlar ilk kez bunu beraber yapacaklar, bakalım nasıl olacak.
Jesse Perez and Matt Johnson.
Jesse Perez ve Matt Johnson.
(Applause)
(Alkışlar)
Jesse Perez: It's the middle of the night and the sky is glowing like mad, radioactive red. And if you squint, you can maybe see the moon through a thick layer of cigarette smoke and airplane exhaust that covers the whole city, like a mosquito net that won't let the angels in.
Jesse Perez: Gece yarısı ve gökyüzü deli gibi parlıyor, radyoaktif kırmızı. Ve eğer gözlerini kısarsan, tüm şehri, meleklerin içeri girmesine izin vermeyen bir böcek ağı gibi kaplayan kalın bir sigara dumanı ve uçak egzozu katmanının içinden ayı görebilirsin belki.
(Drum beat)
(Davullar)
And if you look up high enough, you can see me standing on the edge of an 87-story building. And up there, a place for gargoyles and broken clock towers that have stayed still and dead for maybe like 100 years, up there is me.
Ve eğer yeteri kadar yükseğe bakarsan, beni 87 katlı bir binanın çatısında duruyorken görebilirsin. Ve orada, çirkin yaratıklar ve belki de 100 yıldır öylece, ölü gibi duran bozulmuş saat kulelerinin yerinde, orada ben varım.
(Beat)
(Davul sesi)
And I'm frickin' Batman.
Ben çılgın Batman'im!
(Beat)
(Davul sesi)
And I gots Batmobiles and batarangs and frickin' bat caves, like, for real. And all it takes is a broom closet or a back room or a fire escape, and Danny's hand-me-down jeans are gone. And my navy blue polo shirt, the one that looks kinda good on me but has that hole on it near the butt from when it got snagged on the chain-link fence behind Arturo's but it isn't even a big deal because I tuck that part in and it's, like, all good. That blue polo shirt -- it's gone, too! And I get like, like ... transformational.
Ve ben Batmobil'e, bataranglara ve çılgın yarasa mağaralarına sahibim, cidden. Ve tek lazım olan bir kiler ya da bir arka oda ya da bir yangın çıkışı ve Danny'nin ikinci el pantolonu gider. Ve benim, üzerimde az çok güzel duran, fakat Arturo'lardaki zincirli çitlerde dallara takıldığı için popoma yakın bir yerde deliği olan lacivert polo tişörtüm, ama bu bir sorun değil, çünkü ben o kısmı içeri sokuyorum ve böylece, her şey harika gibi. Ve o lacivert polo tişört.. O da gitti! Ve ben.. ben dönüşüyorum.
(Beat)
(Davul sesi)
And nobody pulls out a belt and whips Batman for talkin' back.
Ve hiç kimse ters konuştuğu için kemerini çıkarıp, onu Batman'e sallamaz.
(Beat)
(Davul sesi)
Or for not talkin' back.
Ya da ters konuşmadığı için..
And nobody calls Batman simple or stupid or skinny. And nobody fires Batman's brother from the Eastern Taxi Company 'cause they was making cutbacks, neither. 'Cause they got nothing but respect. And not like afraid-respect, just, like, respect-respect.
Ve kimse Batman'a saf diyemez ya da aptal ya da cılız. Ve kimse Batman'in kardeşini Doğu Taksi Şirketi'nden kovamaz, çünkü onlar da kesinti yapmıyor. Çünkü onların saygı dışında hiçbir şeyi yok. Korkudan kaynaklı saygı gibi değil, saygıdan kaynaklı saygı gibi.
(Laughter)
(Kahkahalar)
'Cause nobody's afraid of you. 'Cause Batman doesn't mean nobody no harm.
Çünkü kimse senden korkmuyor. Çünkü Batman kimseye karşı tehlike arz etmiyor.
(Beat)
(Davul sesi)
Ever. (Double beat)
Asla. (Davullar)
'Cause all Batman really wants to do is save people and maybe pay abuela's bills one day and die happy. And maybe get, like, mad-famous for real.
Çünkü Batman'in tek istediği insanları korumak ve belki bir gün büyükannesinin faturalarını ödemek ve mutlu ölmek.
(Laughter)
Ve belki gerçekten süper ünlü olabilmek.
Oh -- and kill the Joker.
(Kahkahalar)
(Drum roll)
Oh... ve Joker'i öldürmek. (Davullar)
Tonight, like most nights, I'm all alone. And I'm watchin' and I'm waitin' like a eagle or like a -- no, yeah, like a eagle.
Bu akşam, çoğu akşam gibi, yalnızım. İzliyorum ve bekliyorum bir kartal gibi ya da bir -- yo, evet, bir kartal gibi.
(Laughter)
(Kahkahalar)
And my cape is flapping in the wind cause it's frickin' long and my pointy ears are on, and that mask that covers like half my face is on, too, and I got, like, bulletproof stuff all in my chest so no one can hurt me. And nobody -- nobody! -- is gonna come between Batman ... and justice.
Ve pelerinim rüzgârla dalgalanıyor, çünkü o çılgın gibi uzun ve benim sivri kulaklarım tetikte ve bu maske de yüzümün yarısını kapatıyor ve ben göğsümde de kurşun geçirmez bir şey var, böylece kimse beni vuramaz. Ve hiç kimse -- hiç kimse! -- hiç kimse şu iki şeyin arasına giremeyecek: Batman.. ve adalet.
(Drums) (Laughter)
(Davullar) (Kahkahalar)
From where I am, I can hear everything.
Bulunduğum yerden, her şeyi duyabiliyorum.
(Silence)
(Sessizlik)
Somewhere in the city, there's a old lady picking Styrofoam leftovers up out of a trash can and she's putting a piece of sesame chicken someone spit out into her own mouth. And somewhere there's a doctor with a wack haircut in a black lab coat trying to find a cure for the diseases that are gonna make us all extinct for real one day. And somewhere there's a man, a man in a janitor's uniform, stumbling home drunk and dizzy after spending half his paycheck on 40-ounce bottles of twist-off beer, and the other half on a four-hour visit to some lady's house on a street where the lights have all been shot out by people who'd rather do what they do in this city in the dark. And half a block away from janitor man, there's a group of good-for-nothings who don't know no better, waiting for janitor man with rusted bicycle chains and imitation Louisville Sluggers, and if they don't find a cent on him, which they won't, they'll just pound at him till the muscles in their arms start burning, till there's no more teeth to crack out.
Şehirde bir yerde, çöp tenekesinden plastik köpük kalıntıları alan yaşlı bir bayan var ve ağzına birinin tükürüp attığı susamlı tavuk parçasını koyuyor. Ve bir yerlerde, iğrenç saç şekliyle siyah laboratuvar önlüğünün içinde, bir gün hepimizin neslini tüketecek olan hastalıklara tedavi bulmaya çalışan bir doktor var. Ve bir yerlerde, hademe kıyafetinin içinde, eve doğru sendeleyerek giden, maaş çekinin yarısını 1,2 litrelik çevirip açılan bira şişelerine ve diğer yarısını da gecenin karanlığında bu şehirde yapmak istedikleri şeyi yapan insanlar tarafından tüm ışıkları söndürülmüş bir caddede, bir bayanın evinde dört saatlik bir görüşme için harcamış olduğundan sersemlemiş bir adam var. Ve hademe adamdan yarım blok ötede, kendilerinden daha iyisini görmemiş, karşılıksız iyilikçiler grubu var, paslı bisiklet zinciri ve imitasyon Louisville Sluggers'ları olan hademe adamı bekliyorlar ve eğer onda bir sent bulamazlarsa ki bulamayacaklar, kollarındaki kaslar yanmaya başlayana kadar, onun dökülecek daha fazla dişi
But they don't count on me. They don't count on no Dark Knight, with a stomach full of grocery-store brand macaroni and cheese and cut-up Vienna sausages.
kalmayana kadar dövecekler. Ama beni hesaba katmıyorlar. Midesi tamamen bakkal markası makarna ve peynirle ve parçalara ayrılmış Viyana sosisiyle dolu
(Laughter)
Kara Şövalye'yi hesaba katmıyorlar.
'Cause they'd rather believe I don't exist.
(Kahkahalar)
And from 87 stories up, I can hear one of the good-for-nothings say, "Gimme the cash!" -- real fast like that, just, "Gimme me the fuckin' cash!" And I see janitor man mumble something in drunk language and turn pale, and from 87 stories up, I can hear his stomach trying to hurl its way out his Dickies.
Çünkü onlar benim var olmadığına inanmayı tercih ediyorlar. 87 kat yukarıdan, karşılıksız iyilikçilerden birinin "Nakitleri ver!" deyişini duyabiliyorum-- evet bu kadar hızlı. "Ver o lanet nakitleri!" Ve hademe adamın sarhoş sarhoş bir şeyler gevelediğini ve solduğunu görüyorum ve 87 kat yukarıdan, midesinin önlüğünden fırlamaya çalıştığını duyabiliyorum.
So I swoop down, like, mad-fast and I'm like darkness, I'm like, "Swoosh!" And I throw a batarang at the one naked lightbulb.
Bir anda iniyorum, deli gibi hızlı, ve karanlık gibiyim, "Huh!" Bir ampüle batarang fırlatıyorum
(Cymbal)
(Zil)
And they're all like, "Whoa, muthafucker! Who just turned out the lights?"
Ve hepsi "Noluyo lan! Işıkları kim kapattı?"
(Laughter)
(Kahkahalar)
"What's that over there?" "What?"
"Oradaki şey ne?" "Noluyor?"
"Gimme me what you got, old man!"
"Elindekileri bana ver, moruk!"
"Did anybody hear that?" "Hear what? There ain't nothing. No, really -- there ain't no bat!"
"Bunu kimse duydu mu?" "Neyi duydu mu? Hiçbir şey yok. Hayır, cidden -- hiç yarasa yok!"
But then ... one out of the three good-for-nothings gets it to the head -- pow!
Ama sonra... karşılıksız iyilikçilerden üç tanesinden biri kafasından vuruldu -- pov!
And number two swings blindly into the dark cape before him, but before his fist hits anything, I grab a trash can lid and -- right in the gut! And number one comes back with the jump kick, but I know judo karate, too, so I'm like --
Ve iki numara da kara pelerinin içinde kör gibi sallandı, onun yumruğu herhangi bir şeye vurmadan önce. Bir çöp tenekesi kapağı kaptım ve -- tam karnına! Ve bir numaralı uçan tekmeyle geri döndü. Ama ben judo biliyorum ve karate de tabii ki, o yüzden aynen şöyleydim.
(Drums)
(Davullar)
Twice!
İkinci!
(Drums)
(Davullar)
(Laughter)
(Kahkahalar)
(Drums)
(Davullar)
But before I can do any more damage, suddenly we all hear a "click-click." And suddenly everything gets quiet. And the one good-for-nothing left standing grips a handgun and aims it straight up, like he's holding Jesus hostage, like he's threatening maybe to blow a hole in the moon. And the good-for-nothing who got it to the head, who tried to jump-kick me, and the other good-for-nothing who got it in the gut, is both scrambling back away from the dark figure before 'em. And the drunk man, the janitor man, is huddled in a corner, praying to Saint Anthony 'cause that's the only one he could remember.
Ama ben daha fazla hasar veremeden, ansızın bir ses duyduk "klik-klik" Ve aniden her şey sessizleşti. Bir tane karşılıksız iyilikçi ayakta kaldı, silahı tuttu ve yukarı doğrulttu, tıpkı bir İsa heykeli tutar gibi, tıpkı ayda bir delik açmakla tehdit ediyormuş gibi. Ve kafasından vurduğum, bana uçan tekme atmaya çalışan ve karnından vurduğum diğer karşılıksız iyilikçi önlerindeki karanlık şeyden tökezleyerek kaçıyorlar. Ve sarhoş adam, hademe adam, bir köşeye saklanmış, Aziz Anthony'ye dua ediyor, çünkü hatırlayabildiği tek şey bu.
(Double beat) And there's me: eyes glowing white, cape blowing softly in the wind.
(Çifte davul) Ve işte ben: Gözler bembeyaz parlıyor, pelerin rüzgârda hafif hafif uçuyor.
(Beat) Bulletproof chest heaving, my heart beating right through it in a Morse code for: "Fuck with me just once come on just try."
(Davul sesi) Kurşun geçirmez göğüs kabarıyor, içinden kalp atışlarım Mors alfabesiyle şöyle diyor: "Benimle dalga geç, sadece bir kere, haydi, sadece dene."
And the one good-for-nothing left standing, the one with the handgun -- yeah, he laughs. And he lowers his arm. And he points it at me and gives the moon a break. And he aims it right between my pointy ears, like goal posts and he's special teams. And janitor man is still calling Saint Anthony, but he ain't pickin' up. And for a second, it seems like ... maybe I'm gonna lose.
Bir tane karşılıksız iyilikçi kaldı, elinde bir silah, evet, gülüyor. Kolunu indiriyor. Bana doğrultuyor ve ayı rahat bırakıyor. Tam sivri kulaklarımın arasına doğrultuyor, tıpkı hedef görevleri ve özel takımı varmış gibi. Ve hademe adam hâlâ Aziz Anthony'yi arıyor, fakat o telefonu açmıyor. Ve bir saniye için, kaybedecekmişim gibi... geliyor.
Nah!
Nah!
(Drums)
(Davullar)
Shoot! Shoot! Fwa-ka-ka!
Ateş! Ateş!
"Don't kill me, man!"
"Öldürme beni, adamım!"
Snap! Wrist crack! Neck! Slash!
Tokat! Bilek çatlağı! Boyun! Parçala!
Skin meets acid: "Ahhhhhhh!"
Deri asitle karşılaşır: "Ahhhhh!"
And he's on the floor and I'm standing over him and I got the gun in my hands now and I hate guns, I hate holding 'em 'cause I'm Batman. And, asterisk: Batman don't like guns 'cause his parents got iced by guns a long time ago. But for just a second, my eyes glow white, and I hold this thing for I could speak to the good-for-nothing in a language he maybe understands. Click-click!
O yerde, bense üzerinde duruyorum ve silah şu an benim ellerimde, ben silahlardan, onları tutmaktan nefret ederim, çünkü ben Batman'im. Ve, Asteriks: Batman, silahları sevmez, çünkü ebeveynleri yıllar önce silahlar tarafından donduruldu. Ama bir saniyeliğine, gözlerim bembeyaz parladı ve o şeyi tuttum, böylece karşılıksız iyilikçiyle anlayabileceği bir dilden konuşabilecektim.
(Beat)
Klik-klik!
And the good-for-nothings become good-for-disappearing into whatever toxic waste, chemical sludge shithole they crawled out of. And it's just me and janitor man. And I pick him up, and I wipe sweat and cheap perfume off his forehead. And he begs me not to hurt him and I grab him tight by his janitor-man shirt collar, and I pull him to my face and he's taller than me but the cape helps, so he listens when I look him straight in the eyes. And I say two words to him: "Go home."
Ve karşılıksız iyilikçiler, emekleyip çıktıkları şey artık hangi zehirli, kimyasal maddeyse onun pis artığının içinde karşılıksız kaçışçılara dönüştü. Ve artık sadece ben ve hademe adam kalmıştık. Onu kaldırdım, alnındaki teri ve ucuz parfümü sildim. Ona zarar vermemem için yalvardı ve onu hademe tişörtünün yakasından sımsıkı yakaladım, onu yüzüme yaklaştırdım, o benden uzun ama pelerin iş görüyor, böylece o dinliyordu ve ben de gözlerinin içine bakıyordum. Ona iki kelime söyledim: "Eve git."
And he does, checking behind his shoulder every 10 feet. And I swoosh from building to building on his way there 'cause I know where he lives. And I watch his hands tremble as he pulls out his key chain and opens the door to his building. And I'm back in bed before he even walks in through the front door.
Ve gitti, her üç metrede bir omzunun üstünden arkasını kontrol ederek. Yolunun üzerinde, bir binadan diğerine ilerledim, çünkü nerede yaşadığını biliyorum. Anahtarını çıkarırken ve kapıyı açarken ellerinin titreyişini izliyordum. O daha kapıdan girmeden, ben yatağıma geri dönmüştüm.
And I hear him turn on the faucet and pour himself a glass of warm tap water. And he puts the glass back in the sink. And I hear his footsteps. And they get slower as they get to my room. And he creaks my door open, like, mad-slow. And he takes a step in, which he never does.
Musluğu açışını duydum ve kendisine bir bardak ılık musluk suyu dolduruşunu. Bardağı tekrar lavaboya koydu. Adımlarını duydum. Odama yaklaştıkça yavaşladı. Kapımı açtı, çılgınca yavaş. İçeri bir adım attı, ki bunu hiç yapmazdı.
(Beat) And he's staring off into nowhere, his face, the color of sidewalks in summer. And I act like I'm just waking up and I say, "Ah, what's up, Pop?" And janitor man says nothing to me. But I see in the dark, I see his arms go limp and his head turns back, like, towards me. And he lifts it for I can see his face, for I could see his eyes. And his cheeks is drippin', but not with sweat. And he just stands there breathing, like he remembers my eyes glowing white, like he remembers my bulletproof chest, like he remembers he's my pop. And for a long time I don't say nothin'. And he turns around, hand on the doorknob. And he ain't looking my way, but I hear him mumble two words to me: "I'm sorry."
(Davul sesi) Hiçliğin ortasına gözlerini dikti, yüzü, yazın kaldırımların aldığı renkti. Yeni uyanıyomuşum gibi davrandım ve "Ah, naber, baba?" Hademe bana hiçbir şey demedi. Ama karanlıkta gördüm, kollarının güçsüzleştiğini gördüm ve kafasının geriye, bana doğru döndüğünü. Yüzünü görebilmem için kafasını kaldırdı, böylece gözlerini görebildim. Yanaklarından bir şeyler süzülüyordu ama ter değildi. Orada öylece durup nefes alıyordu, gözlerimin beyaz beyaz parlamasını hatırlıyormuş gibi, kurşun geçirmez göğsümü hatırlıyormuş gibi, onun benim babam olduğunu hatırlıyormuş gibi. Uzun bir süre hiçbir şey demedim. Döndü, elini kapı koluna koydu. Bana doğru bakmıyordu, fakat bana iki söz mırıldandığını duydum: "Ben, üzgünüm."
And I lean over, and I open my window just a crack. If you look up high enough, you could see me. And from where I am --
Uzandım ve penceremi hafifçe açtım. Eğer yeteri kadar yükseğe bakarsanız, beni görebilirsiniz. Bulunduğum yerden --
(Cymbals)
(Ziller)
I could hear everything.
Her şeyi duyabilirim.
(Applause)
(Alkışlar)
Thank you.
Teşekkürler.
(Applause)
(Alkışlar)